Temel İngilizce

a: bir

There’s a waiting visitor for you. / Sizin için bekleyen bir ziyaretçi var.

 

Abandon: Terk etmek, bırakmak, uzaklaşmak, yüzüstü bırakmak

People often simply abandon their pets when they go abroad.  / İnsanlar genellikle yurtdışına çıktıklarında evcil hayvanlarını yüzüstü bırakırlar.

 

Abondoned: Terk edilmiş

The child was found abandoned but unharmed. / Çocuk terk edilmiş olarak bulundu ama sağ salimdi.

 

Ability: Yetenek, beceri, hüner, -ebilme

The system has the ability to run more than one program at the same time. / Sistem aynı anda bir programdan daha fazlasını çalıştırabilir.

 

Able: -ebilen, yetenekli

You must be able to speak English for this job. / Bu iş için İngilizce konuşabilmelisiniz. ingilizce kelimeler

 

About: Hakkında, yaklaşık

What do you think about YDS? / YDS hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Above: Yukarıda, üzerinde

Seen from above the cars looked tiny. / Arabalar yukarıdan küçücük görünüyor.

 

Abroad: Yurt dışında, dışarıda, gurbette

She worked abroad for a year. / O bir yıl boyunca yurt dışında çalıştı.

 

Absence: Yokluk

The decision was made in my absence. / Karar benim yokluğumda alındı.

 

Absent: Yok

An absent expression. / Bir açıklama yok.

 

Absolute:  Kesin, saf, mutlak, tam

Beauty cannot be measured by any absolute standard. / Güzellik herhangi bir mutlak standart tarafından ölçülemez.

 

Absolutely: Kesinlikle

You’re absolutely right. / Sen kesinlikle haklısın.

 

Absorb: Emmek

Plants absorb carbon dioxide from the air. / Bitkiler havadan karbondioksiti emer.

 

Abuse: Kötüye kullanmak, suistimal, kötüye kullanma, taciz.

The referee had been threatened and abused. / Hakem tehdit ve taciz edilmişti.

 

Academic: Akademik, bilimsel

An academic career / Bir akademik kariyer

 

Accent: Aksan, şive, ağız

She spoke English with an accent.  / O bir aksan ile İngilizce konuştu.

 

Acceptable: Kabul edilebilir, uygun, makul

Children must learn socially acceptable behaviour. / Çocuklar toplumsal olarak kabul edilebilen davranışları öğrenmeli.

 

Accept: Kabul etmek

She’s decided not to accept the job. / O, işi kabul etmemeye karar verdi.

 

Access: Giriş, erişim

There is easy access by road. / Karayolu ile kolay erişim vardır.

 

Accident: Kaza, istenmeyen olay

He was killed in an accident.  / O bir kazada öldü. The accident happened at 3 p.m. / Kaza saat 3.00’te oldu.

 

Accidental: Tesadüfi, kazara, rastlantı

As I turned around, I accidentally hit him in the face. / Dönerken kazara onun yüzüne vurdum.

 

Accommodation: Konaklama

Hotel accommodation is included in the price of your holiday. / Otel konaklaması tatilinizin fiyatına dahildir.

 

Accompany: Eşlik etmek

His wife accompanied him on the trip. / Onun karısı yolculukta ona eşlik etti.

 

According to: -e göre

According to Mick, it’s a great movie.  /   Mick’e göre o mükemmel bir film. You’ve been absent six times according to our records. / Bizim kayıtlarımıza göre altı kez yoksunuz.

 

Account: Hesap, açıklama

In English law a person is accounted innocent until they are proved guilty. / İngiliz kanununda bir insan suçu kanıtlanana kadar masum hesap edilir.

 

 Accurate: Doğru, tam, kesin

The article accurately reflects public opinion. / Makale tamamıyla halkın görüşünü yansıtıyor.

 

Accuse: Suçlamak, itham etmek

The government was accused of incompetence. / Hükümet beceriksizlik ile suçlandı.

 

Achieve: Ulaşmak, elde etmek, başarmak

He had finally achieved success. / O, sonunda başarıya ulaşmıştı.

 

Achievement: Başarı

They were proud of their children’s achievements. / Onlar çocuklarının başarısından gururluydu.

 

Acid: Asit

 

 

Acknowledge: Onaylamak, kabul etmek

Are you prepared to acknowledge your responsibility? / Sorumluluğunuzu kabul etmeye hazır mısınız?

 

Acquire: Kazanmak, elde etmek

He has acquired a reputation for dishonesty. / O, sahtekarlık için bir ün kazanmıştır.

 

Across: Karşısında, içinden, karşıya, karşıdan karşıya

He walked across of field.  / O, alanın karşısında yürüdü.

 

Act: Hareket, eylem, davranmak

The girl’s life was saved because the doctors acted so promptly. / Doktorlar derhal harekete geçtiği için kızın hayatı kurtuldu.

 

Action: Eylem, hareket, faaliyet

She began to explain her plan of action to the group. / O, gruba hareket planını açıklamaya başladı. Her quick action saved the child’s life. / Onun hızlı hareketş çocuğun hayatını kurtardı.

 

Active: Aktif, etken

Although he’s nearly 80, he is still very active. / O neredeyse 80 yaşında olmasına rağmen hâlâ çok aktif.

 

Activity: Etkinlik, faaliyet, aktivite

The streets were noisy and full of activity. / Kaslar fiziksel etkinlik sırasında kasılır ve rahatlar.

 

Actor: Aktör, erkek oyuncu

Actor Cem Yılmaz starred  in many films. / Aktör Cem Yılmaz birçok filmde rol aldı.

 

Actress: Kadın oyuncu

Nicole Kidman is a actress / Nicole Kidman bir kadın oyuncudur.

 

Actual:  Gerçek, asıl, güncel

The actual cost was higher than we expected. / Gerçek maliyeti beklediğimizden daha yüksekti. The wedding preparations take weeks but the actual ceremony takes less than an hour. / Düğün hazırlıkları haftalar alır fakat asıl tören bir saatten az zaman alır.

 

Actually: Aslında, gerçekten

We’re not American, actually. We’re Canadian. / Biz aslında Amerikan değiliz, biz Kanada’lıdıyız.

 

Ad: İlan, reklam, duyuru

We publishing an ad in the local newspaper. / Yerel gazetede bir reklam yayınlıyoruz.

 

Adapt: Uyarlamak, adapte etmek

Three of her novels have been adapted for television. / Onun romanlarından üçü televizyon için uyarlandı.

 

Add: Eklemek, katmak, ilave etmek

The juice contains no added sugar. / Meyve suyu ilave çeker içermez. Shall I add your name to the list? / Sizin adınızı listeye ekleyecek miyim?

 

Addition: İlave, ek, toplama

Children learning addition and subtraction. / Çocuklar toplama ve çıkarmayı öğreniyor.

 

Additional: Ek, ilave, ayrıca

Additionally, the bus service will run on Sundays, every two hours. / Ayrıca, otobüs hizmeti pazar günleri her iki saatte bir çalışacak.

 

Address: Adres, konuşma, söylev, ele almak

The letter was correctly addressed, but delivered to the wrong house. / Mektubun adresi doğruydu ama yanlış eve teslim edildi.

 

Adequate: Yeterli, uygun, elverişli

The room was small but adequate. / Oda küçük ama yeterli. He didn’t give an adequate answer to the question. / Soruya yeterli bir cevap vermedi.

 

Adjust: Ayarlamak, düzeltmek

This button is for adjusting the volume. / Bu düğme ses ayarı içindir.

 

Admiration: Hayranlık, beğeni, takdir

I have great admiration for her as a writer. / Ben, bir yazar olarak ona büyük hayranlık besliyorum.

 

Admire: Hayran, takdir etmek, çok beğenmek

I really admire your enthusiasm. / Ben gerçekten senin gayretine  hayranım.

 

Admit: İtiraf etmek

Don’t be afraid to admit to your mistakes. / Yanlışlarınızı itiraf etmeye korkmayın.

 

Adopt: Evlat edinmek, benimsemek, kabul etmek

A campaign to encourage childless couples to adopt. / Çocuksuz çiftleri evlat edinmeye teşvik için bir kampanya.   All three teams adopted different approaches to the problem. / Üç takımın hepsi problemlere karşı farklı yaklaşımları benimsedi.

 

Adult: Yetişkin, büyümüş

Young people preparing for adult life. / Genç insanlar yetişkin hayatı için hazırlanıyor. The adult population / Yetişkin nüfus

 

Advance: İlerleme, gelişme, avans

She closed the door firmly and advanced towards the desk. / O, kapıyı sıkıca kapattı ve masaya doğru ilerledi.

 

Advanced: Gelişmiş, ileri

Advanced technology / İleri teknoloji Advanced industrial societies / Gelişmiş sanayi toplumları.

 

Advantage: Avantaj, fayda, çıkar

She had the advantage of a good education. / O, iyi bir eğitim için avantaja sahipti. Each of these systems has its advantages and disadvantages. / Bu sistemlerden her birinin avantajları ve dezavantajları vardır.

 

Adventure: Macera, serüven, tehlikeli iş, risk

When you’re a child, life is one big adventure. / Sen çocukken hayat büyük bir maceraydı. Adventure stories / Macera hikayeleri

 

Advert: İlan, duyuru, reklam, değinmek, bahsetmek

The adverts on television / Televizyondaki reklamlar

 

Advertise: Duyurmak, ilan etmek, reklamını yapmak

If you want to attract more customers, try advertising in the local paper. / Müşrerilerinizi daha fazla çekmek isterseniz yerel gazeteye reklam yapmayı deneyin.

 

Advertisement: İlan, reklam, duyuru

Put an advertisement in the local paper to sell your car. / Arabanızı satmak için yerel gazeteye bir reklam verin.

 

Advertising: İlan, reklamcılık, duyurma

A good advertising campaign will increase our sales. / İyi bir reklam kampanyası satışlarımızı arttıracak. Cigarette advertising has been banned. / Sigara reklamcılığı yasaklandı.

 

Advice: Nasihat, tavsiye, öğüt

Follow your doctor’s advice. / Doktorunun tavsiyelerine uy.

 

Advise: Bildirmek, tavsiye etmek

She advises the government on environmental issues. / O, çevre konularında hükümete tavsiyelerde bulunur.

 

Affair: İlişki, mesele, iş, olay

Affairs of state / Devlet işleri She wanted the celebration to be a simple family affair.  / O, kutlamanın basit bir aile meselesi olmasını istedi.

 

Affect: Etkilemek, arzu, heyecan, sevmek, hoşlanmak

How will these changes affect us? / Bu değişiklikler bizi nasıl etkileyecek. Your opinion will not affect my decision. / Sizin düşünceniz benim kararımı etkilemeyecek.

 

Affection: Sevgi, eğilim, düşkünlük

I have a great affection for New York. / New York için muazzam bir sevgiye sahibim.

 

Afford: Gücü yetmek, parası yetmek, zaman ayırabilmek, göze almak

Can we afford a new car? / Yeni bir araba almaya paramız yeter mi?

 

Afraid: Korku, korkmuş

Don’t be afraid. / Korkma Are you afraid of spiders?/ Örümceklerden korkuyor musun?

 

After: Sonra, ardından

I could come next week, or the week after. / Ben gelecek hafta veya sonraki hafta gelebilirim.

 

Afternoon: Öğleden sonra

Where were you on the afternoon of May 21?  / 21 Mayıs, öğleden sonra neredeydiniz?

 

Afterwards: Sonra, daha sonra

Let’s go out now and food eat afterwards. / Haydi şimdi dışarı çıkalım ve daha sonra yemek yiyelim.

 

Again: Yine, tekrar, yeniden, bir daha

When will I see you again? / Seni bir daha ne zaman göreceğim?

 

Against: Karşı, aleyhinde

The evidence is against him. / Kanıtlar onun aleyhinde. The rain beat against the windows. / Yağmur pencereye karşı vuruyor.

 

Age: Yaş, çağ, devir, uzun bir zaman

He left school at the age of 18. / O, 18 yaşında okulu bıraktı. When I was your age I was already married. / Ben zaten senin yaşındayken evliydim. The age of the computer / Bilgisayar çağı Carlos left ages ago.  / Carlos uzun yıllar önce ayrıldı.

 

Aged: Yaşında, yaşlı, ihtiyar

They have two children aged six and nine. / Onlar 6 ve 9 yaşında iki çocuğa sahip. Services for the sick and the aged / Hizmetler hasta ve yaşlılar için

 

Agency: Ajans, acenta, vasıta

An advertising agency. / Bir reklam ajansı. International aid agencies caring for refugees / Mülteciler için uluslararası yardım ajansları.

 

Agent: Ajan, temsilci, faktör

An insurance agent. / Bir sigorta acentası.

 

Aggressive: Agresif, saldırgan

He gets aggressive when he’s drunk. / O içtiği zaman agresifleşir.

 

Ago: Önce, evvel

She was here just a minute ago. / O henüz bir dakika önce buradaydı.

 

Agree: Kabul etmek, anlaşmak, hem fikir olmak

Next year’s budget has been agreed. / Gelecek yılın bütçesi kabul edildi.

 

Agreement: Anlaşma, sözleşme, uzlaşma.

International peace agreement / Uluslararası barış anlaşması

 

Ahead: Önde, ileri, ilerde, önceden

The road ahead was blocked. / Yol ilerde kapandı. Our team was ahead by six points. / Bizim takımımız altı puan önde.

 

Aid: Yardım, destek

This feature is designed to aid inexperienced users. / Bu özellik deneyimsiz kullanıcılara yardımcı olmak için tasarlanmıştır.

 

Aim: Amaç, hedef

We aim to be there around six. / Biz yaklaşık altı civarında orada olmayı hedefliyoruz.

 

Air: Hava, gökyüzü

Air pollution / Hava kirliliği

 

Aircraft: Uçak, mal ve yolcu taşımaya yarayan hava taşıtı

 

 

Airport: Havaalanı, havalimanı

Betül is waiting in the airport lounge. / Betül havalimanı salonunda bekliyor.

 

Alarm: Telaş, korku, tehlike işareti, alarm

 

 

Alarmed: Panik, paniğe kapılmış

She was alarmed at the prospect of travelling alone. / O yalnız seyahat ihtimalinde paniğe kapıldı.

 

Alarming: Korkutucu, endişe verici

The rainforests are disappearing at an alarming rate. / Yağmur ormanları korkutucu bir oranda azalıyor.

 

Alcohol: Alkol

He never drinks alcohol. / O asla alkol almaz.

 

Alcoholic: Alkolik

 

 

Alive: Canlı, sağ

We don’t know whether he’s alive or dead. / Onun canlı veya ölü olup olmadığını bilmiyoruz. Is your mother still alive?  / Anneniz hala yaşıyor mu?

 

All: Tüm, hep, bütün, hepsi, tamamen

He lives all alone. / O hep yalnız yaşar. The coffee went all over my skirt. / Kahve tamamen üzerime döküldü.

 

Allied: Müttefik, bağlaşık, akraba

Many civilians died as a result of allied bombing. / Müttefik bombalamasının bir sonucu olarak birçok sivil öldü.

 

Allow: İzin vermek

We do not allow smoking in the hall. / Biz salonda sigara içilmesine izin vermeyiz.

 

 All Right: Tamam, peki, fena değil, olur, anlaşıldı mı

‘I’m really sorry.’ ‘That’s all right, don’t worry.’ / ‘Ben gerçekten üzgünüm’ ‘Peki, tamam, endişelenme’

 

Ally: Müttefik, dost, birleşmek, ittifak

The prince allied himself with the Scots. / Prens İskoçlar ile ittifak kurdu.

 

Almost: Neredeyse, hemen hemen

Dinner’s almost ready. / Akşam yemeği neredeyse hazır. Their house is almost opposite ours. / Onların evi bizimkinin hemen hemen karşısında. They’ll eat almost anything. / Biz neredeyse hiçbir şey yemeyeceğiz.

 

Alone: Tek başına, yalnız.

He lives alone. / O yalnız yaşar. The shoes alone cost £200. / Ayakkabı maliyeti yalnız 200 sterlin.

 

Along: Boyunca, ileriye, birisi ile

We’re going for a swim. Why don’t you come along? / Biz yüzmeye gidiyoruz. Niçin bizimle gelmiyorsunuz?

 

Alongside: Yanında, yanı sıra

Traditional beliefs still flourish alongside a modern urban lifestyle. / Modern kentsel yaşam tarzının yanında geleneksel inançlar gelişim halinde.

 

Aloud: Yüksek sesle

The teacher listened to the children reading aloud. / Öğretmen yüksek sesle okuyan çocukları dinledi.

 

Alphabet: Alfabe, ilkeler, esaslar

Alpha is the first letter of the Greek alphabet. / Alfa Yunan alfabesinin ilk harfidir.

 

Alphabetical: Alfabetik

The names on the list are in alphabetical order.  / Listedeki isimler alfabetik olarak listelenmiştir.

 

Already: Zaten, önceden

‘Lunch?’ ‘No thanks, I’ve already eaten.’ / Öğle yemeği? Hayır, teşekkürler, ben zaten yedim.

 

Also: Ayrıca, -de -da, keza, üstelik

She’s fluent in French and German. She also speaks a little Italian. / O Fransızca ve Almancada akıcıdır. Ayrıca İtalyancayı da biraz konuşur.

 

Alter: Değiştirmek, değişmek

Prices did not alter significantly during 2007. / Fiyatlar 2007 boyunca önemli ölçüde değişmedi.

 

Alternative: Alternatif, değişik

Do you have an alternative solution? / Alternatif bir çözümünüz var mı?

 

Alternatively: Alternatif olarak

The agency will make travel arrangements for you. Alternatively, you can organize your own transport. / Acenta sizin için seyahat düzenlemeleri yapacak. Alternatif olarak kendi taşımanızı organize edebilirsiniz.

 

Although: Rağmen, karşın, olduğu halde

Although small, the kitchen has been well designed. / Küçük olmasına rağmen mutfak iyi dizayn edilmiş.

 

Altogether: Tamamen, büsbütün, hepten

The train went slow until it stopped altogether. / Tren tamamen durana kadar yavaş gitti.

 

Always: Daima, her zaman

Always lock your car. / Daima arabanızı kitleyin. She always arrives at 7.30. / O daima 7.30’da varır.

 

a.m. : Gece yarısı 12 ile öğlen 12 arası.

Football match will start at 10 a.m. / Futbol maçı sabah saat 10’da başlayacak.

 

Amaze: Şaşırtmak, hayrete düşürmek, sürpriz

 

 

Amazed: Şaşırmış, hayret etmiş

 

 

Amazing: Şaşırtıcı, ilginç, hayret verici

An amazing achievement/discovery/success/performance    / Şaşırtıcı bir başarı / keşif / sonuç / performans

 

Ambition: Hırs, tutku

She was intelligent but suffered from a lack of ambition. / O zekiydi ama hırs eksikliğden zarar gördü.

 

Ambulance: Ambulans, can kurtaran,  hasta veya yaralı insanları hastaneye taşımak için özel ekipmanlarla hazırlanmış araç.

 

 

 Among: Arasında, içinde

A house among the trees / Ağaçlar içinde bir ev

 

Amount: Miktar, anlamına gelmek

 

 

Amuse: Eğlendirmek, neşelendirmek, güldürmek

This will amuse you. / Bu sizi eğlendirecek.

 

Amused: Güldürmek, neşelendirmek

Janet was not amused.  / Janet neşeli değildi.

 

Amusing: Eğlenceli, komik, gülünç

An amusing story/game/incident        / Eğlendirici bir hikaye / oyun / olay She writes very amusing letters. / O, çok eğlendirici mektuplar yazar.

 

Analyse: Analiz etmek, çözümlemek

He tried to analyse his feelings. / O duygularını analiz etmeye çalıştı.

 

Analysis: Analiz, çözümleme, inceleme

The book is an analysis of poverty and its causes.  /  Kitap fakirlik ve nedenlerinin bir analizidir. At the meeting they presented a detailed analysis of twelve schools in a London borough / Toplantıda bir Londra kasabasındaki 12 okulun detaylı analizini sundular.

 

Ancient: Eski, çok eski, eskiden kalma

Ancient history/civilization               /                  Eski tarih / medeniyet Ancient Greece     /   Eski Yunan

 

And: ve, ile, de

A table and two chairs   /    Bir masa ve iki sandalye Bread and butter / Ekmek ve tereyağı

 

Anger: Öfke, kızgınlık

Jan slammed her fist on the desk in anger.  / Jan kızgınlığında masaya yumruk attı.

 

Angle: Açı, köşe, çarpıtmak, olta ile balık tutmak

A 45° angle  / 45 derecelik bir açı The photo was taken from an unusual angle.  /  Fotoğraf sıradışı bir açıdan çekilmiştir.

 

Angry:  Öfkeli, kızgın, hiddetli

Her behaviour really made me angry.  /  Onun davranışı gerçekten beni kızdırdı.

 

Animal: Hayvan

A small furry animal  /  Küçük tüylü bir hayvan

 

Ankle: Ayak bileği

My ankles have swollen.  /  Benim ayak bileklerim şişmiş.

 

Anniversary: Yıl dönümü

He was died on the anniversary of his wife’s death.  /   O karısının ölümünün yıl dönümünde öldü.

 

Announce: Duyurmak, bildirmek, ilan etmek

The government yesterday announced to the media plans to create a million new jobs.  /  Hükümet dün bir milyon yeni iş kurmak için planlarını medyaya duyurdu.

 

Annoy: Kızdırmak, sinirlendirmek, rahatsız etmek

I’m sure she does it just to annoy me. / Eminim o sadece beni kızdırmak için yapıyor.

 

Annoyed: Kızgın, rencide

 

 

Annoying: Can sıkıcı

This interruption is very annoying. / Bu kesinti çok can sıkıcı

 

Annual: Yıllık

An annual meeting/event/report      /      Bir yıllık toplantı / etkinlik / rapor

 

Annually: Yıllık, yılda bir kez, her yıl

The exhibition is held annually. / Sergi her yıl düzenlenmektedir.

 

Another: Başka, farklı, bir başka

We need another computer.  / Bizim bir başka bilgisayara ihtiyacımız var.

 

Answer: Yanıt, cevap

I repeated the question, but she didn’t answer. / Ben soruyu tekrarladım, fakat o cevap vermedi.

 

Anti-: Karşı, zıt, muhalif, anti, önlemek

Antisocial / Toplum düzenini reddeden Antifreeze / Donmayı önleyici

 

Anticipate: Tahmin etmek, beklemek, öngörmek

Our anticipated arrival time is 8.30.  / Varış süresinin 8.30 olduğunu tahmin ediyoruz.

 

Anxiety: Kaygı, endişe

If you’re worried about your health, share your anxieties with your doctor. / Sağlığınızdan endişe ederseniz kaygılarınızı doktorunuzla paylaşın.

 

Anxious: Endişeli, kaygılı

Parents are naturally anxious for their children. / Ebeveynler doğal olarak çocukları için endişelenir.

 

Any: Herhangi biri, hiç, her

He wasn’t any good at French. / O Fransızcada hiç iyi değildi.

 

Anybody: Herhangi biri, kimse, hiç kimse

Is there anybody who can help me?  / Bana yardım edebilecek herhangi biri var mı?

 

Anyone: Kimse, herhangi biri, hiç kimse

Is anyone there? / Orada kimse var mı? Did anyone see you? / Siz hiç kimseyi gördünüz mü?

 

Anything: Bir şey, herhangi bir şey, hiçbir şey, her şey

Would you like anything else? / Başka bir şey ister misiniz?

 

Anyway: Zaten, neyse, nasıl olsa, yine de, her halükarda

It’s too expensive and anyway the colour doesn’t suit you. / O çok pahalı ve zaten rengi size uygun değil The water was cold but I took a shower anyway. / Su soğuktu ama ben yine de bir duş aldım.

 

Anywhere: Herhangi bir yere, hiçbir yerde

I can’t see it anywhere. / Ben onu hiçbir yerde göremem. He’s never been anywhere outside Britain. / O İngiltere dışında hiçbir yerde bulunmadı.

 

Apart: Ayrı, arası (uzaklık veya zaman)

We’re living apart now. / Biz şimdi ayrı yaşıyoruz.

 

Apart From: Hariç, ek olarak, başka

Apart from their house in London, they also have a villa in Spain. / Londra’daki evlerinden başka, onların bir de İspanya’da villaları var.

 

Apartment: Daire, apartman dairesi

You can visit the whole palace except for the private apartments. / Özel daireler hariç tüm sarayı ziyaret edebilirsiniz.

 

Apologize: Özür dilemek

Why should I apologize? / Neden özür dilemeliyim? We apologize for the late departure of this flight. / Bu uçuşun geç kalkışı için özür dileriz.

 

Apparent: Açık, bariz, aşikar, belli

It was apparent from her face that she was really upset. / Onun yüzünden belliydi gerçekten üzgün olduğu.

 

Apparently: Görünüşe göre, belli ki, anlaşılan

Apparently they will divorced soon. / Görünüşe göre onlar yakında boşanmış olacak.

 

Appeal: İtiraz, başvuru, temyiz

The company is appealing against the ruling.  /  Şirket, karara karşı itiraz ediyor.

 

Appearance: Görünüş, kılık kıyafet

Judging by appearances can be misleading. / Görünüşe bakarak yargılamak yanıltıcı olabilir.

 

Appear: Görünmek, gözükmek

He appears a perfectly normal person.  / O Gayet normal bir insan olarak görünür.

 

Apple: Elma

A garden with three apple trees. / Üç elma ağacı ile bahçeler.

 

Application: Uygulama, başvuru, dilekçe

A passport application / Bir pasaport uygulaması

 

Apply: Uygulamak, başvurmak, kullanmak

He has applied to join the army.   /   Orduya katılmak için başvurdu.

 

Appoint: Atamak, belirlemek, tayin etmek

They have appointed a new head teacher at my son’s school. / Oğlumun okuluna yeni bir baş öğretmen atadılar.

 

Appointment: Randevu, atama, tayin

Do you have an appointment?  /  Bir randevunuz var mı? I’ve got a dental appointment at 3 o’clock.  /  Saat 3’te bir diş randevum var.

 

Appreciate: Takdir etmek, beğenmek

Her family doesn’t appreciate her.  /  Ailesi onu takdir etmez.

 

Approach: Yaklaşım, girişim, yol, teşebbüs

 

 

Appropriate: Uygun, yerinde

He questioned the appropriateness of their methods.  /  Onların yöntemlerinin uygunluğunu sorguladı. Jeans are not appropriate for a formal party.  /  Kot resmi bir parti için uygun değildir.

 

Approval: Onay, kabul, onaylama

She desperately wanted to win her father’s approval. / Umutsuzca babasının onayını kazanmak istedi.

 

Approve: Onaylamak, kabul etmek

Do you approve of my idea? / Benim fikrimi onaylıyor musunuz? The committee unanimously approved the plan. / Komite oy birliği ile planı onayladı.

 

Approximate: Yaklaşık, yakın, benzer

The cost given is only approximate.  /  Sadece yaklaşık fiyat verildi.

 

Approximately: Yaklaşık olarak, takriben

The journey took approximately seven hours. / Yolculuk yaklaşık olarak yedi saat sürdü. The two buildings were approximately equal in size. / İki bina yaklaşık olarak aynı boyutta.

 

April: Nisan

She was born in April.  /  O, nisanda doğdu. We went to Japan last April. / Geçen nisanda Japonya’ya gittik.

 

Area: Alan, bölge

Desert areas / Çöl bölgeleri There is heavy traffic in the downtown area tonight. / Kent merkezinde bu gece yoğun bir trafik vardır.

 

Argue: Tartışmak, iddia etmek

My brothers are always arguing.  / Kardeşlerim sürekli tartışıyor.

 

Argument: Tartışma, iddia, münakaşa

After some heated argument a decision was finally taken. / Hararetli bir tartışmadan sonra nihayet bir karar alındı.

 

Arise: Ortaya çıkmak, doğmak, kaynaklanmak

A new crisis has arisen. / Yeni bir kriz ortaya çıkmış.

 

Arm: Kol, dal, silah

The country was arming against the enemy. / Ülke düşmana karşı silahlanıyor.

 

Armed: Silahlı, zırhlı, ateşli

An international armed conflict  /  Uluslararası silahlı bir çatışma An armed robbery / Silahlı bir hırsız

 

Army: Ordu

Her husband is in the army.  /  Onun kocası orduda After leaving school, Mike went into the army.  /  Mike okuldan ayrıldıktan sonra orduya girdi.

 

Around: Çevresinde, etrafında

They walked around the lake. / Onlar göl çevresinde yürüdü

 

Arrange: Düzenlemek, ayarlamak, organize etmek

Can I arrange an appointment for Monday? / Pazartesi için bir randevu ayarlayabilir miyiz? She arranged the flowers in vase. / O, vazodaki çiçekleri düzenledi.

 

Arrangement: Düzenleme, anlaşma, tertip

She’s happy with her unusual living arrangements. / O sıradışı yaşam düzenlemeleri ile mutlu. We can come to an arrangement over the price.  / Biz fiyatlar üzerinde bir düzenlemeye gidebiliriz.

 

Arrest: Tutuklamak

She was arrested on suspicion of murder.  /  O, cinayet şüphesi ile tutuklandı.

 

Arrival: Varış, geliş

There are 120 arrivals and departures every day.  /  Her gün 120 varış ve geliş vardır. The first arrivals at the concert got the best seats. / Konserde ilk gelenler en iyi koltukları alır.

 

Arrive: Varmak, ulaşmak, başarmak, gelmek

I’ll wait until they arrive.  / Ben onlar ulaşana kadar bekleyeceğim. A letter arrived for you this morning. / Bu sabah sizin için bir mektup geldi.

 

Arrow: Ok, Ok işareti

Use the arrow keys to move the cursor. / İmleci hareket ettirmek için ok tuşlarını kullanın.

 

Art: Sanat, sanatsal, hüner, ustalık

Contemporary art / Çağdaş sanat Collection of art and antiques / Sanat ve antika koleksiyonu

 

Article: Makale, madde, eşya, nesne, sözleşmeyle bağlanmak

Have you seen that article about young fashion designers? / Genç moda tasarımcıları hakkındaki makaleyi gördünüz mü? Articles of clothing / Giyim eşyaları

 

Artificial: Yapay, suni

Job interview is a very artificial situation. / İş görüşmesi çok yapay bir durumdur.

 

Artist: Sanatçı, ressam

A graphic artist  /  Bir grafik sanatçısı

 

Artistic: Sanatsal, sanatçı ruhlu, güzel sanatlarla ilgili

The artistic works of the period  /  Dönemin sanatsal eserleri She comes from a very artistic family. / O çok sanat ruhlu bir aileden geliyor.

 

As: Olarak, gibi, kadar, iken, olduğu gibi

As she grew older she gained in confidence. / O yaşlanırken güven kazandı. She’s very tall, as is her mother. / O annesi gibi uzun.

 

Ashamed: Mahcup, utanmış

 

 

Aside: Bir tarafa, bir yana

She pulled the curtain aside. / O bir tarafa perde çekti.

 

Aside from: -den başka, dışında

 

 

Ask: Sormak, istemek, rica etmek

Can I ask a question?  /  Ben bir soru sorabilir miyim? All the students were asked to complete a questionnaire.  /  Bütün öğrencilerin bir anket doldurmaları istendi.

 

Asleep: Uykuda, uyumuş

The police found him asleep in a garage. / Polis onu garajda uyurken buldu.

 

Aspect: Görünüm, görünüş, yön, cephe

The book aims to cover all aspects of city life.  /  Kita şehir hayatının bütün yönlerini kapsıyor.

 

Assistance: Yardım, destek

He can walk only with the assistance of crutches.  /  O yalnız koltuk değneklerinin yardımı ile yürüyebilir.

 

Assistant: Yardımcı, asistan, tezgahtar

Assistant Attorney General William Weld  /  Yardımcı başsavcı William Weld

 

Assist: Yardım, destek, sayı yapma pası

Anyone willing to assist can contact with this number.  /  Yardımcı olmayı isteyen herkes bu numara ile irtibat kurabilir.

 

Associate: Ortak, arkadaş, dost, birleştirmek, çağrıştırmak, bağdaştırmak, ilişkilendirmek

I always associate the smell of baking with my childhood.  /  Fırının kokusu bana daima çocukluğumu çağrıştırır. Most people immediately associate addictions with drugs, alcohol and cigarettes.  /  İnsanların çoğu uyuşturucu, alkol ve sigarayı bağımlılık ile ilişkilendirir.

 

Associated: İlişkili, birleşmiş

Salaries and associated costs have risen substantially.  /  Maaşlar ve ilişkili maliyetler önemli ölçüde artmıştır.

 

Association: Dernek, ortaklık, iş birliği

Football Association  / Futbol derneği

 

Assume: Üstlenmek, farz etmek, saymak, varsaymak

In the story the god assumes the form of an eagle.  /  Hikayede tanrı bir kartal şeklinde varsayılır. The court assumed responsibility for the girl’s.  /  Mahkeme kızın sorumluluğunu üstlendi.

 

Assure: Sağlamak, temin etmek, garanti etmek

This achievement has assured her a place in the history books.  /  Bu başarı onun tarih kitaplarındaki yerini garanti etti.

 

At: -de, -da, -ye, -ya, -e, -a, savaşçı, asker

At the corner of the street  /  Caddenin köşesinde They arrived late at the airport.  /  Onlar havaalanına geç geldi. We left at 2 o’clock.  /  Biz saat 2’de ayrıldık.

 

Atmosphere: Atmosfer

Pollution of the atmosphere / Atmosfer kirliliği Saturn’s atmosphere /  Satürnün atmosferi

 

Atom: Atom, zerre, çok az miktar

The splitting of the atom  / Atom bölme

 

Attach: Eklemek, bağlamak, takmak, iliştirmek

 

 

Attached: Bağlı, ekli, takılı

I’ve never seen two people so attached to each other. / Ben birbirine öyle bağlı iki insan görmemiştim. The research unit is attached to the university. / Araştırma ünitesi üniversiteye bağlıdır.

 

Attack: Saldırı, atak, hücum

A woman was attacked and robbed by a gang of youths.  /  Genç bir çete tarafından bir kadın saldırıya uğradı ve soyuldu. The man attacked him with a knife. / Adam bir bir bıçakla ona saldırdı.

 

 Attempt: Girişim, teşebbüs, denemek

I will attempt to answer all your questions. / Bütün sorularınızı cevaplamayı deneyeceğim. The prisoners attempted to escape, but failed.  / Mahkumlar kaçmaya çalıştı, fakat başarısız oldu.

 

Attempted: Teşebbüs etmek, denemek, kalkışmak

We were shocked by his attempted suicide.  /  Biz onun intihar girişiminden şok olduk.

 

Attend: Katılmak, devam etmek, bir yere gitmek, hazır bulunmak, hizmet etmek

Our children will attend the same school. / Çocuklarımız aynı okula gidecek. The meeting was attended by 90% of shareholders. / Hissedarların % 90’ı toplantıya katıldı.

 

Attention: Dikkat, ilgi, özen

She tried to attract the waiter’s attention. / O garsonun dikkatini çekmeye çalıştı.

 

Attitude: Tutum, tavır, davranış

If you want to pass your exams you’d better change your attitude!  / Sınavlarınızı geçmek istiyorsanız tavırlarınızı değiştirseniz daha iyi olur.

 

Attorney: Avukat

 

 

Attract: Çekmek, cezbetmek

The exhibition has attracted thousands of visitors.  / Sergi binlerce ziyaretçi çekti.

 

Attraction: Cazibe, çekicilik

Buckingham Palace is a major tourist attraction.  /  Buckingham sarayı önemli bir turist çekim merkezidir.

 

Attractive: Cazip, ilgi çekici

I like John but I don’t find him attractive physically.  /  Ben John’u beğenirim ama fiziksel olarak onu çekici bulmuyorum.

 

Audience: İzleyici, dinleyici, seyirci

The audience clapping for 10 minutes.  /  Seyirci 10 dakikadır alkışlıyor. Movie audiences  /  Film izleyicileri

 

August: Ağustos

 

 

Aunt: Teyze, hala, yenge

My aunt lives in Canada.  /  Teyzem Kanada’da yaşıyor.

 

Author: Yazar

Who is your favourite author?  /  En sevdiğiniz yazar kim?

 

Authority: Otorite, yetki, uzman, bilirkişi

in a position of authority / bilirkişi pozisyonunda Only the manager has the authority to sign cheques. / Sadece yönetici çekleri imzalama yetkisine sahiptir.

 

Automatic: Otomatik, kendi kendine olan

A fully automatic driverless train  /  Tam otomatik sürücüsüz tren Automatic transmission / Otomatik vites

 

Autumn: Sonbahar, güz

in the autumn of 2013 / 2013’ün sonbaharında It’s been a very mild autumn this year.  /  Bu yıl sonbahar çok ılıman oldu.

 

Available: Mevcut, geçerli, hazır, müsait

We’ll send you a copy as soon as it becomes available.   /  Hazır olur olmaz size bir kopya göndereceğiz.

 

Average: Ortalama

The average of 4, 5 and 9 is 6.  /  4, 5 ve 9’un ortalaması 6’dır.

 

Avoid: Önlemek, kaçınmak

The name was changed to avoid confusion with another firm. / Başka bir firma ile karışıklığı önlemek için adı değiştirildi.

 

Awake: Uyanık, farkına varmak

I was still awake when he came to bed.  /  O yatağa gittiği zaman ben hâlâ uyanıktım.

 

Award: Ödül, karar, hüküm, vermek

The judges awarded equal points to both finalists.   /  Uzmanlar her iki finalisti eşit puanla ödüllendirdi.

 

Aware: Farkında, haberdar, uyanık

He was aware of the problem. / O, sorunun farkındaydı.

 

Away: Uzak, uzakta, deplasmanda

The beach is a mile away.  /  Sahil bir mil uzakta.

 

Awful: Korkunç, berbat, müthiş, oldukça büyük

The weather last summer was awful. / Geçen yaz hava berbattı.

 

Awfully: Çok, son derece, müthiş bir şekilde

I’m awfully sorry for this problem. / Ben bu problem için çok üzgünüm.

 

Awkward: Garip, beceriksiz, sakar, ters, kullanışsız

There was an awkward silence. / Bir garip sessizlik vardı. Don’t ask awkward questions.  / Garip sorular sorma.

 

Baby: Bebek

A newborn baby  /  Yenidoğan bir bebek My sister expecting a baby / Kız kardeşim bir bebek bekliyor

 

Back: Geri, arka, sırt, desteklemek

If you can’t drive in forwards, try backing it in.  /   İleri süremezseniz geriye sürmeyi deneyin. Doctors have backed plans to raise the tax on cigarettes.  /  Doktorlar sigara üzerindeki vergiyi arttırmak için yapılan planlara destek verdi.

 

Background: Geçmiş, arka plan, özgeçmiş

In spite of their very different backgrounds, they immediately became friends.  / Çok farklı geçmişleri olmasına rağmen hemen arkadaş oldular.

 

Backward: Geri, ters, geriye

 

 

Bacteria: Bakteri

Bacterial infections  /  Bakteriyel enfeksiyonlar

 

 Bad: Kötü, fena, berbat

I’m having a really bad day.  /  Ben gerçekten kötü bir gün geçiriyorum. A bad teacher  /  Kötü bir öğretmen

 

Badly: Kötü bir şekilde, fena halde

Badly designed  /  Kötü tasarlanmış

 

Bad-tempered: Kötü huylu, aksi, ters

She gets very bad-tempered when she’s tired.  /  O yorulduğunda çok kötü huylu olur.

 

Bag: Çanta, torba, poşet, yakalamak

A plastic bag  /  Plastik bir çanta A shopping bag  /  Bir alışveriş çantası

 

Baggage: Bagaj, valiz, şımarık kadın

We loaded our baggage into the car.  /  Bagajımızı arabaya yükledik.

 

Bake: Fırında pişirmek, kurutmak, pişirmek, yemekli toplantı

The delicious smell of baking bread / Ekmek pişirmenin lezzetli kokusu

 

Balance: Dengelemek, uyum, terazi, balans

She balanced the cup on her knee.  /  O fincanı dizinde dengeledi.

 

Ball: Top, küre

Football Ball / Futbol topu

 

Ban: Yasaklamak, men etmek

Lift a ban / Yasağı kaldırmak

 

Bandage: Bandaj, sargı, sarmak

Don’t bandage the wound too tightly.  /  Yarayı çok sıkı bir şekilde sarma.

 

Band: Bant, grup, orkestra, şerit, bantlamak, şerit yapmak

He persuaded a small band of volunteers to help. / O yardımcı olmak için küçük bir gönüllü grubu ikna etti.

 

Bank: Banka, parasal işleri yapmak, sahil, kıyı

a bank loan / Bir banka kredisi My salary is paid directly into my bank. / Benim maaşım doğrudan bankama ödenir.

 

Bar: Bar, çizgi, kalıp, engellemek, baro

We met at a bar called the Flamingo. / Biz Flamingo denilen bir barda buluştuk. The hotel has a restaurant, bar and swimming pool.  /  Otelin restoranı, barı ve yüzme havuzu var.

 

Bargain: Pazarlık, kelepir, anlaşma

bargain prices / pazarlık fiyatları He and his partner had made a bargain to tell each other everything.  /  O ve partneri birbirlerine her şeyi anlatmak için anlaşma yapmıştı.

 

Barrier:  Bariyer, engel, set, korkuluk

Show your ticket at the barrier.  /  Engelde biletini göster. the removal of trade barriers / Ticari engelleri kaldırılması

 

Base: Temel, taban, esas, dayandırmak, adi

They decided to base the new company in York.  /  York’ta yeni şirketti temellendirmeye karar verdiler.

 

Based: Merkezli, kurulmuş, yerleşik, dayanmış

The movie is based on a real-life incident. / Film gerçek hayattaki bir kazaya dayanmış.

 

Basically:  Temel olarak, aslında, esasında

Yes, that’s basically correct.  / Evet, aslında doğru. The two approaches are basically very similar. / İki yaklaşım temel olarak çok benzer.

 

Basic: Temel, basit, ana, esas

the basic principles of law / Hukukun temel ilkeleri Drums are basic to African music. / Davullar Afrika müziğinin temelidir.

 

Basis: Temel, esas, kaynak, ilke, kaide, prensip

The basis of a good marriage is trust.  /  İyi bir evliliğin kaidesi güvendir.

 

Bath: Banyo, küvet, yıkamak, yıkanmak

I think I’ll have a bath and go to bed.  / Ben yıkanmayı ve yatağa gitmeyi düşünüyorum.

 

Bathroom: Banyo

Go and wash your hands in the bathroom. / Git ve banyoda ellerini yıka. Where’s the bathroom?  /  Banyo nerede?

 

Battery: Pil, batarya, akü, dizi, seri, kötü muamele

a car battery  /  Bir araba aküsü He faced a battery of questions. / O, bir dizi soru ile karşı karşıya.

 

Battle: Savaş, çatışma, mücadele

a legal battle for compensation / tazminat için yasal bir savaş

 

Bay: Defne, koy, körfez, havlamak

the Bay of Bengal  /  Bengal körfezi

 

Beach: Plaj, sahil, karaya çekmek

Tourists sunbathing on the beach / Turistler sahilde güneşleniyor

 

Beak: Gaga, burun, ağız, hakim

The gull held the fish in its beak.  /  Martı balığı gagasında tuttu.

 

Bear: Ayı, spekülatör, taşımak, götürmek

 

 

Beard: Sakal

Goat’s beard / Keçi sakalı

 

Beat: Dövmek, yenmek, vuruş, darbe

 

 

Beautiful: Güzel, harika, hoş, nefis, tatlı

a beautiful woman / güzel bir kadın She looked stunningly beautiful that night. /  O gece şaşırtıcı şekilde güzel görünüyordu.

 

Beautifully: Güzelce, hoşça

She sings beautifully. / O güzelce şarkı söylüyor. a beautifully decorated house / güzelce dekore edilmiş bir ev

 

Beauty: Güzellik, güzel, nadide

a woman of great beauty  /  muazzam güzellikte bir kadın

 

Be: Olmak, var olmak, bulunmak

I’ll be seeing him soon.  /  Yakında onu görüyor olacağım.

 

Because: Çünkü, dolayı, yüzünden, -dığı için

He walked slowly because of his bad leg.  / Ayağı kötü olduğu için yavaşça yürüdü.

 

Become: Olmak, haline gelmek, -laşmak, -leşmek

The bill will become law next year. / Tasarı gelecek yıl yasalaşacak. She’s studying to become a teacher.  /  O bir öğretmen olmak için çalışıyor.

 

Bed: Yatak, zemin, yatırmak, yatak yapmak

Could you give me a bed for the night?  /  Gece için bana bir yatak verebilir misiniz? There’s a shortage of hospital beds.  /  Hastanede yatak eksikliği var.

 

Bedroom: Yatak odası

Clara is sleeping in bedroom. / Clara yatak odasında uyuyor.

 

Beef: Sığır eti, et, şikayet etmek

Did you eat beef?  /  Sığır eti yedin mi? What’s his latest beef? / Onun en son şikayeti nedir?

 

Beer: Bira

a beer glass / bir bardak bira

 

Before: Önce, önceki

You should have told me so before.  /  Çok önce bana söylemeliydin.

 

Begin: Başlamak, doğmak

Shall I begin?  /  Başlayacak mıyım? She began by thanking us all for coming.  /  O geldiğimiz için hepimize teşekkür ederek başladı. At last the guests began to arrive.  /  Sonunda misafirler gelmeye başladı.

 

Beginning: Başlangıç, baş, kaynak

We missed the beginning of the movie. / Filmin başını kaçırdık. We’re going to Japan at the beginning of July. / Temmuzun başında Japonya’ya gidiyoruz.

 

Behalf: Adına

On behalf of the department I would like to thank you all. / Bölüm adına size teşekkür etmek istiyorum. Mr Jackson isn’t be here, so his wife will accept the prize on his behalf.  /  Bay Jackson burada değil, bundan dolayı ödülü onun adına karısı alacak.

 

Behave: Davranmak, hareket etmek, terbiyeli olmak

They behaved very badly towards their guests. /  Onlar misafirlerine çok kötü bir şekilde davrandı. He behaved like a true gentleman. / Gerçek bir beyfendi gibi davrandı.

 

Behaviour: Davranış, tutum, hareket, tavır

His behaviour towards her was becoming more and more aggressive. / Ona karşı tutumu daha da saldırganlaşıyordu.

 

Behind: Arkasında, geride

 

 

Belief: İnanç, iman, kanı, düşünce

The incident has shaken my belief towards her. / Olay ona karşı inancımı sarstı.

 

Believe: İnanmak, güvenmek

Believe me, she’s not right for you. / İnan bana, o senin için doğru değil. I believed his lies for years. / Yıllardır onun yalanlarına inandım.

 

Bell: Zil, çan, bağırmak

wedding bells / düğün çanları door bell/ kapı zili

 

Belong: Ait, -nin olmak, aidiyet, üyesi olmak, ilgili olmak

to feel a sense of belonging / aidiyet duygusu hissetmek

 

Below: Aşağıda, altında, aşağı, alt, düşük rütbede

They live on the floor below.  /  Onlar alt katta yaşıyor. See below for references. / Referanslar için aşağı bakın.

 

 Belt: Kemer, kayış, kuşak

a belt buckle  /  bir kemer tokası

 

Bend: Viraj, dirsek, eğmek, eğilmek

There is a sharp bend in the road  / Yolda keskin bir viraj var

 

Beneath: Altında, altta

The boat sank beneath the waves.  /  Tekne dalgaların altında battı.

 

Benefit: Yarar, fayda, kazanç, avantaj

We should spend the money for something that will benefit to everyone. / Biz herkese yararlı olacak bir şey için para harcamalıyız.

 

Bent: Bükülmüş, kıvrık, eğilim, yetenek, istek

He was bent double with laughter.  /  O gülmekten iki büklüm oldu.

 

Beside: Yanında, dışında, kıyasla

He sat beside her all night.  /  Bütün gece onun yanında oturdu. My painting looks childish beside yours. / Benim resmim seninkinin yanında çocukça görünüyor.

 

Best: En iyi, en çok, yenmek

We all want the best for our children.  /  Biz çocuklarımız için en iyisini isteriz.

 

Bet: Bahis, iddia

 

 

Better: Daha iyi, daha güzel

I know better him / Onu daha iyi biliyorum

 

Betting: Bahis, bahse girme

illegal betting / yasa dışı bahis

 

Between: Arasında, ortasında

The house was near a park but there was a road in between.  /  Ev bir parkın yakınındaydı; fakat aralarında bir yol vardı.

 

Beyond: Ötesinde, öte, -den öte, ayrıca, öbür dünya

Snowdon and the mountains beyond were covered in snow.  /  Snowdon ve ötesinde dağlar karla kaplıydı.

 

 Bicycle: Bisiklete, bisiklete binmek

He got on his bicycle and went away.  /  O, bisiklete bindi ve uzaklaştı.

 

Bid: Teklif, ihale, teklif vermek, fiyat vermek, deklare etmek, söylemek

I did bid £2000 for the painting.  /  Ben tablo için 2000 sterlin fiyat verdim. A French firm will be bidding for the contract. / Bir Fransız firması anlaşma için teklif verecek.

 

Big: Büyük, önemli, kocaman, çok

This shirt isn’t big enough.  /  Bu gömlek yeterince büyük değil. You’re a big girl now.  /  Şimdi büyük bir kızsın. You are making a big mistake. / Önemli bir hata yapıyorsun.

 

Bike: Bisiklet, motosiklet, bisiklete binmek, motosiklete binmek

I usually go to work by bike.  /  Ben genellikle işe bisiklet ile giderim.

 

Bill: Fatura, tasarı, senet, fatura etmek, fatura çıkarmak

She always pays her bills on time.  /  O, daima faturalarını zamanında öder. Bill of Education Reform /  Eğitim Reformu Tasarısı

 

Billion: Milyar

Worldwide sales reached 2.5 billion.  /  Dünya çapında satışlar 2.5 milyara ulaştı. half a billion dollars / yarım milyar dolar

 

Bin: Çöp kutusu, kova, kutu, ambar, kömürlük

a rubbish bin / bir çöp kutusu a bread bin / bir ekmek kutusu

 

Biology: Biyoloji

How far is human nature determined by biology?  /  İnsan doğası biyoloji tarafından ne kadar belirlenebilir?

 

Bird: Kuş, güdümlü mermi, adam, kız

Eagle a kind of bird.  /  Kartal bir kuş türüdür.

 

Birth: Doğum, doğuş yavrulama, köken, kaynak

Please state your date and place of birth.  /  Lütfen doğum yerinizi ve tarihini belirtiniz. Anne was French by birth but lived most of her life in Italy.  /  Anne köken olarak Fransız ama hayatının çoğunun İtalya’da geçirdi.

 

Birthday: Doğum günü, yaş günü

Oliver’s 13th birthday / Oliver’in 13. doğum günü

 

Biscuit: Bisküvi, kurabiye, çörek, kuru pasta, açık kahverengi

a packet of chocolate biscuits / bir paket çikolatalı bisküvi

 

Bite: Isırmak, sokmak, lokma

The dog gave me a playful bite.  /  Köpek bana eğlenceli bir ısırık verdi. She took a couple of bites of the sandwich. / O, sandviç lokmasından bir çift aldı.

 

Bitter: Acı, sert, keskin, acılı, şiddetli

a long and bitter dispute / uzun ve acı bir tartışma Black coffee leaves a bitter taste in the mouth. / Siyah kahve ağızda acı bir tat bırakır.

 

Bitterly: Acı bir şekilde, acı acı, için için, şiddetle, keskin bir şekilde

They complained bitterly. / Onlar, acı acı şikayet ettiler.

 

Black: Siyah, kara

Everyone at the funeral was dressed in black. / Cenazede herkes siyah giymişti.

 

Blade: Kılıç, bıçak ağzı, yaprak

Blame: Suçlamak, sorumlu tutmak

 

 

Blank: Boşluk, açık, yazısız kağıt, silmek

Please fill in the blanks.  /  Lütfen boşlukları doldurunuz. If you can’t answer the question, leave a blank.  /  Soruya cevap vermezseniz boş bırakınız.

 

Blind: Kör, gizli, görmeyen, anlayışsız, düşüncesiz

One of her parents is blind.  /  Onun ebeveynlerinden biri kör.

 

Block: Engellemek, kapanmak, bloke etmek, durdurmak

His way was blocked with two massive rock. / Onun yoldu iki büyük kayak ile kapatıldı.

 

Blonde: Sarışın

Is she a natural blonde?  /  O doğuştan sarışın mı?

 

Blood: Kan, kan bağı, akrabalık, huy

He lost a lot of blood in the accident.  /  O, kazada çok kan kaybetti.

 

Blow: Darbe, üfleme, esinti

She received a severe blow on the head.  /  O, kafasına şiddetli bir darbe aldı. He was knocked out by a single blow to the head. /  O kafasına ladığı bir tek darbe ile nakavt oldu. Blow with your nose / Burnunuzla üfleyin

 

Blue: Mavi

The room was decorated in vibrant blues and yellows.  /  Oda canlı mavi ve sarı renklerle dekore edilmiş. She was dressed in blue. / O mavi giymişti.

 

Board: Binmek, tahta, pano, kurul, komisyon, bir yerde kalmak

Passengers are waiting to board.  /  Yolcular binmeyi bekliyor. He boarded at his aunt’s house until he found a place of his own. /  O, kendisine bir yer bulana kadar teyzesinin evinde kaldı.

 

 Boat: Tekne, kayık, gemi, kayıkla gezmek

a fishing boat  / bir balıkçı teknesi You can take a boat trip along the coast.  /  Sahil boyunca bir tekne gezisi yapabilirsiniz.

 

Body: Vücut, gövde, beden

His whole body was trembling.  /  Bütn vücudu titriyordu. He has a large body, but thin legs. / O iri bir vücuda sahip fakat bacakları ince.

 

Boil: Kaynatmak, kaynamak, haşlamak, kızışma, galeyan, son radde

Water was boiling. / Su kaynıyordu.

 

Bomb: Bomba, fiyasko, başarısızlık, bombalamak, fiyasko ile sonuçlanmak

Terrorists bombed several army barracks.  /  Teröristler birkaç askeri kışla bombaladı.

 

Bone: Kemik, kemikten yapılmış

The dog was gnawing at a bone.  /  Köpek bir kemik kemiriyordu. She had a beautiful face with very good bone structure.  /  O çok iyi bir kemik yapısı ile güzel bir yüze sahipti.

 

Book: Kitap, rezervasyon, yer ayırtmak

Book early to avoid disappointment.  /  Hayal kırıklığını önlemek için erken rezervasyon yaptırın. My favourite book is Nar Ağacı / Benim en sevdiğim kitap Nar Ağacı

 

Boot: Çizme, bot, bagaj, kovalamak, tekme atmak

cowboy boots  /  kovboy çizmeleri Did you lock the boot?  /  Bagajı kilitledin mi?

 

Border: Sınır, kenar, sınır koymak, çerçevelemek

a national park on the border between Kenya and Tanzania / Kenya ve Tanzanya arasındaki sınırda bir milli park.

 

Bore: Sıkmak, sıkıntı, delik, oyuk

 

 

Bored: Sıkılmış, bıkkın, bunalmış

There was a bored expression on her face. / Onun yüzünde bıkkın bir ifade vardı.

 

Boring: Sıkıcı, can sıkıcı

a boring job  / sıkıcı bir iş

 

Born: Doğmuş, doğum

I was born in 1976.   /    Ben 1976’da doğdum. He was born in a small village in northern Spain. /  O, Kuzey İspanya’da bir küçük köyde doğdu.

 

Borrow: Ödünç almak, alıntı yapmak

Can I borrow your umbrella?  /  Şemsiyeni ödünç alabilir miyim?

 

Boss: Patron, iş veren, yönetmek, idare etmek

 

 

Both: İkisi de, her ikisi de

Both women were French. /  Kadınların ikisi de Fransızdı. We were both tired. / İkimiz de çok yorulduk.

 

Bother: Zahmet, sıkıntı, rahatsız etmek, can sıkmak;  Bother! : Allah’ın belası, baş belası

That sprained ankle is still bothering her.   /  Burkulan ayak bileği hâlâ onu rahatsız ediyor.

 

Bottle: Şişe, biberon, içki

A milk bottle / Bir süt şişesi

 

Bottom: En alt, dip, alttaki, dipteki

Put your clothes in the bottom drawer.  /  Elbiselerini alttaki çekmeceye koy.

 

Bound: Bağlı, mecbur, sınır, sınırlamak, sıçramak, zıplamak

 You’re bound to pass the exam.  / Sınavınızı geçmeye mecbursunuz.

 

Bowl: Çanak, kase, tas, yuvarlamak, çevirmek, bovling oynamak

a salad/fruit/sugar bowl / bir salata/meyve/şeker kasesi a bowl of soup / bir kase çorba

 

Box: Kutu, sandık, kulübe, loca, yumruk, kutuya koymak, yumruk atmak

She kept all the letters in a box. / O, tüm mektupları bir kutu içinde tuttu.

 

Boy: Erkek, erkek çocuk, oğlan

I used to play here as a boy.  /  Ben bir çocukken burada oynardım. They have two boys and a girl. / Onların iki erkek ve bir kız çocuğu var.

 

Boyfriend: Erkek arkadaş

My boyfriend is very handsome.  /  Benim erkek arkadaşım çok yakışıklı.

 

Brain: Beyin, akıl, zeka, kafa

She died of a brain tumour. / O bir beyin tümörü yüzünden hayatını kaybetti.

 

Branch: Şube, dal, kol, branş

She climbed the tree and hid in the branches.  /  O ağaca tırmandı ve dallarına saklandı.

 

 Brand: Marka, damga, damgalamak, derin etki bırakmak

Which brand of toothpaste do you use?  /  Sen hangi diş macunu markasını kullanıyorsun?

 

Brave: Cesur, yiğit, kahraman

Be brave!  /  Cesur ol! I wasn’t brave enough to tell her what I thought of her.  /  Ben onun için düşündüğümü, ona söylemek için yeterince cesur değilim.

 

Bread: Ekmek, para

wholemeal bread  /  kepek ekmeği

 

Break: Kırmak, kesmek, mola, ara

She worked all day without a break. / O, bütün gün aralıksız çalıştı.

 

Breakfast: Kahvaltı

Do you want bacon and eggs for breakfast?  /  Kahvaltı için pastırma ve yumurta ister misiniz? They were having breakfast when I arrived.  / Ben vardığımda onlar kahvaltı yapıyordu.

 

Breast: Göğüs, meme, göğüslemek

She put the baby to her breast.   /   O, bebeği göğsüne koydu.

 

Breath: Nefes, soluk, esinti

I took a deep breath. / Derin bir nefes aldım.

 

Breathe: Nefes almak

The air was so cold we could hardly breathe.  /  Hava çok soğuktu ve biz güçlükle nefes alabiliyorduk.

 

Breed: Cins, tür, nesil

a breed of sheep / bir koyun cinsi

 

Brick: Tuğla, tuğladan yapılmış

The school was built of brick. / Okul tuğladan inşa edildi.

 

Bridge: Köprü, köprü kurmak, briç

Who was on the bridge when the collision took place?  /  Çarpışma gerçekleştiği zaman köprüde kim vardı?

 

Brief: Kısa, özet

a brief visit  /  Kısa bir ziyaret.

 

Briefly: Kısa bir zaman için, kısaca, özetle

Let me tell you briefly what happened.  /  Kısaca bana ne olduğunu anlat.

 

Bright: Aydınlık, parlak, zeki

a bright room / aydınlık bir oda I like bright colours.  /  Parlak renkleri severim.

 

Brilliant: Parlak, zeki, görkemli, çok başarılı, pırlanta

What a brilliant idea!  /  Ne parlak bir fikir.

 

Bring: Getirmek, kazandırmak, neden olmak,

Don’t forget to bring your books  /  Kitaplarını getirmeyi unutma. She brought her boyfriend to the party.  /  O, partiye erkek arkadaşını getirdi.

 

Broad: Geniş, genel, yaygın

broad shoulders  /  geniş omuzlar two metres broad and one metre high  /  iki metre genişliğinde ve bir mete yüksekliğinde

 

Broadcast: Yayın

We watched a live broadcast of the speech.  /  Konuşmanın canlı yayınını izledik.

 

Broadly: Geniş, geniş olarak, genel olarak, açık olarak

 

 

Broken: Bozuk,kırık, arızalı

pieces of broken glass  /  kırık cam parçaları

 

Brother: Kardeş, erkek kardeş

He’s my brother.  /  O benim erkek kardeşim.

 

Brown: Kahverengi

My mom has brown eyes.  /  Annemin gözlerin kahverengidir.

 

Brush: Fırçalamak, süpürmek, değmek

You must brush your teeth for  oral and dental health.  /  Ağız ve diş sağlığınız için dişinizi fırçalamalısınız.

 

Bubble: Kabarcık, baloncuk, fokurdamak, köpürmek

water bubbles  /  Su kabarcıkları

 

Budget: Bütçe, stok

a big-budget movie  /  büyük bütçeli bir film. We decorated the house on a tight budget.  /  Dar bir bütçe ile evi dekore ettik.

 

Build: Yapmak, inşa etmek, yapı

They have permission to build 200 new houses.  /  Onlar 200 yeni konut inşa etmek hakkına sahip.

 

Building: Bina, inşa, yapı

A structure such as a house or school that has a roof and walls  /  çatı ve duvarları olan ev veya okul gibi bir bina.

 

Bullet: Mermi, kurşun

He was killed by a bullet in the head.  /  O kafasına bir kurşun sıkılarak öldürüldü.

 

Bunch: Demet, grup, salkım, deste yapmak

She picked me a bunch of flowers.  /  O, bana bir demet çiçek topladı.

 

 Burn: Yakmak, yanmak

A welcoming fire was burning in the fireplace.  /  Şöminede bir karşılama ateşi yanıyordu.

 

Burnt: Yanmış, kavrulmuş

Your hand looks badly burnt.  /  Eliniz fena yanmış görünüyor.

 

Brust: Patlamak, infilak etmek

That balloon will burst if you blow it up any more.  /  Biraz daha üflerseniz balon patlayacak.

 

Bury: Gömmek, gizlemek

He was buried in Highgate Cemetery.  /  O Highgate mezarlığına gömüldü.

 

Bus: Otobüs, otobüsle taşımak

Shall we walk or go by bus?  /  Biz yürüyecek miyiz; yoksa otobüsle mi gideceğiz? a school bus  /  bir okul otobüsü

 

Bush: Çalı, çalılık arazi

 

 

Business: İş, faaliyet, ticaret

a business investment  /  Bir iş yatırımı

 

Businessman: İş adamı

My uncle is a businessman.  /  Benim amcam bir iş adamı.

 

Busy: Meşgul, yoğun, istek

a very busy life / çok yoğun bir hayat Are you busy tonight? / Bu akşam meşgul müsün?

 

But: Fakat, lakin, ama, ancak, sadece, yalnızca, itiraz

His mother won’t be there, but his father might.  /  Annesi orada olamayacak; fakat babası olabilir. I’d asked everybody but only two people came.  /  Ben herkese rica ettim ama sadece iki kişi geldi.

 

Butter: Tereyağı, yağcılık

Fry the onions in butter.  /  Tereyağda soğan kızartma. Do you want butter or margarine on your toast?  /  Tostunuza tereyağı veya margarin ister misiniz?

 

Button: Düğme, buton, düğmelemek

shirt buttons  /  gömlek düğmeleri Ahmet pressed a button and waited for the lift.  /  Ahmet bir düğmeye bastı ve asansör için bekledi.

 

Buy: Satın almak, almak

Where did you buy that dress?  /  Bu elbiseyi nereden satın aldınız? He bought me a new coat.  /  O, bana yeni bir ceket satın aldı.

 

 Buyer: Alıcı

Have you found a buyer for your house?  /  Evin için bir alıcı buldun mu?

 

By: Tarafından, göre, ile, yoluyla, aracılığı ile, yakın

He came by bus.  /  Otobüs ile geldi. Mary is respected by everyone.  /  Mary’ye herkes tarafından saygı duyulur. I need to know your answer by Friday. /  Cumaya kadar senin cevabını bilmem gerekir.   Bye: Hoşça kal, güle güle Bye! See you next week.  /  Güle güle! Haftaya görüşürüz.

 

Cabinet: Kabine, bakanlar kurulu, dolap, vitrinli dolap

a cabinet meeting /  bir kabine toplantısı kitchen cabinets / mutfak dolapları

 

Cable: Kablo, kablolu yayın, kablolu televizyon

fibre-optic cable  /  fiber optik kablo

 

Cake: Kek, pasta, çörek, kalıp, kalıplaşmak, katılaşmak

a birthday cake  /  bir doğumgünü pastası

 

Calculate: Hesaplamak, saymak, tasarlamak, planlamak

We haven’t really calculated the cost of the vacation yet.  /  Biz, gerçekten henüz tatilin maliyetini hesaplamış değiliz.

 

Calculation: Hesaplama

Cathy did a rough calculation.  /  Cathy kaba bir hesaplama yaptı.

 

Call: Çağrı, davet, arama / demek, adlandırmak, söylemek

Were there any calls for me while I was out?  /  Ben dışardayken onlar beni hiç aradı mı? I left a message but he didn’t return my call.  /  Ben bir mesaj bıraktım ama o benim çağrıma geri dönmedi.

 

Called: Denilen, adlı

I don’t know anyone called Scott.  /  Ben Scott denilen birini tanımıyorum.

 

Calm: Sakin, durgun, huzurlu

The police appealed for calm.  /  Polis sakin olmasını rica etti.

 

Camera: Kamera, fotoğraf makinesi, gizli

a camera crew / bir kamera ekibi Are you prepared to tell your story on camera?  /  Kameraya anlatacağınız hikayeniz için hazır mısınız?

 

Campaign: Kampanya, seferberlik, savaş

an advertising campaign / bir reklam kampanyası

 

Camp: Kamp, kamp yapmak, kısa bir zaman için konaklamak

I camped overnight in a field.  /  Ben gece boyunca bir alanda kamp yaptım.

 

Camping: Kamp, kamp yapma

camping equipment  /  kamp ekipmanları

 

Can: Yababilmek, edebilmek, -ebilmek, kutu

I can run fast.  /  Ben hızlı koşabilirim. He couldn’t answer the question.  /  O, soruya cevap veremedi.

 

Cancel: İptal, fesih, kaldırmak

All flights have been cancelled because of bad weather.  /  Kötü hava şartlarından dolayı bütün uçuşlar iptal edildi. The wedding was cancelled at the last minute.  /  Düğün son dakikada iptal edildi.

 

Cancer: Kanser, kötü şey

Most skin cancers are completely curable. / Çoğu cilt kanseri tamamen tedavi edilebilir.

 

Candidate: Aday

one of the leading candidates for the presidential  /  başkanlık için önde gelen adaylardan biri There were a large number of candidates for the job.  /  İş için çok sayıda aday vardı.

 

Candy: Şeker, şekerleme

Who wants the last piece of candy?  /  Şekerin son parçasını kim ister?

 

Cannot: Yapamamak, edememek

I cannot believe the price of the tickets!  /  Biletlerin fiyatına inanamıyorum.

 

Capable: Yetenekli, kabiliyetli, -ebilmek

You are capable of better work than this.  /  Sen bundan daha iyi bir iş yapabilirsin. She’s a very capable teacher.  /  O çok kabiliyetli bir öğretmen.

 

Capacity: Kapasite, fonksiyon

The theatre has a seating capacity of 2000.  /  Tiyatro 2000 kişilik oturma kapasitesine sahiptir.

 

Cap: Kapak, başlık, örtmek

a lens cap  /  bir lens kapağı

 

Capital: Sermaye, kazanç, başkent, büyük, ölüm, ana, ilk harf

Capital city of Turkey is Ankara.  /  Türkiye’nin başkenti Ankara’dır. a capital offence / bir ölüm saldırısı English is written with a capital ‘E’.  /  English’in ilk harfi büyük E ile yazılır.

 

Captain: Kaptan, önder

The captain gave the order to abandon ship./  Kaptan gemiyi terk etme emrini verdi. She was captain of the hockey team at school. /  O, okulun hokey takımında kaptandı.

 

Capture: Ele geçirmek, esir almak, yakalama

the capture of enemy territory / düşman topraklarını ele geçirmek

 

Car: Araba, otomobil

Where can I park the car? /  Arabayı nereye park edebilirim?

 

Cardboard: Karton, mukavva

a cardboard box / bir karton kutu

 

Card: Kart

a piece of card  /  bir kart parçası an appointment card / bir randevu kartı Here’s my card if you need to contact me again.  /  Benimle tekrar iletişim kurmak isterseniz kartım burada.

 

Care: Bakım, dikkat, özen, ilgi

I don’t care. / Umrumda değil.

 

Career: Kariyer, meslek, koşmak

She has been concentrating on her career.  / O, kariyerine konsantre olmuştur.

 

Careful: Dikkatli, titiz

Be careful! / Dikkatli ol! I’m very careful about washing my hands before eating  /  Yemekten önce ellerimi yıkama konusunda çok dikkatliyim.

 

Careless: Dikkatsiz, ilgisiz, kayıtsız

She threw her coat carelessly onto the chair.  /  O dikkatsiz bir şekilde ceketini sandalyeye attı.

 

Carpet: Halı

a bedroom carpet  /  bir yatak odası halısı

 

Carrot: Havuç, bir şeye ikna etmek için ödül sözü vermek

grated carrot / rendelenmiş havuç

 

Carry: Taşımak, getirmek, götürmek

He was carrying a suitcase.  /  O, bir bavul taşıyordu.

 

Case: Durum, dava, kasa, kutu

a pencil case  /  bir kalem kutusu In some cases people have had to wait several weeks for an appointment.  /  Bazı durumlarda insanlar bir randevu için birkaç hafta beklemek zorunda kalırmış.

 

Cash: Nakit, para

Customers are offered a 10% discount if they pay cash.  /  Nakit ödeme yaparlarsa müşterilere % 10 indirim sunuluyor.

 

Cast: Oyuncular, döküm

The whole cast performs wonderful.  / Bütün oyuncuların performansı harika.

 

Castle: Kale, şato

a medieval castle / bir orta çağ kalesi

 

Cat: Kedi

cat climbed the tree. / kedi ağaca tırmandı.

 

Catch: Yakalamak, yetişmek

How many fish did you catch?  /  Ne kadar balık yakaladın?

 

Category: Kategori, grup, sınıf, zümre

The results can be divided into three main categories. / Sonuçlar üç ana kategoriye ayrılabilir.

 

Cause: Neden, sebep, yol açmak

Do they know what caused the fire?  /  Onlar yangının nedenini biliyor mu?

 

CD: CD, disk

His albums are available on CD and online.  / Onun albümlerine CD veya çevrimiçi olarak ulaşılabilir.

 

Cease: Durdurmak, kesmek, vazgeçmek, son vermek

He ordered his men to cease fire. / O adamlarına yangını durdurmalarını emretti.

 

Ceiling: Tavan, iç kaplama

a large room with a high ceiling  /  yüksek tavanlı geniş bir oda The walls and ceiling were painted white. / Duvarlar ve tavan beyaza boyandı.

 

Celebrate: Kutlamak, anmak, övmek

Jake’s passed his exams. We’re going out to celebrate. / Jake sınavlarını geçti. Biz kutlama için dışarıya çıkıyoruz. How do people celebrate New Year in your country?  /  Sizin ülkenizde insanlar yeni yıl  kutlamalarını nasıl yapar?

 

Celebration: Kutlama, anma, tören

birthday celebrations  / doğum günü kutlamaları

 

Cell: Hücre, pil

the nucleus of a cell  /  bir hücrenin çekirdeği

 

Cell Phone: Cep telefonu

The use of cellular phones is not permitted on most aircraft.  /  Cep telefonu kullanımına çoğu uçakta izin verilmez.

 

Cent: Sent, doların yüzde biri

 

 

Centimetre: Santimetre

 

 

Central: Merkezi, asıl, en önemli

The central issue is that of widespread racism.  /  Asıl sorun ırkçılığın yaygınlığıdır. Prevention also plays a central role in traditional medicine.  /  Önleyici tedbir geleneksel tıpta merkezi bir rol oynar. the central point of the brain  /  beynin merkezi noktası

 

Centre: Merkez, orta

the centre of a circle  / bir dairenin merkezi

 

Century: Yüzyıl, asır

eighteenth-century writers  /  On sekizinci yüzyıl yazarları

 

Ceremony: Tören, merasim

an awards/opening ceremony  /  bir ödül/açılış töreni

 

Certain: Belli, kesin, muhakkak, emin

She looks certain to win an Oscar. /  O, Oscar ödülünü kazanmaya kesin gözüyle bakıyor.

 

 Certainly: Kesinlikle, elbette, şüphesiz

Without treatment, she will certainly die.  /  Tedavi edilmezse o kesinlikle ölecek. Certainly, the early years are crucial to a child’s development.  /  Elbette, bir çocuğun gelişimi için ilk yıllar çok önemlidir.

 

Certificate: Sertifika, belge, diploma

a birth sertificate / bir doğum belgesi

 

Chain: Zincir, dizi

The doors were always locked and chained.  /  Kapılar her zaman kilitli ve zincirliydi.

 

Chair: Sandalye, koltuk, makam, başkanlık etmek

Sit on your chair!  /  Sandalyenize oturun.

 

Chairman: Başkan, reis

The chairman of the company presented the annual report.  /  Şirketin başkanı yıllık raporu sundu.

 

Chairwoman: Kadın başkan

 

 

Challenge: Meydan okumak, itiraz, davet, karşı gelmek, düelloya davet etmek

This discovery challenges traditional beliefs.  /  Bu keşif geleneksel inanışlara karşı geliyor.

 

Challenging: Zorlu, kamçılayıcı, boyun eğmez

challenging work  /  zorlu iş

 

Chamber: Resmi toplantılar için kullanılan oda, bölme, boşluk, oda

The members left the council chamber.  /  Üyeler konsey odasını terk etti.

 

Chance: Şans, fırsat, tesadüfi

Is there any chance of getting tickets for tonight?  /  Bu gece için bilet alma şansı var mı?

 

Change: Değiştirmek, değişim

There was no change in the patient’s condition overnight.   /   Gece boyunca hastanın durumunda değişiklik yoktu.

 

Channel: Kanal, bağlantı

What’s on Channel 4 tonight?  /  Kanal 4’te bu gece ne var?

 

Chapter: Bölüm, kısım

I’ve just finished Chapter 3.  /  Ben şimdi 3. bölümü bitirdim.

 

Character: Karakter, nitelik

Generosity is part of the Turkish character.  /  Cömertlik Türk karakterinin bir parçasıdır.

 

Chracteristic: Karakteristik, tipik, özgün, nitelik, vasıf

The two groups of children have quite different characteristics.  /  İki çocuk grubu tamamen farklı karakteristiğe sahiptir.

 

Charge: Ücret, talep, şarj etmek, doldurmak

The restaurant charged £20 for dinner.  /  Restoran akşam yemeği için 20 sterlin ücret istedi.

 

Charity: Hayır, sadaka, hayır kurumu

Many charities sent money to help the victims of the famine.  /  Birçok hayır kurumu açlık kurbanlarına yardım için para gönderdi.

 

Chart: Grafik, tablo, çizelge, planlamak, çizelge ile göstermek, haritasını çizmek

His job was to chart the progress of the spacecraft.  /  Onun işi uzay aracının ilerlemesini çizelge ile göstermekti.

 

Chase: Takip, kovalama, peşine düşmek

The thieves were caught by police after a short chase.  /  Hırsızlar kısa bir takibin ardından polis tarafından yakalandı.

 

Chat: Sohbet, konuşmak, söyleşmek

I just called in for a chat.  /  Ben sadece sohbet için aradım.

 

Cheap: Ucuz, değersiz

A good education is not cheap.  /  İyi bir eğitim ucuz değildir.

 

Cheaply: Ucuz bir şekilde, değersiz bir biçimde

I’m sure I could buy this more cheaply somewhere else. /  Eminim bunu başka bir yerde daha ucuza alabilirdim. You can live very cheaply in Italy.  /  İtalya’da daha ucuz bir şekilde yaşayabilirsin.

 

Cheat: Hile, dolandırıcı, aldatmak

There’s a cheat you can use to get to the next level.  /  Bir sonraki seviyeye ulaşmak için kullanabileceğiniz hileler var.

 

 Check: Kontrol, denetlemek

The drugs were found in their car during a routine check by police.  /  Polis tarafından yapılan rutin bir kontrol sırasında onların aracında uyuşturucu bulundu.

 

Cheerful: Neşeli, keyifli, neşelendirmek

You’re in a cheerful mood.  /   Sen neşeli bir ruh hali içindesin.

 

Cheese: Peynir

I ate some cheese. /  Biraz peynir yedim.

 

Chemical: Kimyasal

Chemist: Kimyager, eczacı

You can obtain the product from all good chemists.  /  Ürünü tüm iyi eczacılardan elde edebilirsiniz.

 

 Cheque: Çek

to pay by cheque  /  çek ile ödeme

 

Chest: Göğüs

a chest infection  /  bir göğüs enfeksiyonu

 

Chew: Çiğnemek

He is always chewing gum.  /  O, her zaman sakız çiğniyor.

 

 Chicken: Tavuk, korkak

Chickens in the back yard. /  Arka bahçedeki tavuklar.

 

Chief: Şef, baş ana, reis, amir, belli başlı

 

 

Child: Çocuk, evlat

I lived in London as a child.  /  Ben çocukken Londra’da yaşadım.

 

Chin: Çene, konuşmak

 

 

Chip: Çip

This mug has a chip in it.  /  Bu kupa içinde bir çip var.

 

Chocolate: Çikolata, koyu kahverengi

a box of chocolates  /  bir kutu çikolata

 

Choice: Seçim, tercih, seçkin

We aim to help students make more conscious career choices.  /  Biz öğrencilerin daha bilinçli kariyer seçimleri yapmasına yardımcı olmayı hedefliyoruz.

 

Choose: Tercih etmek, seçmek

Sarah chose her words carefully.  /  Sarah her sözünü dikkatle seçer.

 

Chop: Doğramak, kesmek, azaltmak

Add the finely chopped onions.  /  İnce doğranmış soğan ekleyin.

 

Church: Kilise

The procession moved into the church.  /  Kafile kiliseye hareket etti. How often do you go to church?  /  Ne sıklıkta kiliseye gidersiniz?

 

Cigarette: Sigara

a packet of cigarettes  /  bir paket sigara

 

Cinema: Sinema

I used to go to the cinema every week.  /  Ben her hafta sinemaya giderdim.

 

Circle: Daire, çember, bir grup insan, kuşatma

Draw a circle.  /  Bir daire çizin.

 

Circumstance: Durum, koşul, şart

The company reserves the right to cancel this agreement in certain circumstances.  /  Şirket bazı durumlarda bu anlaşmayı iptal etme hakkını saklı tutar.

 

Citizen: Vatandaş, yurttaş, hemşehri

British citizens living in other parts of the European Union.  / Avrupa Birliği’nin diğer bölgelerinde yaşayan İngiliz vatandaşları.

 

City: Şehir, kent

one of the world’s most beautiful cities.  /  dünyanın en güzel şehirlerinden biri.

 

Civil: Sivil, iç

civil unrest  /  iç huzursuzluk civil society  /  sivil toplum

 

Claim: İddia etmek, talep etmek

The singer has denied the magazine’s claim that she is leaving the band.  / Şarkıcı derginin gruptan ayrılacağı iddiasını reddetti.

 

Clap: Alkış, alkışlamak

Give him a clap!  /  Ona bir alkış verin.

 

 Class: Sınıf, ders

We were in the same class at school. /  Biz okulda aynı sınıftaydık. I was late for a class. / Ders için geç kaldım.

 

Classic: Klasik, geleneksel, klasik eser, kaliteli

English classics such as ‘Alice in Wonderland’  /  Alice Harikalar Diyarında gibi İngiliz Klasikleri

 

Classroom: Sınıf, derslik

the use of computers in the classroom  / derste bilgisayar kullanımı

 

Clean: Temiz, temizlemek

Have you cleaned your teeth?  /  Dişlerini temizledin mi?

 

Clear: Açık, net, temiz, temizlemek

Clear up that mess.  /  Bu pisliği temizleyin.

 

 

Clearly: Açıkça, anlaşılır biçimde, apaçık, net

It’s difficult to see anything clearly in this mirror. /  Bu aynada herhangi bir şeyi açıkça görmek zor.

 

Clerk: Katip, katiplik yapmak, tezgahtarlık, memur

an office clerk  /  bir ofis memuru

 

Clever: Zeki, akıllı, becerikli

a clever child  /  Zeki bir çocuk

 

Click: Tıklamak, tıkırtı, kısa ve keskin bir ses

The door closed with a click.  /  Kapı bir tıkırtı ile kapandı.

 

Client: Müşteri, müvekkil

Lawyers must always consider the interests of their clients.  /  Avukatlar her zaman müvekkillerinin çıkarlarını göz önünde bulundurmalıdır.

 

Climate: İklim, hava, şartlar, çevre

the harsh climate of the Arctic regions  /  Arktik bölgelerin sert iklimi.

 

Climb: Tırmanmak, tırmanış, yükselmek, çıkmak

She climbed up the stairs.  /  O merdivenlerden yukarı çıktı. The car slowly climbed to the hill.  /  Araba yavaşça tepeye tırmandı.

 

Climbing: Tırmanış, dağcılık

a climbing accident  / bir tırmanış kazası

 

Clock: Saat

It was ten past six by the kitchen clock.  /  Mutfak saatine göre altıyı on geçiyordu. The clock has stopped.  /  Saat durdu.

 

Close: Yakın, kapalı, kapatmak

She closed the gate behind her. / O, arkasındaki kapıyı kapattı. close meaning of words  /  kelimelerin yakın anlamı Our new house is close to the school.  /  Bizim yeni evimiz okula yakın. The two buildings are close each other.  /  İki bina birbirlerine yakın.

 

Closed: Kapalı

Keep the door closed.  /  Kapıyı kapalı tut.

 

Closet: Dolap, küçük oda, gizli, özel, mahrem, klozet, tuvalet

 

 

Cloth: Bez, kumaş, örtü

bandages made from strips of cloth / kumaş şeritlerden yapılan sargılar

 

Clothes: Giysi, elbise, çamaşır

I bought some new clothes for the trip.  /  Ben yolculuk için biraz yeni elbise satın aldım.

 

Clothing: Giyim, giysi, elbise

protective clothing  /  koruyucu elbise a clothing manufacturer  /  bir giyim üreticisi

 

Cloud: Bulut

The plane was flying in cloud most of the way.  /  Uçak, yolun çoğunda bulutların içinde uçuyordu.

 

Club: Kulüp

a golf club  /  bir golf kulübü Beşiktaş Gymnastics Club  /  Beşiktaş Jimnastik Kulübü

 

Coach: Antrenör, koç, çalıştırıcı, antrenman yaptırmak, yolcu otobüsü

a football coach / bir futbol antrenörü They went to Italy on a coach tour.  /  Onlar bir otobüs turu için İtalya’ya gitti.

 

Coal: Kömür

I put more coal on the fire.  /  Ben ateşe daha fazla kömür koydum.

 

Coast: Sahil, kıyı

We walked along the coast  /  Biz sahil boyunca yürüdük.

 

Coat: Ceket, palto, kat

I wore my coat  /  Ben paltomu giydim.

 

Code: Kod, şifre

 

 

Coffee: Kahve, kahverengi

a cup of coffee  /  bir fincan kahve

 

Coin: Para, madeni para

a euro coin  /  bir euro madeni para

 

Cold: Soğuk

cold rooms /  soğuk odalar

 

Coldly: Soğukkanlılıkla, sakince

 

 

Collapse: Çöküş

the collapse of law and order in the area  /  bölgede hukuk ve düzenin çöküşü

 

Colleague: Meslektaş, iş arkadaşı

We were friends and colleagues for more than 20 years.  /  Biz yıldan daha fazla bir süredir arkadaş ve meslektaştık.

 

Collect: Toplamak, biriktirmek, derlemek, ödemeli

We’re collecting signatures for a petition.  /  Biz bir dilekçe için imza topluyoruz.

 

Collection: Koleksiyon, toplama, derleme

The painting comes from his private collection.  /  Tablo onun kendi özel koleksiyonundan geliyor.

 

College: Üniversite, kolej

He got interested in politics when he was in college.  /  O üniversitedeyken siyasetle ilgilendi.

 

Colour: Renk, boya, renklendirmek

He drew a monster and coloured it green.  /  O bir canava çizdi ve yeşile boyadı.

 

Coloured: Renkli, boyanmış

She was wearing a cream-coloured suit.  /  O krem renkli bir takım elbise giymişti.

 

 Column: Kolon, sütun, direk

Nelson’s Column in London / Londra’daki Nelson Sütunu

 

Combination: Kombinasyon, birleşim, bileşim

What an unusual combination of flavours!  /  Ne sıradışı bir lezzet kombinasyonu!

 

Combine: Birleştirmek, toplamak, kaynaştırmak, birlik

Hydrogen and oxygen combine to form water.  /  Su oluşturmak için hidrojen ve oksijen birleştirilir.

 

Come: Gelmek, ulaşmak

She comes to work by bus. / O otobüsle işe gelir. Come here!  /  Buraya gel!

 

Comedy: Komedi, güldürü, komik olaylar

a romantic comedy / bir romantik komedi

 

Comfortable: Rahat, konforlu, rahatlatıcı

These new shoes are not very comfortable.  /  Bu yeni ayakkabılar çok rahat değil.

 

Comfortably: Rahat, konforlu bir şekilde

All the rooms were comfortably furnished. / Bütün odalar konforlu bir şekilde döşenmişti.

 

Comfort: Rahat, konfor, rahatlatmak

These tennis shoes are designed for comfort and performance.  /  Bu tenis ayakkabıları performans ve konfor için tasarlandı.

 

Command: Komuta, kumanda, buyurmak, hakim olmak, emretmek

She commanded the release of the prisoners.  /  O tutsakların serbest bırakılmasını emretti.

 

Comment: Yorum, değerlendirme, yorum yapmak

I can comment about their decision.  /  Ben onların kararı hakkında yorum yapabilirim.

 

Commercial: Ticari, mesleki, reklam

the commercial heart of the city  /  Şehrin ticari merkezi

 

Commission: Komisyon, heyet, görevlendirmek, atamak

 

 

Commit: İşlemek, suç işlemek, adamak

Most crimes were committed by young men.  /  Suçların çoğu genç adamlar tarafından işlendi.

 

Commitment: Taahhüt, söz vermek

 

 

Committee: Komite, kurul, komisyon

She’s on the management committee.  /  O yönetim kurulunda. The player was fined by the disciplinary committee.  /  Oyuncu disiplin kurulu tarafından para cezası ile cezalandırıldı.

 

Common: Ortak, yaygın, genel, halka açık alan, park

We went for a walk on the common.  /  Biz yürüyüş için halka açık alana gittik.

 

 Commonly: Yaygın olarak, çoğunlukla, müşterek biçimde, ortak olarak

This is one of the most commonly used methods. /  Bı yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biri.

 

Communicate: İletişim kurmak, haberleşmek

They communicated in sign language.  /   Onlar işaret diliyle iletişim kurdu.

 

Communication: İletişim, haberleşme, bağlantı, irtibat

Speech is the fastest method of communication between people.  /  Konuşma, insanlar arasında iletişimin en hızlı yöntemidir.

 

Community: Topluluk, cemaat, cemiyet

ethnic communities  /  etnik topluluklar

 

Company: Şirket, ortaklık

Company profits were 5% lower than last year.  /  Şirket geçen yıldan % 5 daha az kâr etti.

 

Compare: Karşılaştırmak, kıyaslamak, benzetmek

We compared the two reports carefully.  /  İki raporu dikkatlice karşılaştırdık.

 

Comparison: Karşılaştırma, kıyaslama, mukayese, benzetme

According to Durkheim, comparison was the most important method of analysis in sociology.  /  Durkheim’e göre, sosyolojide analiz yöntemlerinin en önemlisi karşılaştırmaydı.

 

Compete: Yarışmak, rekabet etmek

We can’t compete with them on price. /  Biz fiyatta onlarla rekabet edemeyiz.

 

Competition: Yarışma, rekabet, çekişme

There is now intense competition between schools to attract students.  /  Şimdi okullarda öğrencileri çekmek için yoğun bir rekabet var.

 

Competitive: Rekabetçi, yarışçı

We need to work harder to remain competitive with other companies.  /  Diğer şirketlerle rekabetçiliğimizi sürdürmek için sıkı çalışmaya ihtiyacımız var.

 

Complain: Şikayet etmek, yakınmak

She never complains, but she’s obviously exhausted. / O, asla şikayet etmez ama belli ki yorulmuş.

 

 Complaint: Şikayet

I’d like to make a complaint about the noise.  / Ben gürültü hakkında bir şikayette bulunmak istiyorum.

 

Complete: Tamamlamak, doldurmak, bitirmek

The project should be completed within a year.  /  Proje bir yıl içinde tamamlanmış olmalıdır.

 

Completely: Tamamen, tam olarak

The explosion completely destroyed the building.  /  Patlama binayı tamamen yıktı.

 

Complex: Karmaşık

the complex structure of the human brain  /  insan beyninin karmaşık yapısı

 

Complicate: Zorlaştırmak, karıştırmak, içinden çıkılmaz hale getirmek

The issue is complicated beacuse the fact that a vital document is missing.  /  Mesele hayati bir belgenin eksik olması nedeniyle zorlaştı.

 

Complicated: Karmaşık, çetrefilli

The instructions look very complicated.  /  Talimatlar çok karmaşık görünüyor.

 

Computer: Bilgisayar

Our sales information is processed by computer.  /  Bizim satış bilgilerimiz bilgisayar tarafından işlenir.

 

Concentrate: Yoğunlaşmak, yoğunlaştırmak, yoğun madde

I decided to concentrate all my efforts on finding somewhere to live.  /  Ben bütün çabamı yaşamak için bir yer bulmak için yoğunlaştırmaya karar verdim.

 

Concentration: Konsantrasyon, odaklanma, yoğunlaşma

Tiredness affects your power of concentration.  /  Yorgunluk konsantrasyon gücünüzü etkiler.

 

Concept: Kavram, fikir, görüş, mefhum

He can’t grasp the basic concepts of mathematics.  /  O matematiğin temel kavramlarını idrak edemez.

 

Concern: Endişe, ilgi, merak

Don’t hesitate to ask if you have any queries or concerns about this work.  /  Bu çalışma hakkında herhangi bir endişeniz veya sorunuz varsa sormaktan çekinmeyin.

 

Concerned: İlgili, endişeli

Concerned parents held a meeting.  / İlgili ebeveynler bir toplantı düzenledi.

 

Concerning: İlgili

He asked several questions concerning the future of the company.  /  O, şirketin geleceği ile ilgili birkaç soru sordu.

 

Concert: Konser

They’re in concert at Wembley Arena.  /  Onlar Wembley Arena’daki konserde.

 

Conclude: Sonuçlandırmak, sona ermek, bitirmek, sonuç çıkarmak, karara varmak

The programme concluded with Stravinsky’s ‘Rite of Spring’.  /  Program Stravinsky’nin ‘Bahar Ayini’ ile sona erdi.

 

Conclusion: Sonuç, karar, netice

The conclusion of the book was disappointing.  /  Kitabın sonucu hayal kırıklığıydı.

 

Concrete: Beton, somut

a slab of concrete  /  bir beton levha

 

Condition: Durum, koşul, şart

The house is in a generally poor condition.  /  Ev genel olarak kötü bir durumda.

 

Conduct:  Davranış, idare, yönetmek, iletmek

improving standards of training and professional conduct  /  eğitim ve mesleki davranış gelişme standartları

 

Conference: Konferans, toplantı, kongre

The hotel is used for exhibitions, conferences and social events.  /  Otel sergiler, konferanslar ve sosyal etkinlikler için kullanılır.

 

Confidence: Güven, kendine güven, özgüven

A fall in unemployment will help to restore consumer confidence.  /  İşsizlikteki düşüş tüketici güvenin eski haline getirmeye yardımcı olacaktır. He answered the questions with confidence.  /  O, özgüvenle  soruları cevapladı.

 

Confident: Emin, güvenli, kendine güvenen, kendinden emin

She was in a relaxed, confident mood.  /  O, rahat, kendinden emin bir ruh hali içindeydi.

 

Confine: Sınırlamak, hapsetmek

She was confined to bed with the flu.  /  O, grip ile yatağa hapsoldu.

 

Confined: Sınırlandırılmış, hapsedilmiş

 

 

Confirm:  Onaylamak, doğrulamak, tasdik etmek

His guilty expression confirmed my suspicions.  /  Onun suçluluk ifadesi benim şüphelerimi doğruladı.

 

Conflict: Çatışma, anlaşmazlık, savaş, çekişme, bağdaşmamak

These results conflict with earlier findings.  /  Bu sonuçlar ilk bulgularla bağdaşmıyor.

 

Confront: Karşı koymak, karşı karşıya kalmak, yüzleştirmek, karşılaştırmak

He confronted her with a choice between her career or their relationship.  /  Kariyeri ve ilişkisi arasındaki bir tercih ile karşı karşıya kaldı.

 

Confuse: Şaşırtmak, karıştırmak, kafasını karıştırmak

People often confuse me and my twin sister.  /   İnsanlar sık sık benimle ikiz kardeşimi karıştırır.

 

Confused: Şaşkın, kafası karışmış

People are confused about all the different labels on food these days.  /  İnsanlar bugünlerde yiyeceklerdeki farklı etiketlerden dolayı şaşkın.

 

Confusing: Kafa karıştırıcı, şaşırtıcı

The instructions on the box are very confusing.  /  Kutudaki talimatlar çok kafa karıştırıcı. a very confusing experience / Çok şaşırtıcı bir deneyim

 

Confusion: Karışıklık, kargaşa, şaşkınlık, keşmekeş

He looked at me in confusion and did not answer the question.  /  O, şaşkınlık içinde bana baktı ve soruya cevap vermedi.

 

Congratulate: Tebrik etmek, kutlamak

I congratulated them all. Because they were very succesful  /  Ben onların hepsini tebrik ettim. Çünkü onlar çok başarılıydı.

 

Congratulation: Kutlama, tebrik

Congratulations on your exam results!  /   Sınav sonuçlar için tebrikler!

 

Congress: Kongre, toplantı, meclis

Congress will vote on the proposals tomorrow.  /  Meclis yarın önerileri oylayacak.

 

Connect: Bağlamak, birleştirmek

The towns are connected by train and bus services.  /  Kasabalar tren ve otobüs servisleri ile bağlanır.

 

Connected: Bağlı, ilgili, ilişkili, birleşik

The two issues are closely connected.  /  Bu konular yakından ilgili.

 

Connection: Bağlantı, bağ, ilişki

Scientists have established a connection between cholesterol levels and heart disease.  /  Bilim adamları kolesterol ve kalp hastalığı arasında bir bağlantı kurdu.

 

Conscious: Bilinçli

She’s very conscious of the problems involved.  /  O problemlerle ilgili çok bilinçli.

 

Consequence: Sonuç, netice, önem

Have you considered the possible consequences?  /  Olası sonuçları düşündünüz mü?

 

Conservative: Tutucu, muhafazakar, sağcı

Her style of dress was never conservative. / Onun giyim tarzı hiç muhafazakar değildi.

 

Considerable: Önemli, dikkate değer, önemli ölçüde, hayli

The project wasted a considerable amount of time and money.  /  Proje önemli ölçüde para ve zaman israfıydı.

 

Considerably: Dikkate değer ölçüde, önemli, çok

Interest rates on bank loans have increased considerably in recent years.  /  Banka kredilerindeki faiz oranları son yıllarda dikkate değer ölçüde arttı.

 

Consideration: Düşünme, önem, bedel

After a few moments’ consideration, he began to speak.  /  Bir kaç dakika düşündükten sonra konuşmaya başladı.

 

Consider: Düşünmek, dikkate almak

I’d like some time to consider.  /  Düşünmek için biraz zaman istiyorum.

 

Consist: Oluşmak, meydana gelmek

The committee consists of ten members.  /  Komite on üyeden oluşur.

 

Constant: Sabit, sürekli, daimi

constant interruptions  /  sürekli kesintiler Babies need constant attention. / Bebekler sürekli ilgiye ihtiyaç duyar.

 

Constantly: Sürekli, sık sık

Fashion is constantly changing.  /   Moda sürekli değişiyor. Heat the sauce, stirring constantly. / Sürekli karıştırarak sosu ısıtın.

 

Construct: İnşa etmek, kurmak, oluşturmak

When was the bridge constructed?  /  Köprü ne zaman inşa edildi?

 

Construction: İnşaat

Work has begun on the construction of the new airport.  /  Yeni havalimanının inşaatında çalışma başladı.

 

Consult: Danışmak, başvurmak

If the pain continues, consult your doctor.  /  Ağrı devam ederse doktorunuza danışın. Have you consulted your lawyer about this issue?  /  Bu konu hakkında avukatınıza danıştınız mı?

 

Consumer: Tüketici, alıcı

Tax cuts will boost consumer confidence.  /  Vergi indirimleri tüketici güvenini arttıracak.

 

Contact: Temas, bağlantı, irtibat kurmak, temasa geçmek

I’ve been trying to contact you all day.  /  Ben bütün gün sizinle iletişime geçmek için çalışıyorum.

 

Contain: İçermek, tutmak, kapsamak, ihtiva etmek

This drink doesn’t contain any alcohol.  /  Bu içecek hiç alkol içermez.

 

Container: Konteyner, kap

Food will protect longer if kept in an airtight container.  /  Hava geçirmez bir kapta tutulursa, yiyecek daha uzun süre korunacaktır. a container ship / bir konteyner gemisi

 

Contemporary: Çağdaş, modern, günümüze ait, akran

He was contemporary with the dramatist Congreve.  /  O oyun yazarı Congreve ile çağdaştı.

 

Content: İçerik, kapsam, memnun, hoşnut

He tipped the contents of the bag onto the table.  /  O, masanın üzerindeki çantanın içindekileri döktü. Fire has caused severe damage to the contents of the building.  /   Yangın binanın içinde ciddi zarara neden oldu.

 

Contest: Yarışma, rekabet

a singing contest  /  bir şarkı yarışması

 

Context: Bağlam, durum, şartlar

You should be able to guess the meaning of the word from the context.  /   Bağlamdan kelimenin anlamını tahmin edebilmelisiniz.

 

Continent: Kıta

the continent of Africa  /  Afrika kıtası

 

Continue: Devam etmek, sürdürmek

The exhibition will continue until 25 July.  /  Sergi 25 Temmuz’a kadar devam edecek.

 

Continuous: Sürekli, devamlı

You will see a continuous improvement in your health if you left smoking  /  Sigara içmeyi bırakırsanız, sağlığınızdaki sürekli iyileşmeyi göreceksiniz.

 

Contract: Sözleşme, anlaşma, daraltmak

The universe is expanding rather than contracting.  /  Evren daralmaktan ziyade genişliyor. The player is contracted to play until August.  /  Oyuncu Ağustos’a kadar oynamak için anlaştı.

 

Contrast: Kontrast, karşılaştırmak, tezat, çelişki

Her actions contrasted with her promises. / Onun hareketleri sözleri ile çelişkili.

 

Contrasting: Çok farklı, zıt, kontrast

bright, contrasting colours  /  parlak, zıt renkler

 

Contribute: Katkıda bulunmak, bağış yapmak

We contributed £5000 to the earthquake fund.  /  Biz deprem fonuna 5000 sterlin katkıda bulunduk.

 

Contribution: Katkı, destek, yardım

All contributions will be gratefully received.  /  Bütün katkılar memnuniyetle kabul edilecektir.

 

Control: Kontrol, denetim, hakimiyet

The whole territory is controlled by the army.  /  Bütün bölge ordu tarafından kontrol ediliyor. Can’t you control your children?  /  Sen çocuklarını kontrol edebilir misin?

 

Convenient: Uygun, elverişli, kullanışlı

A bicycle is usually more convenient than a car in towns.  /  Bisiklet kasabada  genellikle arabadan daha kullanışlıdır.

 

Conventional: Geleneksel

You can use a microwave or cook it in a conventional oven.  /  Mikrodalga fırın kullanabilir ya da geleneksel fırında pişirebilirsiniz.

 

Convention: Kongre, toplantı, düzen, geleneksel yöntem

social conventions  / sosyal toplantılar

 

Conversation: Konuşma, görüşme, sohbet

The main topic of conversation was the likely outcome of the election.  /  Sohbetin ana konusu seçimin muhtemel sonucuydu.

 

Convert: Dönüştürmek, çevirmek, değiştirmek

Hot water is converted to electricity by a turbine.  /  Sıcak su bir türbin aracılığıyla elektriğe dönüştürüldü.

 

Convince: İkna etmek, inandırmak

I’ve been trying to convince him to see a doctor.  /  Onu bir doktora görünmesi için ikna etmeye çalışıyorum.

 

Cook: Pişirmek, yemek yapmak, aşçı

John is a very good cook   /  John çok iyi bir aşçıdır. She was employed as a cook in a hotel.  /  O bir otelde aşçı olarak istihdam edildi.

 

Cooker: Ocak, tencere, fırın, pişirme kabı

an electric cooker  /  bir elektrikli ocak

 

Cookie: Kurabiye, bisküvi, çörek

 

 

Cooking: Yemek pişirme, pişirme, aşçılık, yemek

The restaurant offers traditional home cooking.  /  Restoran geleneksel ev yemekleri sunuyor.

 

Cool: Serin, soğuk, serinletmek, sakinleşmek

I think we should wait until tempers have cooled.  /  Bence sakinleşene kadar beklemeliyiz.

 

Cope: Başa çıkmak, uğraşmak, üstesinden gelmek

Desert plants are adapted to cope with extreme heat.  /   Çöl bitkileri  aşırı ısı ile başa çıkmak için uyarlanmıştır.

 

Copy: Kopya, Kopyalamak, nüsha, çoğaltmak

Everything in the computer’s memory can be copied onto DVDs.  /  Bilgisayarın belleğindeki her şey DVDlere kopyalanabilir.

 

Core: Çekirdek, göbek, merkez

the earth’s core  /  dünyanın çekirdeği

 

Corner: Köşe, köşede, köşeye sıkıştırmak, köşe vuruşu

Write your address in the top right-hand corner of the letter.  /  Mektubun sağ üst köşesine adresinizi yazın. I hit my knee on the corner of the table.  /  Dizimi masanın köşesine vurdum.

 

Correct: Doğru, hatasız, uygun, düzeltmek, doğrulamak

Their eyesight can be corrected in just a few minutes by the use of a laser.  /  Onlar görme yeteneği bir lazer kullanılarak sadece bir kaç dakika içinde düzeltilebilir. Answered all the questions correctly.  /  Bütün sorular doğru şekilde cevaplandı.

 

Cost: Maliyet, fiyat

I didn’t get it because it cost too much.  /  Ben fiyatı çok fazla olduğu için onu almadım. Tickets cost ten dollars each.  / Her bir biletin maliyeti on dolar.

 

Cottage: Kulübe, kır evi

a holiday cottage  /  bir tatil kulübesi

 

Cotton: Pamuk, pamuklu

Use a cotton ball to apply the lotion.  /   Losyon uygulamak için bir top pamuk kullanın.

 

Cough: Öksürük

She gave a little cough to attract my attention.  /  O benim dikkatimi çekmek için biraz öksürdü.

 

Could: Can’in geçmiş hali, -ebilidir, -ebilmek, -ebileceği

I couldn’t hear what they were saying.  /  Ben onların söylediklerini duyamadım. Could I use your phone, please?  /  Senin telefonunu kullanabilir miyim?

 

Council: Konsey, meclis, kurul

In Britain, the Arts Council gives grants to theatres.  /  İngilte’de Sanat Konseyi tiyatrolara hibe verir.

 

Count: Saymak

Billy can’t count yet.  /  Billy henüz sayamıyor.

 

Counter: Karşı, ters, aykırı, tezgah, gişe, sayaç

You need to reset the counter.  /  Sayacınızı sıfırlamanız gerekir.

 

Country: Ülke, memleket

leading industrial countries  /  önde gelen sanayileşmiş ülkeler

 

Countryside: Kırsal bölge

The surrounding countryside is windswept and rocky.  /  Kırsal bölgenin çevresi rüzgarlı ve kayalık.

 

County: İlçe, yerel yönetim bölgesi

county boundaries  /  ilçe sınırları

 

Couple: İki, birkaç, çift, eş, karı-koca, birleştirmek, bağlamak, çiftleşmek

We went there a couple of years ago.  /  Biz bir kaç yıl önce oraya gittik. The couple were married in 2006.  /   Çift 2006’da evlendi.

 

Courage: Cesaret

He showed great courage and determination.  /  O büyük cesaret ve kararlılık gösterdi.

 

Course: Kurs, seyir, rota, yön, koşmak

a two-year postgraduate course leading to a master’s degree  /  İki yıllık lisansüstü kurs yüksek lisans derecesini sağlıyor.

 

Court: Mahkeme, kort (tenis oynanan alan), saray

Her lawyer made a statement outside the court.  /  Onun avukatı mahkeme dışında bir açıklama yaptı.

 

Cousin: Kuzen

She’s my cousin.  / O, benim kuzenim.

 

Cover: Kapak, örtü, kapatmak, örtmek

a cushion cover  /  bir yastık örtüsü

 

Covered: Kapalı, kaplı, örtülü, kapanmış

The walls were covered with pictures.  / Duvarlar resimlerle kaplıydı.

 

Covering: Kaplama, örtü

He pulled the plastic covering off the dead body.  /   Ölünün üzerine plastik örtü çekti.

 

Cow: İnek, büyük dişi hayvan

Cow eats grass  /   İnek ot yer.

 

Crack: Çatlak, çatlama, çatırtı

Cracks began to appear in the walls.  /  Çatlaklar duvarlarda görünmeye başladı.

 

Cracked: Kırık, çatlak

cracked plates  /  çatlak tabaklar

 

Craft: Zanaat, sanat, beceri, hüner, gemi

 

 

Crash: Kaza, gürültü, çarpmak, batmak, parçalanmak

A truck went out of control and crashed into the back of a bus.  /  Bir kamyon kontrolden çıktı ve otobüsün arkasına çarptı.

 

Crazy: Deli, çılgın, çıldırmış, aptal, mecnun

What a crazy idea! / Ne çılgın bir fikir!

 

Cream: Krem, kaymak, kremalı

a cream linen suit  /  bir krem keten takım elbise

 

Create: Oluşturmak, yaratmak

Scientists were disagree about how the universe was created.  /  Bilim adamları evrenin nasıl yaratıldığı hakkında anlaşamadı.

 

Creature: Yaratık, varlık, yaratılmış

She was an exotic creature with long red hair and brilliant green eyes.  /  O, kırmızı uzun saçı ve parlak yeşil gözleri ile egzotik bir yaratıktı.

 

Credit Card: Kredi kartı

All credit cards are accepted at our hotels.  /  Bizim otellerimizde tüm kredi kartları kabul edilir.

 

Credit:  Kredi, alacak, itibar, kredi vermek

a credit agreement  /  bir kredi anlaşması The bank refused further credit to the company.  /  Banka şirkete daha fazla kredi vermeyi reddetti.

 

Crime: Suç, cezalandırmak

the connection between drugs and organized crime   /   Uyuşturucu ve organize suçlar arasındaki bağlantı

 

Criminal: Suçlu, ceza

 

 

Crisis: Kriz, buhran, bunalım

We provide help to families in crisis situations.  /  Biz kriz durumlarındaki ailelere yardım sağlarız.

 

Crisp: Gevrek, sert, kıtır kıtır, canlı, kuru

The air was crisp and clear and the sky was blue.  /  Hava kuru ve açıktı ve gökyüzü maviydi.

 

Criterion: Kriter, ölçüt

The main criterion is value for money.  /  Ana kriter paranın miktarıdır.

 

Critical: Kritik, ciddi, hassas, önemli, eleştirici

a critical moment in our country’s history  /  Ülkemizin tarihinde kritik bir an.

 

Criticism: Eleştiri, tenkit, kınama

People in public life must always be open to criticism  /  Kamusal yaşamdan insanlar daima eleştiriye açık olmalıdır.

 

Criticize: Eleştirmek, değerlendirmek

The decision was criticized by environmental groups.  /  Karar çevre grupları tarafından eleştirildi.

 

Crop: Ürün, mahsül, kısa saç stili

Sugar is an important crop on the island.  /  Şeker adada önemli bir üründür

 

Cross: Çapraz, karşıya geçmek, kesişen, geçmek

They crossed the finishing line together .  /  Birlikte bitiş çizgisini geçtiler.

 

Crowd: Kalabalık, topluluk, yığın

Police had to break up the crowd.  /   Polis kalabalığı dağıtmak zorunda kaldı.

 

Crowded: Kalabalık, sıkışık, dolu

London was very crowded.  / Londra çok kalabalıktı.

 

Crown: Taç, hükümdarlık, taht, taç giydirmek, süslemek

 

 

Crucial: Çok önemli, zor, kritik

The next few weeks are going to be crucial.  /  Önümüzdeki birkaç hafta çok önemli olacak.

 

Cruel: Zalim, acımasız, gaddar, merhametsiz, korkunç

I can’t stand with people who are cruel to animals.  /  Ben hayvanlara karşı zalim insanlarla duramam.

 

Cry:  Ağlamak, haykırmak, çoğlık, bağırmak, çığlık atmak

Her suicide attempt was really a cry for help.  /  Onun intihar girişimi gerçekten bir yardım haykırışıydı.

 

Cultural: Kültürel

Ottoman’s cultural heritage  /  Osmanlının kültürel mirası

 

Culture: Kültür

Istanbul is a beautiful city full of culture and history.  /  İstanbul tarih ve kültür dolu güzel bir şehirdir.

 

Cupboard: Dolap

kitchen cupboards  /  mutfak dolapları

 

Cup: Fincan, bardak, kupa

Would you like a cup of tea?  /  Bir fincan çay ister misiniz?

 

Curb: Frenlemek, sınırlamak, zaptetmek

curbs on government spending  /  hükümet harcamaları üzerinde sınırlandırmalar

 

Cure: Tedavi, iyileştirmek

Doctors cannot effect a cure if the disease has spread too far.  /  Hastalık çok fazla yayılırsa doktorlar tedaviyi etkileyemez. The cure took six weeks.  /  Tedavi altı hafta sürdü.

 

Curious: Meraklı, tuhaf, ilginç, acayip

They were very curious about the people who lived upstairs.  /  Onlar üst katta yaşayan insanlar hakkında çok meraklıydı.

 

Curl: Kıvırmak, bükmek, kıvırma, bükle, lüle

The baby had dark eyes and dark curls.  /  Bebeğin gözleri ve koyu bukleleri vardı.

 

Curly: Kıvırcık, bukleli

I wish my hair was curly.  /  Keşke saçım kıvırcık olsaydı.

 

Current: Akım, akıntı, geçerli, bugünkü

He swam against a strong current.  O, güçlü bir akıntıya karşı yüzdü.

 

Currently: Şu anda, bugünlerde, halen

The hourly charge is currently £35.  /  Şu anda saatlik ücret 35 sterlindir.

 

Curtain: Perde, bölme, perdeyi kapatmak, perdelemek

a shower curtain  /  bir duş perdesi We left just before from the final curtain.  /  Final perdesinden az önce ayrıldık.

 

Curve: Eğri, kavis, viraj, eğmek, bükülmek

The road curved around the bay.  /  Körfez boyunca yol virajlı.

 

Custom: Gelenek, görenek, adet, töre, ısmarlama, sipariş üzerine yapılmış

the custom of giving presents at birthday  /  Doğum gününde hediye verme geleneği.

 

Customer: Müşteri, alıcı

The firm has excellent customer relations.  /  Firmanın müşteri ilişkileri mükemmeldir.

 

Customs: Gümrük, gelenekler

a customs officer  /  Bir gümrük memuru.

 

Cut: Kesmek, kesim, kesik

Blood poured from the deep cut on his arm.  /  Kolundaki derin kesikten kan döküldü.

 

Cycle: Devir, bisiklet, devir yaptırmak, bisiklete binmek

I usually cycle home through the park.  /  Ben genellikle park içinden eve bisiklet sürerim.

 

Cycling: Bisiklete binme

Cycling is Europe’s second most popular sport.   /  Bisiklete binme Avrupanın ikinci en popüler sporudur.

 

Dad: Baba, babacığım

Do you live with your mum or your dad?  / Anneniz ve babanız ile mi yaşıyorsunuz?

 

Daily: Günlük

Invoices are signed on a daily basis.  /  Faturalar günlük olarak imzalanır.

 

Damage: Zarar, hasar, zarar vermek, hasar vermek

Several vehicles were damaged in the crash.  /  Birkaç araç kazada hasar gördü. Smoking seriously damages your health.  /  Sigara, sağlığınıza ciddi zararlar verir.

 

 Damp: Nem, rutubet, nemli, rutubetli

The cottage was cold and damp.  /  Kulübe soğuk ve nemliydi.

 

Dance: Dans, dans etmek

Do you want to dance?  /  Dans etmek ister misiniz?

 

Dancer: Dansçı, dansöz

She’s a fantastic dancer.  /  O harika bir dansçı.

 

 Dancing: Dans etme, oynama, dans

There was music and dancing till two in the morning.  /  Sabah ikiye kadar müzik ve dans vardı.

 

Danger: Tehlike, tehdit

Children’s lives are in danger every time they cross this road.  /  Bu yoldan geçen çocukların hayatları her zaman tehlikede.

 

Dangerous: Tehlikeli

The situation is highly dangerous.  /  Durum son derece tehlikeli.

 

Dare: Cesaret etmek, meydan okumak, kalkışmak

How dare you talk to me like that?  /  Bana böyle konuşmaya nasıl cesaret ederisiniz?

 

Dark: Karanlık, koyu

Are the children afraid of the dark?  /  Çocuklar karanlıktan korkar mı?

 

Data: Veri, bilgi

This data was collected from 69 countries.  /  Bu bilgi 69 ülkeden toplandı.

 

Date: Tarih, tarih atmak, flört, çıkmak

Thank you for your letter dated 24th March.  /  24 Mart tarihli mektubun için teşekkür ederim.

 

Daughter: Kız, kız evlat, bağ, ilişki

We have two sons and a daughter.  /  Bizim iki oğlumuz ve bir kızımız var.

 

Day: Gün, gündüz

I saw Tom three days ago.  /  Ben üç gün önce Tom’u gördüm.

 

Dead: Ölü, ölmüş

He was shot dead by a gunman outside his home.  /   O, evinin önünde silahlı bir kişi tarafından vurularak öldürüldü.

 

 Deaf: Sağır, işitme engelli, duyarsız

She was born deaf.  /  O, işitme engelli doğdu.

 

Deal: Çok, iş anlaşması, pazarlık, ele almak, değinmek

They spent a great deal of money.  /  Onlar muazzam çoklukta para harcadı.

 

Dear: Sevgili, değerli, aziz, içtenlikle, sevilen kimse

He’s one of my dearest friends.  /  O benim en değerli arkadaşlarımdan biri.

 

Death: Ölüm

the anniversary of his wife’s death  /  onun karısının ölüm yıl dönümü

 

Debate: Tartışma, müzakere, tartışmak, danışmak

We’re debating whether or not to go skiing this winter.  /  Biz bu kış kayağa gidip gitmeyeceğimizi tartışıyortuz.

 

Debt: Borç, borçlu olma

I need to pay off all my debts before I leave the country.  /  Ben ülkeyi terk etmeden önce tüm borçlarımı ödemeliyim.

 

Decade: On yıl

I saw him decade ago.  /  Ben onu on yıl önce gördüm.

 

Decay: Çürüme, bozulma

decaying city areas  /  çürüyen şehir alanları

 

December: Aralık

December the 12th and last month of the year.  /  Aralık yılın 12. ve son ayıdır.

 

Decide: Karar vermek, kararlaştırmak, sonuca varmak

It was difficult to decide between the two candidates.  /  Bu iki aday arasında karar vermek zor oldu.

 

Decision: Karar

He is really bad at making decisions.  /  O, karar almada gerçekten kötüdür. We finally reached a decision.  /  Biz sonunda bir karar vardık.

 

Declare: Bildirmek, açıklamak, beyan etmek, ilan etmek

Germany declared war on France on 1 August 1914.  /  Almanya 1 Ağustos 1914’te Fransa’ya savaş ilan etti.

 

Decline: Düşüş, gerileme, azalma, geri çevirmek

She declined a second glass of wine and called for a taxi. /  Onlar ikinci bardak şarabı geri çevirdi ve bir taksi çağırdı.

 

 Decorate: Süslemek, dekore etmek

They decorated the room with flowers and balloons.  /  Onlar odayı çiçekler ve balonlar ile süsledi.

 

Decoration: Dekorasyon, süsleme

the elaborate decoration on the carved wooden door  /  oyma ahşap kapı üzerinde özenli dekorasyon

 

Decorative: Dekoratif, süsleyici

purely decorative arches  /  tamamen dekoratif kemerler

 

Decrease: Azalma, düşüş, azaltmak, küçültmek

There has been some decrease in military spending this year.  /  Bu yıl askeri harcamalarda biraz düşüş olmuştur.

 

Deep: Derin

Dig deeper!  /  Daha derin kaz!

 

Deeply: Derinden, çok, son derece

She is deeply religious. /  O son derece dindar.

 

Defeat: Yenilgi, mağlubiyet, engellemek, yenmek

The party faces defeat in the election.  /  Parti seçimlerde yenilgi ile karşı karşıya.

 

Defence: Savunma, koruma

The harbour’s sea defences are in poor condition.  /  Limanın deniz savunması kötü durum içinde.

 

Defend: Savunmak, korumak

The male ape defends his females from other males.  /  Erkek maymun dişi maymununu diğer erkeklerden korur.

 

Define: Tanımlamak, belirlemek, tarif etmek

Life imprisonment is defined as 60 years under state law.  /  Ömür boyu hapis devlet yasalarına göre 60 yıl olarak tanımlanır.

 

Definite: Kesin, belirli, açık

Can you give me a definite answer until tomorrow?  /  Yarına kadar bana kesin bir cevap verebilir misiniz?

 

Definitely: Kesinlikle, kesin olarak

The date of the move has not been definitely decided yet  / Hareket tarihi henüz kesin olarak kararlaştırılmamıştır.

 

Definition: Tanım, tanımlama, açıklama, tarif

What’s your definition of happiness?  /  Sizin mutluluk tanımınız nedir?

 

Degree: Derece, aşama, lisans, diploma

an angle of ninety degrees  /  doksan derecelik bir açı Water freezes at 32 degrees Fahrenheit (32°F) or zero/nought degrees Celsius (0°C).  /  Su 32 Fahrenayt derece veya 0 santigrat derecede donar.

 

Delay: Gecikme, ertelemek, geciktirmek

He delayed telling her the news, waiting for the right moment.  /  Ona haberleri söylemeyi erteledi, doğru an için bekliyor.

 

Deliberate: Kasıtlı, bilerek, planlanmış, ağır

She spoke in a slow and deliberate way.

 

Delicate: Hassas, narin

The eye is one of the most delicate organs of the body.  /  Gözler vücudun en hassas organlarından biridir. Babies have very delicate skin.  /  Bebekler çok narin cilde sahiptir.

 

Delight: Zevk, keyif, sevinç, sevindirmek, hoşnut etmek

This news will delight his fans all over the world.  /  Bu haberler onun tüm dünyadaki hayranlarını sevindirecek.

 

Delighted: Memnun, keyifli, hoşnut, sevinmek

She was delighted by/at the news of the wedding.  /  O düğün haberlerine sevindi.

 

Deliver: Teslim etmek, dağıtmak, vermek, iletmek

Leaflets have been delivered to every house.  /  Broşürler her eve teslim edildi.

 

Delivery: Teslim

Last 28 days for delivery.  /  Teslimat için son 28 gün.

 

Demand: Talep, istek, talep etmek, istemek

I demand to see the manager.  /  Ben yöneticiyi görmek istiyorum. She demanded an immediate explanation.  / O hemen bir açıklama talep etti.

 

Demonstrate: Göstermek, kanıtlamak

These results demonstrate convincingly that our campaign is working.  /  Bu sonuçlar kampanya çalışmamızın ikna edici olduğunu gösteriyor.

 

Dentist: Dişçi, diş doktoru

I went to dentist because my teeth decaying.  /  Dişlerim çürüdüğü için diş doktoruna gittim.

 

Deny: Reddetmek, yadsımak, yalanlamak, inkar etmek

The department denies responsibility for what occurred.  /   Bölüm yaşananların sorumluluğunu reddediyor.

 

Department: Bölüm, departman, bakanlık

the English department  /  İngilizce bölümü

 

Departure: Gidiş, kalkış, ayrılış

Flights should be confirmed 48 hours before departure.  /  Uçuşlar kalkıştan 48 saat önce teyit edilmelidir.

 

Depend: Bağlı, bağlı olmak, güvenmek

 

 

Deposit:  Koymak, yatırmak

Millions were deposited in Swiss bank accounts.  /  Milyonlar İsviçreli banka hesaplarına yatırıldı.

 

Depress: Moralini bozmak, bastırmak, sıkmak

Wet weather always depresses me.  /  Yağışlı hava daima beni sıkar.

 

Depressed: Bunalımlı, depresif, kederli, bastırılmış, çok üzgün

Depressed mood / Depresif ruh hali

 

Depressing: İç karartıcı, moral bozucu

Looking for a job these days can be very depressing.  /  Bugünlerde bir iş bakmak çok moral bozucu olabilir.

 

Depth: Derinlik, dip

What’s the depth of the water here?  /  Burada suyun derinliği nedir?

 

Derive: Türetmek, çıkarmak

The word ‘politics’ is derived from a Greek word meaning ‘city’.  /  Politika kelimesi Yunanca şehir anlamına gelen bir kelimeden türetilmiştir.

 

Describe: Tanımlamak, anlatmak, betimlemek, açıklamak

The current political situation in Vietnam is described in chapter 8.  /  Vietnam’daki mevcut siyasi durum bölüm 8’de açıklanmıştır. Jim was described by his colleagues as ‘unusual’.  /  Jim arkadaşları tarafından sıra dışı olarak tanımlandı.

 

Description: Tanımlama, tarif, betimleme

general description of the software  /  yazılımın genel tanımı

 

Desert: Çöl, bozkır, terk etmek

She was deserted by her husband.  /  O kocası tarafından terk edildi. Finding of water very difficult in desert.  /  Çölde su bulmak çok zor.

 

Deserted: Issız, terk edilmiş, tenha

The office was completely deserted.  /  Ofis tamamen terk edilmişti.

 

Deserve: Hak etmek, layık olmak

They didn’t deserve to win.   /   Onlar kazanmayı hak etmedi.

 

Design: Dizayn, tasarı, tasarlamak, dizayn etmek

He designed and built his own house.  /  O kendi evini tasarladı ve inşa etti.

 

Desire: Arzu, istek

We all desire health and happiness.  /  Hepimiz sağlık ve mutluluk isteriz.

 

Desk: Masa, sıra, resepsiyon, büro

Desks were very beautiful designed.   /  Masalar çok güzel tasarlanmış.

 

Desperate: Umutsuz, çaresiz

Somewhere out there was a desperate man, cold, hungry, hunted.  /  Dışarda bir yerlerde üşümüş, aç ve avlanan umutsuz bir adam vardı.

 

Despite: Rağmen, karşın

Her voice was shaking despite all her efforts to control it.  /  Tüm kontrol çabalarına rağmen sesi titriyordu.

 

Destroy: Yıkmak, mahvetmek, yok etmek, harap etmek, imha etmek

They’ve destroyed all the evidence.  /  Onlar bütün kanıtları imha etti. You have destroyed my hopes of happiness.  /  Sen benim mutluluk umutlarımı yıktın.

 

Destruction: İmha, tahrip, tahribat, yıkma

weapons of mass destruction   /  kitle imha silahları

 

Detail: Detay, ayrıntı, detayına girmek

This issue will be discussed in more detail in the next chapter.  /  Bu konu sonraki bölümde daha detaylı olarak ele alınacaktır.

 

Determination: Belirleme, tespit, karar

factors influencing the determination of future policy  /  gelecek politikasının belirlenmesini etkileyen faktörler

 

Determined: Kararlı, azimli

I’m determined to succeed.  /  Ben başarılı olmak için kararlıyım.

 

Develop: Geliştirmek, gelişmek

The child is developing normally.  /  Çocuk normal bir şekilde gelişiyor. The company develops and markets new software.  /  Şirket yeni yazılım geliştirmekte ve pazarlamaktadır.

 

Development: Gelişme, ilerleme

a baby’s development in the womb  /  Anne karnındaki bir bebeğin gelişimi

 

Device: Cihaz, alet, makine

the world’s first atomic device  /   Dünyanın ilk atom cihazı

 

Devoted: Sadık, özverili

They are devoted to their children.  /  Onlar çocuklarına karşı özverilidir.

 

Devote: Adamak, tahsis etmek

She devoted herself to her career.  /  O, kendini kariyerine adadı.

 

Diagram: Diyagram, şema

The results are shown in diagram 2.  /  Sonuçlar şema 2’de gösterilir.

 

Diamond: Elmas, pırlanta

The lights shone like diamonds.  /  Işıklar elmas gibi parlıyordu.

 

Diary: Günlük, hatıra defteri

The writer’s letters and diaries will publish next year.  /  Yazarın mektupları ve günlükleri gelecek yıl yayımlanacak.

 

Dictionary: Sözlük

a Turkish-English dictionary / bir Türkçe-İngilizce sözlük

 

Die: Ölmek

Her husband died suddenly last week.  /  Onun kocası geçen hafta aniden öldü.

 

Diet: Diyet, rejim, perhiz, rejim yapmak

a healthy, balanced diet  /  sağlıklı, dengeli bir diyet I’m doing a diet to lose weight  /  Ben zayıflamak için diyet yapıyorum.

 

Difference: Fark, ayrım

There are no significant differences between the education systems of the two countries.  /  İki ülkenin eğitim sistemi arasında önemli farklılıklar yok.

 

Different: Farklı, çeşitli

American English is significantly different from British English.  /  Amerikan İngilizcesi, İngiliz İngilizcesinden önemli ölçüde farklıdır.

 

 Difficult: Zor, güç, çetin

It’s really difficult to read your writing.  /  Yazınızı okumak gerçekten zor.

 

Difficulty: Zorluk, güçlük, sıkıntı

children with severe learning difficulties  /  ciddi öğrenme güçlüğü olan çocuklar

 

Dig: Kazmak, kazı

They dug deeper but still found nothing.  /  Onlar daha derin kazdı. Fakat hâlâ hiçbir şey bulunamadı.

 

Dinner: Akşam yemeği

What time do you serve dinner?/  Akşam yemeği servisiniz ne zaman?

 

Direct: Doğrudan, direkt, yönlendirmek, yönetmek, kontrol etmek

A new manager has been appointed to direct the project.  /  Projeyi yönetmek için yeni bir yönetici atanmıştır.

 

Direction: Talimat, yön, yönetim, istikamet

The aircraft was flying in a northerly direction.  /  Uçak kuzey yönüne uçuyordu.

 

Directly: Doğrudan doğruya, direkt olarak, doğruca

He drove her directly to her hotel.  /  Onu doğruca otele götürdü.

 

Director: Yönetmen, müdür, yönetici

He’s on the board of directors.  /  O, yöneticiler kurulandadır.

 

Dirt: Kir, pislik, çamur

His clothes were covered with dirt.  /  Onun elbiseleri kirle kaplıydı.

 

Dirty: Kirli, pis, edepsiz, kirletmek

a dirty brown carpet /  kirli kahverengi bir halı

 

Disabled: Özürlü, engelli, sakat

He was born disabled.  /  O, engelli doğdu.

 

Disadvantage: Dezavantaj, zarar, aleyhte durum

One major disadvantage of the area is the lack of public transport.  /  Bölgenin önemli bir dezavantajı toplu taşıma eksikliğidir.

 

Disagree: Uyuşmamak, anlaşamamak, katılmıyorum

Even friends disagree sometimes.  /  Arkadaşlar bile bazen anlaşamaz.

 

Disagreement: Anlaşmazlık, uyuşmazlık, ihtilaf

There is disagreement among archaeologists about age of the sculpture. / Heykelin yaşı hakkında arkeologlar harasında bir anlaşmazlık var.

 

Disappear: Gözden kaybolmak, kaybolmak

The plane disappeared behind of a cloud.  /  Uçak bir bulutun arkasında kayboldu.

 

Disappoint: Hayal kırıklığına uğratmak

I hate to disappoint you, but I’m just not interested.  /  Sizi hayal kırıklığına uğratmak istemem ama şimdi ilgilenmiyorum.

 

Disappointed: Hayal kırıklığına uğramış, kırgın

They were bitterly disappointed at the result of the game.  /  Onlar oyunun sonucunda acı bir şekilde hayal kırıklığına uğradılar.

 

Disappointing: Hayal kırıklığı

The outcome of the court case was disappointing for the family involved.  /  Dava sonucu ilgili aile için hayal kırıklığıydı.

 

Disappointment: Hayal kırıklığı, hüsran

Book early for the show to avoid disappointment.  /  Hayal kırıklığını önlemek için erken rezervasyon yaptırın.

 

Disapproval: Onaylamama, reddetme

disapproval of his methods  /  onun onaylanmayan yöntemleri

 

Disaster: Felaket, facia

Thousands people died in the disaster.  /  Binlerce insan felakette öldü.

 

Disc: Disk, cd

This recording is available online or on disc.  /  Bu kayıt online veya disk üzerinde mevcuttur.

 

Discipline: Disiplin, bilim dalı

Her determination and discipline were admirable.  /  Onun kararlılığı ve disiplini takdire değerdi.

 

Discount: İndirim, iskonto

They’re offering a 10% discount on all sofas this month.  /  Onlar bu ay bütün kanepelerde % 10 indirim sunuyor.

 

Discover: Keşfetmek, bulmak

Scientists are working to discover a cure for AIDS.  /  Bilim adamları AIDS için bir çare bulmaya çalışıyor.

 

Discovery: Buluş, bulgu, keşif, ortaya çıkarmak

The discovery of a child’s body in the river has shocked the community.  /  Nehirde bir çocuğun cesedinin bulunması toplumu şoke etti. Researchers in this field have made some important new discoveries.  /  Araştırmacılar bu alanda bazı önemli, yeni keşifler yapmışlar.

 

Discuss: Tartışmak, görüşmek

Have you discussed the problem with anyone?  /  Siz problemi herhangi biri ile görüştünüz mü? They met to discuss the possibility of working together.  /  Onlar birlikte çalışma olasılığını tartışmak için bir araya geldi.

 

Discussion: Tartışma, görüşme, müzakere

After considerable discussion, they decided to accept our offer.  /  Önemli tartışmadan sonra onlar bizim teklifimizi kabul etmeye karar verdi.

 

Disease: Hastalık, rahatsızlık

It is not known what causes the disease.  /  Hastalığın nedenleri bilinmemektedir.

 

Disgust: Nefret, iğrenme, iğrendirmek, tiksindirmek

The level of violence in the film really disgusted me.  /   Filmdeki şiddetin seviyesi gerçekten beni tiksindirdi.

 

Dish: Tabak, yemek, servis yapmak

a glass dish  /  bir cam tabak a vegetarian dish  /  bir vejetaryen yemeği

 

Dishonest: Sahtekar

Beware of dishonest traders in the tourist areas.  /  Turist bölgelerinde sahtekar tüccarlara dikkat edin.

 

Dislike: Antipati, nefret, hoşlanmama, sevmeme

He did not try to hide his dislike of his boss.  /  Patronuna olan antipatisini gizlemeye çalışmadı.

 

Dismiss: Reddetmek, görevden almak, işten çıkarmak

 

 

Display: Göstermek, sergilemek, ekran, görüntü

a breathtaking display of aerobatics  /  nefes kesen akrobatik bir görüntü

 

Dissolve: Eritmek, dağıtmak, bozmak, yok etmek, fesh etmek

Salt dissolves in water.  /  Tuz suda çözünür.

 

Distance: Mesafe, uzaklık, ara, uzakta tutmak

the distance of the earth from the sun  /  dünyanın güneşten uzaklığı

 

 Distinguish: Ayırmak, ayırt etmek, ayrım yapmak

English law clearly distinguishes between murder and manslaughter.    /  İngiliz hukuku cinayet ve adam öldürme arasında net bir ayrım yapar.

 

Distribute: Dağıtmak, yaymak, vermek

The newspaper is distributed free.  /   Gazete ücretsiz olarak dağıtılmaktadır.

 

Distribution: Dağıtım, dağılım

the unfair distribution of wealth  /  zenginliğin haksız dağılımı

 

District: Bölge

the City of London’s financial district  /  Londra şehrinin finansal bölgesi

 

Disturb: Bozmak, rahatsız etmek

I’m sorry to disturb you, but can I talk to you for a minute?  /   Seni rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama bir dakika konuşabilir miyiz?

 

Disturbing: Rahatsız edici, huzur bozucu

a disturbing piece of news  /  haberlerin rahatsız edici bir parçası

 

Divide: Bölmek, ayırmak

The cells began to divide rapidly.  /  Hücreler hızlıca bölünmeye başladı.

 

Division: Bölünme, bölme, bölüm, ayırma

the division of labour between the sexes  /  Cinsiyetler arasındaki iş bölümü

 

Divorced: Boşanmış, ayrılmış

My parents are divorced.  /  Benim ebeveynlerim boşanmış.

 

Divorce: Boşanma, ayrılık

I’d heard they’re divorcing.  /  Onların boşandığını duymuştum.

 

Doctor: Doktor, hekim

You’d better see a doctor about that cough.  /  Bu öksürük ile ilgili doktora görünsen iyi olur.

 

Document: Belge, döküman, belgelemek

Save the document before closing.  /  Kapatmadan önce belgeyi kaydedin.

 

Do: Yapmak, etmek

What are you doing this evening?  /  Bu akşam ne yapıyorsun?

 

Dog: Köpek

I took the dog for a walk.  /  Ben yürüyüş için bir köpek aldım.

 

Dollar: Dolar

Do you have thousand dollar?  /  Bin dolarınız var mı?

 

Domestic: İç, yerli, ev, bölgesel

Output consists of both exports and sales on the domestic market.  /  Üretim hem iç pazardaki satışlardan hem de ihracattan oluşmaktadır.

 

Dominate: Hükmetmek, hakim olmak

As a child he was dominated by his father.  /  O bir çocukken babası tarafından yönetilirdi.

 

Door: Kapı, giriş, eşik

Close the door behind you, please.  /  Arkanızdaki kapıyı kapatın lütfen.

 

Dot: Nokta, işaret

There are dots above the letters i and j.  /  i ve j harflerinin üzerinde nokta vardır.

 

Double: Çift, ikili, iki kişilik, iki kat

Membership almost doubled in two years.  /  Üyeler iki yıl içinde neredeyse iki katına çıktı.

 

Doubt: Şüphe, kuşku, şüphelenmek

‘Do you think England will win?’  /  İngilitere’nin kazanacağını düşünüyor musunuz?

 

Down: Aşağı, aşağıda, altına, altında

The stone rolled down the hill.   /  Taş tepeden aşağı yuvarlandı.

 

Downstairs: Alt katta, aşağıdaki

We’re painting the downstairs.  /  Alt katta boyama yapıyoruz.

 

Downward: Aşağıya doğru

the downward slope of a hill  /  bir tepenin aşağı doğru eğimi

 

Dozen: Düzine, çok sayı

three dozen red roses  /  Üç düzine kırmızı gül

 

Draft: Taslak, tasarı, görevlendirmek

I’ll draft a letter for you.  /  Senin için bir mektup tasarlayacağım.

 

Drag: Sürüklemek, çekmek, yavaşça hareket etmek

They dragged her from her bed.  /  Onu yatağından sürüklediler.

 

Drama: Drama, dram, bir tiyatro oyunu

I studied English and Drama at college.  /  Ben üniversitede İngilizce ve Drama eğitimi aldım.

 

Dramatic: Dramatik, çarpıcı, etkileyici, heyecanlı, dikkat çekici

Prices have fallen dramatically.  /  Fiyatlar dikkat çekici şekilde düştü.

 

Draw: Çekmek, çizmek, çekme, kura

She drew a house.  /  Obir ev çizdi. The movie is drawing large audiences.  /  Film geniş kitleleri çekiyor.

 

Drawer: Çekmece, dolap bölmesi, çek yazan kimse

the kitchen drawer  /  mutfak çekmecesi a cheque bearing the signature of the drawer  /  Çek yazan kimsenin imzasını taşıyan bir çek

 

Drawing: Çizim

I’m not very good at drawing.  /   Ben çizimde çok iyi değilim.

 

Dream: Hayal, rüya, hayal etmek, rüya görmek

I dreamt about you last night.  /  Dün gece rüyamda seni gördüm.

 

Dress: Elbise, kıyafet, giyinmek

She dressed the children in their best clothes.  /  O çocuklara en iyi kıyafetlerini giydirdi. She always dressed entirely in black.  /  O her zaman tamamen siyah giyinir.

 

Dressed: Giyinmiş

I can’t go to the door. I’m not dressed yet.  /  Ben kapıya gidemem. Henüz giyinmiş değilim.

 

Drink: İçmek, içki

What would you like to drink?  /   Ne içmek istersiniz? In hot weather, drink plenty of water.  /  Sıcak havada bol su iç. I don’t drink coffee.  /  Ben kahve içmem.

 

Drive: Sürme, sürüş, sürmek, kullanma

a drive through the mountains  /  dağlar arasında bir sürüş

 

Driver: Sürücü, şoför

The car comes equipped with a driver’s airbag.  /  Araba sürücü hava yastığı ile donatılmış şekilde geliyor.

 

Driving: Sürme, sürüş, araba kullanma

dangerous driving  / tehlikeli sürüş

 

Drop: Damla, düşüş, düşmek, bırakmak, düşürmek

Mix a few drops of milk into the cake mixture.  /  Kek karışımı içine birkaç damla süt karıştırın. If you want the job, you must be prepared to take a drop in salary.  / Sen iş istiyorsan maaşında bir düşüşe hazır olmalısın. There was a substantial drop in the number of people out of work last month.    /  Geçen ay işsiz insanların sayısında önemli bir düşüş vardı.

 

Drug: İlaç, uyuşturucu, ilaç vermek, uyuşturmak

He does not smoke or take drugs.  /  O sigara ya da uyuşturucu almaz. The drug has some bad side effects.  /  İlacın bazı kötü yan etkileri vardır.

 

Drugstore: Eczane

 

 

Drum: Davul, davul çalmak

a regular drum beat  /  düzenli bir davul ritmi

 

Drunk: Sarhoş, mest, ayyaş

Police arrested him for being drunk and disorderly  /  Polis sarhoş ve taşkın olduğu için onu tutukladı.

 

Dry: Kuru, kurak, kurutmak

He washed clothes and hung it out to dry.  /  O, elbiseleri yıkadı ve kuruması için dışarı astı.

 

Due: Nedeniyle, sayesinde, beklenen, zamanı gelmiş

The team’s success was largely due to her efforts.  /  Takımın başarısı büyük ölçüde onların çabaları sayesindeydi.

 

Dull: Donuk, mat, sıkıcı, soluk

The first half of the game was pretty dull.  /  Oyunun ilk yarısı  çok sıkıcıydı. Her eyes were dull.  /  Onun gözleri çok donuk.

 

Dump: Çöplük, pis yer

How can you live in this dump?  /  Bu çöplükte nasıl yaşayabilirsiniz?

 

During: Sırasında, boyunca, esnasında

There are extra flights to Colorado during the winter.  /  Kış boyunca Colorado için ekstra seferler bulunmaktadır.

 

Dust: Toz, tozunu almak

I broke the vase while I was dusting.  /  Ben tozunu alırken vazoyu kırdım.

 

Duty: Görev, hizmet

My duty to report offenders to the police  /  Suçluları polise bildirmek benim görevim

 

Dying: Ölen, ölmekte olan, ölüm

people who are dying  /  ölen insanlar

 

Each: Her, her bir

Each answer is worth 20 points.  /  Her cevağ 20 puan değerindedir.

 

Each other: Birbiri, birbirine, birbirini

They looked at each other and laughed.  /  Onlar birbirine baktı ve güldü. We can wear each other’s clothes.  /  Biz birbirimizinm elbiselerein giyebiliriz.

 

Ear: Kulak

She whispered something in his ear.  /  Onun kulağına bir şeyler fısıldadı.

 

Early: Erken, ilk, eski, erkenden

We arrived early the next day.  /  Biz ertesi gün erkenden vardık.

 

Earn: Kazanmak, para kazanmak

He earns about $40000 a year.  /  O bir yılda yaklaşık 40000 dolar kazanır.

 

Earth: Dünya, toprak, yeryüzü

The earth revolves around the sun.  /  Dünya güneşin etrafında döner. I must be the happiest person on earth!  /  Yeryüzündeki en mutlu kişi olmalıyım.

 

Ease: Kolaylaştırmak, hafifletmek, rahat, kolaylık

The plan should ease traffic congestion in the town.  /  Plan kasabadaki trafik sıkışıklığını rahatlatmalı.

 

Easily: Kolayca, muhtemelen

The museum is easily accessible by car.  /  Araba ile kolayca müzeye erişilebilir.

 

East: Doğu, doğuya doğru

Travel of east  /  Doğu seyahati

 

Eastern: Doğu, doğuya ait

Eastern Europe  /  Doğu Avrupa

 

Easy: Kolay, basit, rahat

an easy exam  /  kolay bir sınav I’ll agree to anything for an easy life.  /  Rahat bir yaşam için her şeyi kabul edeceğim.

 

Eat: Yemek, yemek yemek, tüketmek

I don’t eat meat.  /  Ben et yemem. Would you like something to eat? /  Bir şey yemek ister misiniz?

 

Ekonomic: Ekonomik, iktisadi, hesaplı

social, economic and political issues  /  sosyal, ekonomik ve siyasi konular.

 

Economy: Ekonomi, iktisat

Ireland was one of the fastest-growing economies in Western Europe in the 1990s.  /  İrlanda 1990’larda Batı Avrupa’da en hızlı büyüyen ekonomilerden biriydi.

 

Edge: Kenar

He stood on the edge of the cliff.  /  O, uçurumun kenarında durdu.

 

Edition: Baskı, yayın, tiraj

She collects first editions of Victorian novels.  /  O Viktoria dönemine ait romanların ilk baskılarını toplar. The dictionary is now in its eighth edition.  /  Sözlük şimdi 8. baskıda.

 

Editor: Editör, yayımcı

the editor of the Todays Zaman  /  Todays Zaman’ın editörü

 

Educated: Eğitim görmüş, okumuş, tahsilli, eğitimli

privately educated children  /  özel eğitimli çocuklar

 

Educate: Eğitmek, yetiştirmek, okutmak, eğitim almak

She was educated in the US.  /  O, ABD’de eğitim aldı.

 

Education: Eğitim, öğretim

She completed her education in 1995.  /  O eğitimini 1996’te tamamladı.

 

Effect: Etki, tesir, sonuç, kişisel eşyalar

The insurance policy covers all baggage and personal effects.  /  Sigorta poliçesi tüm bagajları ve kişisel eşyaları kapsar. The stage lighting gives the effect of a moonlit scene.  /  Sahne aydınlatması ay ışığının aydınlattığı sahne etkisi verir. the beneficial effects of exercise  / egzersizin yararlı sonuçları

 

Effective: Etkili

Aspirin is a simple but highly effective treatment.  /  Aspitin basit ama son derece etkili bir tedavi yöntemidir.

 

Effectively: Etkin biçimde, etkili şekilde

The company must reduce costs to compete effectively.  /  Şirket etkin biçimde rekabet edebilmek için maliyetleri azaltmalıdır.

 

Efficient: Verimli, etkili

We offer a fast, friendly and efficient service.  /  Biz hızlı, samimi ve verimli bir hizmet sunuyoruz.

 

Effort: Çaba, gayret

We arrived with effort of driver  /  Şöfürün çabası ile ulaştık.

 

Egg: Yumurta

The female sits on the eggs until they hatch.  /  Dişi onlar yumurtadan çıkana kadar yumurtalarda oturur.

 

Eighteen: On sekiz

She is eighteen years old.  /  O, on sekiz yaşında

 

Eight: Sekiz

I was born eight years ago  /  Ben sekiz yıl önce doğdum.

 

Eighth: Sekizinci

the eighth century  /  sekizinci yüzyıl

 

Eighty: Seksen

My grandfather is eighty years old.  /  Benim büyük babam seksen yaşında.

 

Either: ya da, ikisinden biri,

I’m going to buy either a camera or a DVD player with the money.  /  Ben para ile bir camera ya da DVD oynatıcıdan birini almaya gidiyorum.

 

Elbow: Dirsek

He’s fractured his elbow.  /   Onun dirseği kırıktı.

 

Elderly: Yaşlı, ihtiyar

an elderly couple  /  ihtiyar bir çift

 

Elect: Seçmek

the newly elected government  /  yeni seçilen hükumet She became the first black woman to be elected to the Senate.  /  O, senato için seçilen ilk siyah kadın oldu.

 

Election: Seçim

In America, presidential elections are held every four years.  /  Aerika’da başkanlık seçimleri her dört yılda bir yapılır.

 

Electrical: Elektrik, elektrikli

an electrical fault in the engine  /  motorda bir elektrik arızası

 

Electric: Elektrik, heyecan verici

an electric generator  /  bir elektrik jeneratörü The atmosphere was electric.  /  atmosfer heyecan vericiydi.

 

Electricity: Elektrik

The electricity is off  /  Elektrik kapalı

 

Electronic: Elektronik

This dictionary is available in electronic form.  /  Bu sözlük elektronik ortamda mevcuttur.

 

Elegant: Zarif, şık, çekici

She was tall and elegant.  /  O uzun ve zarifti.

 

Element: Eleman, öge, unsur

Cost was a key element in our decision.  /  Maliyet bizim kararımızda önemli bir unsurdu.

 

Elevator: Asansör, kaldırıcı

I went up to the fifth floor with elevator.  /  Asansörle beşinci kata çıktım.

 

Eleven: On bir

She was chosen for the first eleven.  /   O, ilk on bir için seçildi.

 

Else: Başka, ilaveten, yoksa, aksi halde

What else did he say?  /  O başka ne söyledi? Ask somebody else to help you.  /  Yardım için başkasından rica et.

 

Elsewhere: Başka yer, başka yerde

The answer to the problem must be sought elsewhere.  /   Sorunun cevabı başka yerde aranmalıdır. Our favourite restaurant was closed, so we had to go elsewhere.  /  Bizim favori restoranımız kapalıydı, bu yüzden biz başka yere gittik.

 

Email: E-posta, elektronik posta, elektronik posta göndermek, e-posta göndermek

Patrick emailed me yesterday.  /  Patrick dün bana elektronik posta gönderdi.

 

Embarrassed: Mahcup, utangaç, utanmış

I’ve never felt so embarrassed in my life!  /  Ben hayatımda hiç böyle mahcup hissetmemiştim.

 

Embarrass: Utandırmak, sıkıntı vermek

I didn’t want to embarrass him by kissing her in front of her friends.  /   Ben arkadaşlarının önünde öperek onu utandırmak istemedim. The speech was deliberately designed to embarrass the prime minister.  /  Konuşma başbakana sıkıntı vermek için kasıtlı olarak tasarlanmıştı.

 

Embarrassing: Utanç verici, can sıkıcı, utandırıcı

an embarrassing mistake  /  utanç verici bir hata

 

Embarrassment: Utanma, sıkıntı

Her resignation will be a severe embarrassment to the party.  /  Onun istifası parti için ciddi bir sıkıntı olacaktır.

 

Emerge: Çıkmak, ortaya çıkmak

She finally emerged from her room at noon.  /  O, nihayet öğle saatlerinde odasından çıktı.

 

Emergency: Acil durum, tehlike

This door should only be used in an emergency.  /  Bu kapı sadece acil durumlarda kullanılmaktadır.

 

Emotional: Duygusal, hassas

a child’s emotional and intellectual development  /  çocuğun duygusal ve zihinsel gelişimi

 

Emotion: Duygu, his

He lost control of his emotions.  /  O duygularının kontrolünü kaybetti.

 

Emphasis: Vurgu, önem

The course has a vocational emphasis.  /  Kursun mesleki bir önemi vardır.

 

Emphasize: Vurgulamak

‘This must be our top priority,’ he emphasized.  /  “Bu bizim en önceliklimiz olmalı” diye vurguladı.

 

Empire: İmparatorluk

the Roman empire  /  Roma imparatorluğu

 

Employee: İşçi, eleman, personel, görevli, çalışan

The firm has over 500 employees.  /  Firma 500’ün üzerinde çalışana sahip.

 

Employ: İş vermek, istihdam etmek, çalıştırmak, görevlendirmek, kullanmak

How many people does the company employ?  /  Şirket ne kadar insanı istihdam eder?

 

Employer: İşveren, patron

They’re very good employers  /  Onlar çok iyi işverendir.

 

Employment: İş, görev, istihdam

conditions of employment  /  istihdam koşulları

 

Empty: Boş, boşaltmak,

He emptied the ashtrays, washed the glasses and went to bed.  /  O kül tablalarını boşalttı, bardakları yıkadı ve yatağa gitti.

 

Enable: Etkinleştirmek, olanak tanımak, izin vermek

The software enables you to create your own DVDs.  /  Yazılım kendi DVDlerinizi oluşturmanıza olanak sağlar.

 

Encounter: Karşılaşmak, rastlaşmak

Three of them were killed in the subsequent encounter with the police.  /  Onlardan üçü polisle sonraki karşılaşmalarında öldürüldü.

 

Encourage: Teşvik etmek, cesaretlendirmek, desteklemek

My parents have always encouraged me in my choice of career.  /  Ebeveynlerim kariyer seçimimde daima beni destekler. Banks actively encourage people to borrow money.  /  Bankalar aktif olarak insanları borç almaya teşvik eder.

 

Encouragement: Teşvik, destek

a few words of encouragement  /  birkaç destek sözü

 

End: Son, uç, bitirmek, bitmek

The road ends here.  /  Yol burada bitiyor. How does the story end?  /  Hikayenin sonu nasıl?

 

Ending: Son, bitirme, sona erme

the anniversary of the ending of the Pacific War  /  Pasifik Savaşı’nın bitiş yıl dönümü

 

Enemy: Düşman, hasım

He has a lot of enemies in the company.  /  Onun şirkette birçok düşmanı var. Poverty and ignorance are the enemies of progress.  /  Yoksulluk ve cehalet ilerlemenin düşmanlarıdır.

 

Energy: Enerji, güç, kuvvet

It’s a waste of time and energy.  /  O, enerji ve zaman kaybıdır.

 

Engaged: Meşgul, nişanlı

I was very engaged.  / Ben çok meşgüldüm. When did you get engaged?  /  Siz ne zaman nişanlandınız?

 

Engage: Meşgu

It is a movie that engages both the mind and the eye.  /  O film gözleri ve zihni meşgul eder.

 

Engine: Motor, makine

My car had to have a new engine.  /  Arabamın yeni bir motoru olması gerekir.

 

Engineer: Mühendis

They’re sending an engineer to fix the phone.  /  Onlar telefonun tamiri için bir mühendis gönderdi.

 

Engineering: Mühendislik

The bridge is a triumph of modern engineering.  /  Köprü modern mühendisliğin başarısıdır.

 

Enjoyable: Eğlenceli, zevkli, keyifli

an enjoyable weekend  /  eğlenceli bir hafta

 

Enjoy: Hoşlanmak, eğlenmek, tadını çıkarmak, keyif almak

Thanks for a great evening. I really enjoyed it.  /  Harika akşam için teşekkürler. Ben gerçekten keyif aldım.

 

Enjoyment: Zevk, haz, eğlenme, keyif alma, mutluluk

The rules are there to ensure everyone’s safety and enjoyment.  /  Kurallar herkesin güvenliğini ve mutluluğunu sağlamak için vardır. Children like to share interests and enjoyments with their parents.  /  Çocuklar ebeveynleri ile ilgi ve zevklerini paylaşmaktan hoşlanırlar.

 

Enormous: Çok büyük, devasa, muazzam, kocaman

The problems facing the President are enormous.  /  Başkanın karşılaştığı sorunlar çok büyük.

 

Enough: Yeter, yeterli, yeterince

This house isn’t big enough for us.  /  Bu ev bizim için yeterince büyük değil.

 

Enquiry: Soruşturma, araştırma, sorgu, soru

a murder enquiry  /  bir cinayet soruşturması enquiries from prospective students  /  aday öğrencilerden gelen sorular

 

Ensure: Sağlamak, garantiye almak

Victory ensured them a place in the final.  /  Zafer, onların finaldeki yerini garantiye aldı.

 

Enter: Girmek, giriş, katılmak, içeri girmek

Knock before you enter.  /  İçeri girmeden önce kapıyı çalın.

 

Entertain: Ağırlamak, misafir etmek, eğlendirmek, hoşça vakit geçirmek

Barbecues are a good way of entertaining friends.  /  Barbekü arkadaşları ağırlamanın iyi bir yoludur.

 

Entertaining: Eğlendirici

I found the talk both informative and entertaining.  /  Ben konuşmayı bilgilendirici ve eğlendirici buldum. She was always so funny and entertaining.  /  O daima çok komik ve eğlenceliydi.

 

Entertainment: Eğlence, ağırlama

There will be live entertainment at the party.  /  Partide canlı eğlence olacaktır.

 

Enthusiasm: Coşku, heyecan, heves, şevk

I can’t say I share your enthusiasm for the idea.  /  Fikir için senin heyecanını paylaştığımı söyleyemem.

 

Enthusiastic: Hevesli, coşkulu, istekli, heyecanlı

an enthusiastic supporter  /  coşkulu bir destekçi

 

Entire: Tüm, bütün, tam, hepsi

The entire village was destroyed.  /  Tüm köy yıkıldı. I have never in my entire life heard such nonsense!  /  Ben bütün hayatım boyunca böyle bir saçmalık duymadım.

 

Entirely: Tamamen

I entirely agree with you.  /  Ben sizinle  tamamen aynı fikirdeyim.

 

Entitle: Yetki vermek, ünvan vermek, hak etmek, isimlendirmek

You will be entitled to your pension when you reach 65.  /  65 yaşına ulaştığınız zaman emekliliği hak edeceksiniz. He read a poem entitled ‘Salt’.  /  Tuz isimli bir şiiri okudu.

 

Entrance: Giriş, antre

the entrance to the museum  /  müze girişi I’ll meet you at the main entrance.  /  Ana girişte seninle buluşacağız.

 

Entry: Giriş, girdi, kayıt

The children were surprised by the sudden entry of their teacher.  /  Öğretmenleri aniden gireren çocukları şaşırttı.

 

Envelope: Zarf

a prepaid envelope  /  ön ödemeli bir zarf

 

Environmental: Çevresel

the environmental impact of pollution  /  kirliliğin çevresel etkileri

 

Environment: Çevre, ortam

An unhappy home environment can affect a child’s behaviour.  /  Mutsuz bir ev ortamı çocuğun davranışlarını etkileyebilir. measures to protect the environment  /  çevreyi korumak için önlemler

 

Equal: Eşit, aynı, denk, =

2x plus y equals 7 (2x+y=7)   /  2x artı y eşittir 7 (2x+ty=7) A metre equals 39.38 inches.  /  Bir metre 39.38 inçe eşittir.

 

Equally: Eşit olarak, aynı derecede

Diet and exercise are equally important.  /  Diyet ve egzersiz aynı derecede önemlidir. We try to treat every member of staff equally.  /  Biz kadronun her üyesine eşit olarak davranmaya çalışıyoruz.

 

Equipment: Ekipman, donanım, teçhizat, araç, gereç

The equipment of the photographic studio was expensive.  /  Fotoğraf stüdyosunun ekipmanları pahalı.

 

Equivalent: Eş değer, karşılık

Send €20 or the equivalent in your own currency.  /  20 euro ya da sizin kendi para biriminizdeki karşılığını gönderin.

 

Error: Hata, yanlışlık

No payments were made last week because of a computer error.  /  Bir bilgisayar hatasından dolayı geçen hafta ödeme yapılmadı.

 

Escape: Kaçış, kurtulma, kaçma

Two prisoners have escaped.  /  İki mahkum kaçtı. They were caught trying to escape.  /  Onlar kaçmaya çalışırken yakalandı.

 

Especially: Özellikle, bilhassa

I love Rome, especially in the spring.  /  Roma’yı seviyorum, özellikle baharda.

 

Essay: Deneme, girişim

His first essay in politics was a complete disaster.  /  Onun politikadaki ilk girişimi tam bir felaketti.

 

Essential: Gerekli, zorunlu, başlıca, asıl gerekli olan şey, şart

the essentials of English grammar  /  İngilizce gramerin şartları

 

Essentially: Esasen, aslında, başlıca

He was, essentially, a teacher, not a manager.  /  O aslında bir öğretmendi, yönetici değil.

 

Establish: Kurmak, belirlemek, saptamak, yapmak

The committee was established in 1912.  /  Komite 1912’de kuruldu.

 

Estate: Arazi, mülk, miras

He left estate valued at a million dollars.  /  Bir milyon değerinde miras bıraktı. a 3000-acre estate  /  3000 dönümlük arazi

 

Estimate: Tahmin, tahmin etmek

The satellite will cost an estimated £400 million.  /  Uydu tahminen 400 milyon paunda mal olacak.

 

Euro: Euro, Avrupa Birliği para birimi

the value of the euro against the dollar  /  dolar karşısında euronun değeri

 

Even: Bile, dahi, hatta, eşit, düz

Our points are now even.  /  Puanlarımız şimdi eşit. You need an even surface to work on.  /  Üzerinde çalışmak için düz yüzeye ihtiyacınız var.

 

Evening: Akşam

I’ll see you tomorrow evening.  /  Yarın akşam seni göreceğim.

 

Event: Olay, durum, vaka

The election was the main event of 2008.   /  Seçim 2008’in ana olayıydı.

 

Eventually: Sonunda, nihayet, neticede

She hopes to get a job on the local newspaper and eventually work for ‘The Times’.  /  O yerel bir gezetede bir iş ve sonunda da The Times için çalışmayı umuyor.

 

Ever: Hiç, asla, hep

 

 

Everybody:  Herkes

Have you asked everybody?  /  Herkese sordunuz mu?

 

Every: Her

She knows every student in the school.  /  O, okuldaki her öğrenciyi bilir.

 

Everyone: Herkes

Everyone has a chance to win.  /  Herkes kazanmak için bir şansa sahip. Everyone brought their partner to the party.  /  Herkes partiye partnerini getirdi.

 

Everything: Her şey

When we confronted him, he denied everything.  /  Onunla yüzleştiğimizde, o her şeyi inkar etti.

 

Everywhere: Her yer, her yerde

I’ve looked everywhere.  /  Ben her yere baktım. He follows me everywhere.   /  O her yerde beni takip eder.

 

Evidence: Kanıt, delil, bulgu, kanıtlamak

We found further scientific evidence for this theory.  /  Bu teori için daha fazla bilimsel kanıt bulduk.

 

Evil: Kötü, fena

the eternal struggle between good and evil  /  İyi ve kötü arasındaki sonsuz mücadele

 

Exact: Tam, kesin, doğru

She gave an exact description of the attacker.  /  O, saldırganın tam tanımını verdi.

 

Exactly: Tam olarak, aynen, kesinlikle

I know exactly how she felt.  /  Neler hissettiğini tam olarak biliyorum. Where exactly did you stay in France?  /  Fransa’da tam olarak nerede kaldınız?

 

Exaggerated: Abartılı, aşırı

He looked at me with exaggerated surprise.  /  O, aşırı şaşkınlıkla bana baktı.

 

Exam: Sınav

I got my exam results today.  /  Bugün sınav sonuçlarımı aldım.

 

Examination: Sınav, inceleme, muayene

successful candidates in TOEFL examinations  /  TOEFL sınavlarında başarılı olan adaylar.

 

Examine: İncelemek, sınamak, sorgulamak

These ideas will be examined in more detail in Chapter 10.  /  Bu fikirler bölüm 10’da daha detaylı incelenecek.

 

Example: Örnek, misal

This dictionary has many examples of how words are used.  /  Bu sözlükte kelimelerin nasıl kullanıldığını gösteren çok örnek var.

 

Excellent: Mükemmel

She speaks excellent French.   /   O mükemmel Fransızca konuşur.

 

Except: Hariç, haricinde, hariç, başka

I didn’t tell him anything except that I need the money.  /  Ben para ihtiyacının dışında ona herhangi bir şey anlatmadım.

 

Exception: İstisna

Most of the buildings in the town are modern, but the church is an exception.  /  Kasabadaki binaların çoğu modern, fakat kilise bir istisna.

 

Exchange: Değiştirmek, değiş tokuş, takas, bozdurma

You can exchange your currency for dollars in the hotel.  /  Otelde kendi para biriminizi dolar için bozdurabilirsiniz.

 

Excited: Heyecanlı, coşkulu

Some drivers become excited when they’re in traffic.  /  Bazı sürücüler trafikte oldukları zaman heyecanlanırlar.

 

Excite: Heyecanlandırmak, uyarmak, tahrik etmek

The prospect of a year in India greatly excited her.  /  Hindistan’da bir yıl ihtimali onu çok heyecanlandırdı.

 

Excitement: Heyecan, coşku, uyarılma

The news caused great excitement among her friends.  /  Haber, onun arkadaşları arasında büyük heyecana neden oldu.

 

Exciting: Heyecan verici

one of the most exciting developments in biology in recent years  /  son yıllarda biyolojideki en heyecan verici gelişmelerden biri

 

Exclude: Dışlamak, hariç tutmak, çıkarmak, dışında

The cost of borrowing has been excluded from the inflation figures.  /  Borçlanma maliyeti enflasyon rakamlarının dışında tutulmuştur.

 

Excluding: Hariç

Lunch costs £10 per person, excluding drinks.  /  Öğle yemeği ücreti kişi başına 10 sterlin, içecekler hariç.

 

Excuse: Bahane, mazeret, bağışlamak, affetmek

You must excuse my father. /  Siz babamı bağışlamalısınız. Nothing cannot excuse for such rudeness.  /  Hiçbir şey böyle terbiyesizlik için bahane olamaz.

 

Executive: Yönetici, idareci, yürütme, yönetme

She has an executive position in a finance company.  /  O bir finans şirketinde yönetici pozisyonuna sahip.

 

 Exercise: Egzersiz, alıştırma, egzersiz yapmak, uygulamak, kullanmak

How often do you exercise?  /  Ne sıklıkla egzersiz yaparsınız?

 

Ex: Önceki, eski

ex-wife   /  eski eş

 

Exhibit: Sergi, sergilemek, göstermek, sergilenen şey

The museum contains some interesting exhibits on Spanish rural life.  /  Müze İspanyol kırsal hayatının bazı sergilerini içerir.

 

 Exhibition: Sergi, sergileme, teşhir, gösteri

Have you seen the Picasso exhibition?  /  Picasso sergisini gördünüz mü?

 

Existence: Varlık, var oluş

I was unaware of his existence until today.  /  Ben bugüne kadar onun varlığından habersizdim.

 

Exist: Var olmak, bulunmak

Does life exist on other planets?  /  Diğer gezegenlerde hayat var mı?

 

Exit: Çıkmak, çıkış

There is a fire exit on each floor of the building.  /  Binanın her katında yangın çıkışı var.

 

Expand: Genişletmek, büyütmek, genişlemek, büyümek

Metals expand when they are heated.  /  Metaller ısındığı zaman genişler.

 

Expectation: Beklenti, umut

There was a general expectation that he would win.  /  Onun kazanacağına dair genel bir beklenti var.

 

Expected: Beklenen

this year’s expected earnings  /  bu yılın beklenen kazançları

 

Expect: Beklemek, ummak

We are expecting a rise in food prices this month.  /  Biz bu ay gıda fiyatlarında bir artış bekliyoruz.

 

Expense: Gider, masraf, harcama

She always travels first-class regardless of expense.  /  O daima maliyet gözetmeden birinci sınıf seyahat eder.

 

Expensive: Masraflı, pahalı

I can’t buy it, it’s too expensive.  /  Ben onu alamam, çok pahalı.

 

Experienced: Deneyimli, tecrübeli

She’s very young and not very experienced.  /  O çok genç ve tecübeli değil.

 

Experience: Deneyim, tecrübe, yaşamak

Everyone experiences these problems at some time in their lives.   /  Herkes yaşamının bazı dönemlerinde böyle problemler yaşar.

 

Experiment: Deney, deneme

 

 

Expert: Uzman, bilirkişi

They are all expert in this field.  /  Onlar bu alanda uzmandır.

 

Explain: Açıklamak, anlatmak, izah etmek

First, I’ll explain the rules of the game.  /  İlk olarak, ben oyunun kurallarını açıklayacağım.

 

Explanation: Açıklama, izah

The book opens with an explanation of why some drugs are banned.  /  Kitap niçin bazı ilaçların yasaklandığının açıklaması ile başlar.

 

Explode: Patlamak, patlatmak

The firework exploded in his hand.  /  Havai fişek onun elinde patladı.

 

Explore: Keşfetmek, araştırmak

As soon as we arrived on the island we were eager to explore.  /  Biz adaya ulaşır ulaşmaz keşfetmek için istekliydik.

 

Explosion: Patlama, infilak

300 people were injured in the explosion.  /  Patlamada 300 kişi yaralandı.

 

Export: İhracaat, ihraç etmek, ihraç ürünü

the country’s major exports  /  ülkenin önemli ihraç ürünleri a ban on the export of live cattle  /  canlı sığır ihracaatında yasak

 

Expose: Ortaya çıkarmak, göstermek, sergilemek, gerçekleri açıklamak

My job as a journalist is to expose the truth.  /  Bir gazeteci olarak benim görevim gerçeği ortaya çıkarmaktır.

 

Express: Ekspres, hızlı, açık, nakliye

express delivery services  /  hızlı dağıtım hizmeti an air express company  /  bir hava nakliye şirketi

 

Expression: İfade, anlatım, tabir

an expression of support  /  bir destek ifadesi

 

Extend: Uzatmak, genişletmek, yaymak

There are plans to extend the no-smoking area.  /  Sigara içilmeyen alanı genişletmek için planlar var.

 

Extension: Uzatma, genişletme, ek, ilave

 

 

Extensive: Geniş, yaygın, büyük ölçüde

The fire caused extensive damage.  /  Yangın büyük ölçüde zarara neden oldu.

 

Extent: Derece, kapsam, ölçü

I was amazed at the extent of his knowledge.  /  Onun bilgi derecesine şaşırdım.

 

Extra: Ekstra, ilave, ek, ayrıca

I need to earn a bit extra this month.  /  Bu ay biraz ekstra kazanmalıyım.

 

Extraordinary: Olağanüstü, sıradışı

The president took the extraordinary step of apologizing publicly for his behaviour!  /  Başka davranışları için açıkça özür dileyerek olağanüstü bir adım attı.

 

Extreme: Aşırı, son derece

We are working under extreme pressure at the moment.  /  Biz şu anda aşırı basınç altında çalışıyoruz.

 

Extremely: Aşırı derecede, fazlasıyla

Their new CD is selling extremely well.  /  Onların yeni CDsi fazlasıyla iyi satılıyor.

 

Eye: Göz, bakış, gözetlemek, izlemek

There were tears in his eyes.  /  Gözlerinde yaş vardı.

 

Face: Yüz, cephe, yüzleşmek, bakmak, karşı karşıya

Most of the rooms face the sea.  /  Odaların çoğu denize bakıyor. The company is facing a financial crisis.  /  Şirket finansal bir krizle karşı karşıya.

 

Facility: Tesis, olanak, kolaylık

The hotel has special facilities for welcoming disabled people.  /  Otel engelli insanları karşılamak için özel tesislere sahiptir. the world’s largest nuclear waste facility  /  dünyanın en büyük nükleer atık tesisi

 

Fact: Gerçek, olgu, durum

How do you account for the fact that unemployment is still rising?  /  İşsizliğin hala arttığı gerçeğini siz nasıl açıklarsınız?

 

Factor: Etken, etmen, faktör

The result will depend on a number of different factors.  /   Sonuç, bir dizi farklı etkene bağlı olacaktır.

 

Factory: Fabrika, imalathane

a car factory  /  bir araba fabrikası factory workers / fabrika çalışanları

 

Fail: Başarısız, başarısız olmak, zayıf not, yapmamak

What will you do if you fail?  /  Başarısız olursan ne yapacaksın?

 

Failure: Başarısızlık

The success or failure of the plan depends on you.  /  Planın başarısı ya da başarısızlığı size bağlıdır.

 

Faint: Sönük, soluk, zayıf, baygın, hafif

The walkers were faint from hunger.  /  Yürüyüşçüler açlıktan bayıldı.

 

Fair: Adil, uygun, açık, güzel

In the end, a draw was a fair result.  /  Sonuçta beraberlik adil bir sonuçtu. The new tax is fairer than the old system.  /  Yeni vergi sistemi eski sistemden daha adil.

 

Fairly: Dürüstçe, oldukça

He has always treated me very fairly.  /  O her zaman bana çok dürüstçe davrandı.

 

Faith: İnanç, iman, güven, niyet

We’ve lost faith in the government’s promises.  /  Biz hükümetin vaatlerine olan inancımızı kaybettik.

 

Faithful: Sadık, imanlı, mümin, vefalı

I have been a faithful reader of your newspaper for many years.  /  Ben uzun yıllardır sizin gazetenizin sadık okuyucusuyum.

 

Faithfully: İnançla, içtenlikle, bağlılıkla, doğrulukla, tam olarak

The events were faithfully recorded in her diary.  /  Olaylar tam olarak onun günlüğüne kaydedildi. She promised faithfully not to tell anyone my secret.  /  O benim sırrımı kimseye anlatmayacağına içtenlikle söz verdi.

 

Fall: Düşmek, yıkılmak, dökülmek, sonbahar

I had a bad fall and broke my arm.  /  Ben kötü düştüm ve kolum kırıldı.

 

False: Yanlış, sahte

She gave false information to the insurance company.  /  O sigorta şirketine yanlış bilgi verdi.

 

Fame: Ün, şan, şöhret

She went to Hollywood in search of fame and fortune.   /  O, şöhret ve servet arayışı içinde Hollywood’a gitti.

 

Familiar: Tanıdık, aşina, bilinen

I couldn’t see any familiar faces in the room.  /  Ben odada hiç tanıdık yüz göremedim.

 

Family: Aile, soy, familya

It’s a family tradition.  /  O bir aile geleneği.

 

Famous: Ünlü, meşhur, tanınmış

One day, I’ll be rich and famous.  /  Bir gün, ben zengin ve ünlü olacağım.

 

Fancy: Fantezi, süslü, fahiş

a kitchen full of fancy gadgets  /  süslü araçlar dolu bir mutfak

 

Fan: Fan, yelpaze, vantilatör, hava vermek, hayran, fanatik

a big fan of Madonna  /  Madonna’nın büyük bir hayranı a fan heater  /  ısıtıcı bir fan

 

Far: Uzak, öteki

Who is that on the far left of the photograph?  /  Şu fotoğrafın uzak solundaki kim?

 

Farmer: Çiftçi

Farmers are working very hard. /  Çiftçiler çok sıkı çalışıyor.

 

Farm: Çiftlik, çiftlik evi

a 200-hectare farm  /  200 hektarlık çiftlik

 

Farming: Tarım, çiftçilik

modern farming methods  /  Modern tarım yöntemleri

 

Farther: Daha uzak

the farther shore of the lake  /  gölün daha uzak kıyısı

 

Farthest: En uzak

the part of the garden farthest from the house  /  Bahçenin evden en uzak bölümü

 

Fashionable: Moda, şık, modaya uygun

Such thinking is fashionable among right-wing politicians.  /  Böyle düşünceler sağcı politikacılar arasında moda.

 

Fashion: Moda, popüler giyim stili, popüler davranış,

Jeans are still in fashion.  /  Kot hâlâ moda.

 

Fasten: Tutturmak, bağlamak

Fasten your seatbelts, please.  /  Lütfen emniyet kemerlerinizi bağlayınız.

 

Fast: Hızlı

Don’t drive so fast!  /  Çok hızlı sürme!

 

Fat: Yağ, yağlı, şişman

This meat has too much fat on it.  /  Bu et üzerinde çok fazla yağ vardır.

 

Father: Baba

Father, I cannot lie to you.  /  Baba, sana yalan söyleyemem.

 

Faucet: Musluk

cold faucet / soğuk musluk

 

Fault: Hata, arıza, kusur, suç

It’s nobody’s fault.  /  Bu kimsenin hatası değil. Why should I say sorry when it’s not my fault?  /  Bu benim hatam değilken neden üzgünüm demeliyim?

 

Favour: İyilik, yardım, desteklemek, lehine

I will never ask for any favours from her.  /  Ben asla ondan herhangi bir yardım istemeyeceğim.

 

Favourite: Favori, gözde

The band played all my old favourites.   /  Grup benim eski favorilerimi çaldı. She loved all her grandchildren but Ann was her favourite.  /  O bütün torunlarını severdi ama Ann onun gözdesiydi.

 

Fear: Korku, korkmak, endişe, endişe etmek

She feared to tell him the truth.  /  Ona gerçeği söylemeye korktu.

 

Feather: Tüy

a peacock feather  /  bir tavus kuşu tüyü

 

Feature: Özellik, önemli bir parça

The latest model features alloy wheels and an electronic alarm.  /  Son model özellikleri alaşım jantlar ve bir elektonik alarm.

 

February: Şubat

I was born in February.  /  Ben Şubat ayında doğdum.

 

Federal: Federal

a federal republic  /  federal bir cumhuriyet

 

Feed: Beslemek, doyurmak

The baby can’t feed herself yet.  /  Bebek henüz kendisini besleyemez.

 

Fee: Ücret

Does the bank charge a fee for setting up the account?  /  Banka hesap ayarları için bir ücret talep ediyor mu?

 

Feel: Hissetmek, duygu

I was feeling guilty.  /  Kendimi suçlu hissediyordum.

 

Feeling: Duygu, duygusal, hassas, his, tutum, tavır

guilty feelings  /  suçluluk duyguları The general feeling of the meeting was against the decision.  /  Toplantının genel tutumu karara karşıydı.

 

Fellow: Aynı durumda veya aynı yolda olan kişiler için kullanılır, yoldaş, dost, arkadaş, ortak, adam

 

 

Female: Kadın, dişi, kız

More females than males are employed in the factory.  /  Fabrikada erkeklerden daha çok kadınlar istihdam edilmektedir.

 

Fence: Çit ile çevirmek, parmaklık, çit

 

 

Festival: Festival, şenlik

the Cannes film festival  /  Cannes film festivali

 

Fetch: Almak, getirmek, çekmek

She’s gone to fetch the kids from school.  /  O, çocukları okuldan almaya gitti.

 

Fever: Ateş, hararet, heyecan

He has a high fever.  /  Onun yüksek ateşi var.

 

Few: Azıcık, az, kıt, birkaç

Very few of his books are worth reading.  /  Onun kitaplarının çok azı okumaya değer.

 

Field: Alan, saha, tarla

People were working in the fields.  /  İnsanlar tarlada çalışıyordu.

 

Fifteen: On beş

He’s in the first fifteen.  /  O ilk on beş içinde.

 

Fifth: Beşinci

This is my fifth car. /  Bu benim beşinci arabam.

 

Fifty: Elli

She was born in the fifties.  /  O ellilerde doğdu.

 

Fight: Kavga, dövüş, savaş, dövüşmek, mücadele, tartışma

Did you have a fight with him?  /  Onunla dövüştün mü?

 

Figure: Şekir, rakam, resim, figür

 

 

File: Dosya, klasör

A stack of files awaited me on my desk.   /  Bir yığın dosya masamda beni bekliyordu.

 

Fill: Doldurmak

Smoke filled the room.  /  Oda duman doldu.

 

Film: Film, film çekmek

They are filming in Moscow right now.  /  Onlar şu anda Moskova’da film çekiyor.

 

Final: Final, son, nihai

She reached the final of the 100m hurdles.  /  O, 100 metre engellinin finaline yükseldi.

 

Finally: Son olarak, nihayet, sonunda

The performance finally started half an hour late.  /  Gösteri nihayet yarım saat gecikmeyle başladı. I finally managed to get her attention.  /  Sonunda onun dikkatini çekmeyi başardı.

 

Finance: Finanse etmek, para sağlamak

The building project will be financed by the government.  /  Bina projesi hükümet tarafından finanse edilecek.

 

Financial: Finansal, parasal, mali

Tokyo and New York are major financial centres.  /  Tokyo ve New York önemli finansal merkezlerdir.

 

Find: Bulmak, keşfetmek

Look what I’ve found!  /  Bak, ne buldum! We’ve found a great new restaurant near the office.  /  Biz ofise yakın yeni muazzam bir restoran bulduk.

 

Fine: Hoş, ince, iyi, güzel, para cezası

The company was fined £20000 for breaching safety regulations.  /  Şirket güvenlik kurallarını ihlal ettiği için 20000 sterlin para cezasına çarptırıldı.

 

Finely: İnce, çok küçük taneler, güzel bir şekilde

a finely furnished room  /  güzel bir şekilde döşenmiş oda

 

Finger: Parmak

The old man wagged his finger at the youths.  /  Yaşlı adam gençlere parmağını salladı.

 

Finished: Bitmiş, tamamlanmış

Their marriage was finished.  /  Onların evlilikleri bitmişti.

 

Finish: Bitirmek, tamamlamak, son, bitiş

The story was a lie from start to finish.  /  Hikaye baştan sona yalandı.

 

Fire: Ateş, yangın, yakmak, ateş açmak

Soldiers fired on the crowd.  /  Askerler kalabalığın üzerine ateş açtı.

 

Firm: Firma, sabit, sert, sıkıca, sağlam

These peaches are still firm.  /  Bu şeftaliler hâlâ sert.

 

Firmly: Sıkıca, sabit bir şekilde

First: İlk, birinci

Besiktas is first sports club of Turkey. /  Beşiktaş Türkiye’nin ilk spor kulübüdür.

 

Fish: Balık

I like to eat fish. / Balık yemeyi severim.

 

Fishing: Balık tutma

Let’s go fishing this weekend.  /  Bu hafta sonu balık tutmaya gidelim.

 

Fit: Uygun, formda

Top athletes have to be very fit.  /   Zirvedeki sporcular formda olmak zorundadır.

 

Five: Beş

five of Sweden’s top financial experts  /  İsveç’in en iyi finansal uzmanlarından beşi

 

Fixed: Sabit, değişmez, belirlenmiş

The money has been invested for a fixed period.  /  Belirlenmiş bir dönem için para yatırılmıştır. people living on fixed incomes  /  insanlar sabit gelirlerle yaşıyor.

 

Fix: Düzeltmek, çözmek, takmak, tamir etmek

I’ve fixed the problem. / Ben problemi çözdüm.

 

Flag: Bayrak

the Turkish flag / Türk bayrağı

 

Flame: Alev, parlak kırmızı veya turuncu renk, güçlü duygu

The building was in flames.  /  Bina alevler içindeydi.

 

Flash: Parlama, flaş, ani ışık

 

 

Flat: Düz, yassı, apartman dairesi

Do you live in a flat or a house?  /  Siz bir apartman dairesinde veya bir evde mi yaşıyorsunuz?

 

Flavour: Lezzet, tat

 

 

Flesh: Et, deri, insan ve hayvan vücudundaki deri ile kemik arasındaki yumuşak  doku, meyve ve sebzelerin yumuşak kısmı

Tigers are flesh-eating animals.  /  Kaplanlar et yiyen hayvanlardır.

 

Flight: Uçuş

We’re booked on the same flight.  /  Biz aynı uçuşa rezervasyon yaptırdık. We met on a flight from London to Paris.  /  Biz Londra’dan Paris’e doğru yapılan bir uçuşta karşılaştık.

 

Float: Süzülmek, yüzmek

The smell of new bread floated up from the kitchen.  /  Yeni ekmeğin kokusu mutfaktan yukarı süzüldü.

 

Flood: Sel, taşkın, su ile dolmak

The cellar floods whenever it rains heavily.  /  Ağır bir şekilde yağmur yağdığı zaman kiler ile dolar.

 

Floor: Kat, zemin, taban, döşeme

The alterations should give us extra floor space.  /  Değişiklikler bize ekstra taban alanı vermelidir.

 

Flour: Un

Flour is raw material of bread.  /  Un ekmeğin ham maddesidir.

 

Flower: Çiçek, çiçeklenmek, çiçek açmak

The plant has a beautiful bright red flower.  /  Güzel parlak kırmızı çiçeği olan bir bitki. a garden full of flowers  /  çiçeklerle dolu bir bahçe

 

Flow: Akış, akım, akmak

Blood flowed from a cut on her head. / Onun başındaki kesikten kan aktı.

 

Flu: Grip

The whole family has the flu.  /  Bütün aile grip.

 

Fly: Uçmak, uçuş, böcek

A fly was buzzing against the window.  /  Bir sinek pencereye karşı vızıldıyordu.

 

Flying: Uçuş, uçan, uçma, uçakla seyahat

flying lessons  /  uçuş dersleri

 

Focus: Odak, odak noktası, odaklamak

She was the main focus of attention at the meeting.  /  O, toplantıda ilgi odağıydı. His comments provided a focus for debate.  /  Onun yorumları tartışma için bir odak noktası sağladı.

 

Fold: Katlama, kıvrım, katlamak, kıvırmak, cemaat

the folds of her dress  /  elbisesinin kıvrımları

 

Folding: Katlama, katlanabilir

a folding chair  /  katlanabilir bir sandalye

 

Follow: Takip etmek, izlemek

Follow me please. I’ll show you the way.  /  Lütfen beni takip edin. Size yol göstereceğim.

 

Following: Ardından, müteakip

He took charge of the family company following his father’s death.  /  O babasının ölümüne müteakip aile şirketinin sorumluluğunu aldı.

 

Food: Gıda, yiyecek, yemek

food and drink  /  yiyecek ve içecek Do you like Italian food?  /  İtalyan yemeğini sever misiniz?

 

Football: Futbol

a football match  /  bir futbol maçı

 

Foot: Ayak, adım, hesaplamak, ödemek

My feet are aching.  /  Ayaklarım ağrıyor.

 

Force: Zorlamak, kuvvet, güç

She forced herself to be polite to them.  /  Onlara karşı nazik olmak için kendini zorladı.

 

Forecast: Tahmin

Experts are forecasting a recovery in the economy.  /  Uzmanlar ekonomide bir iyileşme tahmin ediyor.

 

Foreign: Yabancı, dış

a foreign accent-language-student  /  yabancı bir aksan-dil-öğrenci

 

Forest: Orman, ağaçlandırmak

Thousands of hectares of forest are destroyed each year.  /  Her yıl binlerce hektar orman yok oluyor.

 

Forever: Sonsuza dek, ebediyen

I’ll love you forever!  /  Ben seni sonsuza dek seveceğim.

 

For: İçin, dolayı, nedeniyle, adına

There’s a letter for you.   /  Sizin için bir mektup var. Can you translate this letter for me?  /  Benim için bu mektubu çevirir misiniz? I am speaking for everyone in this department.  /  Ben bu departmandaki herkesin adına konuşuyorum.

 

Forget: Unutmak, hatırından çıkarmak

I never forget a face.  /  Ben bir yüzü asla unutmam.

 

Forgive: Affetmek, bağışlamak

We all have to learn to forgive.  /  Hepimiz affetmeyi öğrenmeliyiz.

 

Fork: Çatal, çatalla kaldırmak, bölünmek

to eat with a knife and fork  /  bıçak ve çatal ile yemek

 

Formal: Resmi

She has a very formal manner, which can seem unfriendly.  /  Onun soğuk görünen çok resmi bir tutumu vardı.

 

Former: Eski, önceki

the countries of the former Soviet Union  /  Eski Sovyetler Birliği ülkeleri

 

Formerly: Eskiden, önceden, vaktiyle

Namibia, formerly known as South West Africa   /  Namibya, eskiden Güney Batı Afrika olarak bilinirdi.

 

Form: Biçim, şekil, oluşturmak, kurmak

Storm clouds are forming on the horizon.  /  Ufukta fırtına bulutları oluşuyor.

 

Formula: Formül, reçete

This formula is used to calculate the area of a circle.  /  Bu formül çemberin alanını hesaplamak için kullanılırdı.

 

Fortune: Servet, şans, kısmet

That ring must be worth a fortune.  /  O yüzük bir servet değerinde olmalı.

 

Forty: Kırk

I living İstanbul for 40 years. /  Ben 40 yıldır İstanbul’da yaşıyorum.

 

Forward: İleri, ileriye, ileri doğru

a forward pass  /  ileri doğru bir pas

 

Foundation: Temel, dayanak, vakıf

The builders are now beginning to lay the foundations of the new school.  /  İnşaatçılar şimdi yeni okulun temelini atmaya başlıyor. These stories have no foundation.  /  Bu hikayelerin hiçbir dayanağı yok. The money will go to the San Francisco AIDS Foundation.  /  Para San Francisco AIDS Vakfına gidecek.

 

Found: Temelini atmak, dayandırmak, bulundu

Her family founded the college in 1895.  /  Onun ailesi 1895’te kolejin temelini attı. Their marriage was founded on love and mutual respect.  /  Onların evliliği sevgi ve karşılıklı saygıya dayanıyordu.

 

Four: Dört

a coach and four player  /  bir çalıştırıcı ve dört oyuncu

 

Fourteen: On dört

Her sister is fourteen years old.  /  Onun kız kardeşi on dört yaşındadır.

 

Fourth: Dördüncü

 

 

Frame: Çerçeve, çerçevelemek

The photograph had been framed.  /  Fotoğraf çerçevelenmiş.

 

Freedom: Özgürlük, bağımsızlık, hürriyet

Enjoy the freedom of the outdoors.  /  Açık havada özgürlüğün tadını çıkarın.

 

Free: Ücretsiz, serbest, özgür, kurtarmak, serbest bırakmak, boş

Children under five travel free.  /  Beş yaş altı çocuklara seyahat ücretsiz.

 

Freely: Serbestçe, özgürce

EU citizens can now travel freely between member states.  /  AB vatandaşları şimdi üye ülkeler arasında serbestçe seyahat edebilirler. Freeze: Dondurmak, donmak, don, buz tutmak Water freezes at 0°C.  /  Su 0 santigrat derecede donar.

 

Frequent: Sık, sık görülen, devamlı

He is a frequent visitor to this country.  /  O bu ülkenin devamlı ziyaretçisidir.

 

There is a frequent bus service into the centre of town.  /  Şehir merkezine sık otobüs servisi vardır.

Frequently: Sık sık, sıkça, çoğunlukla

Buses run frequently between the city and the airport.  /  Otobüs çoğunlukla şehir ve hava alanı arasında çalışır.

 

Fresh: Taze, yeni, serin, tuz içermeyen su

Is this milk fresh?  /  Bu süt taze mi? Eat plenty of fresh fruit and vegetables.  /  Bol bol taze meyve ve sebze yiyin.

 

Freshly: Taze, yeni, taze taze

freshly ironed shirts  /  yeni ütülenmiş gömlek

 

Friday: Cuma

Friday is a holy day.  /  Cuma kutsal bir gündür.

 

Fridge: Buzdolabı

This dessert can be served straight from the fridge.  /  Bu tatlı buzdolabından doğruca servis edilebilir.

 

Friend: Arkadaş, dost, ahbap

This is my friend Tom.  /  Bu benim arkadaşım Tom.

 

Friendly: Dostça, samimi, arkadaşça, dostluk maçı

a warm and friendly person  /  sıcak ve samimi bir kişi

 

Friendship: Dostluk, arkadaşlık

It’s the story of an extraordinary friendship between a boy and a girl.  /  Bir erkek ve bir kız arasında olağanüstü bir dostluk hikayesi. Your friendship is very important to me.  /  Senin arkadaşlığın benim için çok önemli.

 

Frightened: Korkmuş, ürkmüş

a frightened child  /  korkmuş bir çocuk

 

Frighten: Korkutmak, dehşete düşürmek

Sorry, I didn’t mean to frighten you.  /  Seni korkutmak istemedim.

 

Frightening: Korkutucu, ürkütücü

The noise was frightening.  /  Ses korkutucuydu.

 

From:  -den, -dan,

She began to walk away from him.  /  Ondan uzak yürümeye başladı. Is Portuguese very different from Spanish?  /  Portekizce, İspanyolcadan çok mu farklı? a letter from my brother  /  erkek kardeşimden bir mektup documents from the sixteenth century  /  on sekizinci yüzyıldan belgeler I’m from Italy.  /  ben İtalya’danım

 

Front: Ön, öndeki

the front wheels of the car  /  arabanın ön tekerleri

 

Frozen: Dondurulmuş, donmuş, soğuk

frozen peas  /  dondurulmuş bezelye

 

Fruit: Meyve

tropical fruits, such as bananas and pineapples  /  muz ve ananas gibi tropikal meyveler

 

Fry: Kızartma, kızartmak

the smell of bacon frying  /  Pastırma kızartmanın kokusu

 

Fuel: Yakıt, benzin, yakacak, yakıt almak

nuclear fuels  / nükleer yakıtlar

 

Full: Tam, dolu, geniş

My suitcase was full of books.  /  Benim bavulum kitap doluydu.

 

Fully: Tamamen, tam olarak

We are fully aware of the dangers.  /  Biz tehlikelerin tamamen farkındayız.

 

Function: Fonksiyon, işlev, görev

Despite the electric cuts, the hospital continued to function normally.  /  Elektrik kesintilerine rağmen hastane normal olarak işlevine devam etti.

 

Fundamental: Temel, ana, esas

There is a fundamental difference between the two points of view.  /  İki bakış noktası arasında temel bir fark var.

 

Fund: Fon, sermaye, kaynak, finanse edilmek

The museum is privately funded.  /  Müze özel olarak finanse edilmektedir.

 

Funeral: Cenaze, cenaze töreni

Hundreds of people attended the funeral.  /  Cenaze törenine yüzlerce insan katıldı.

 

Fun: Eğlence

This game looks fun!  /  Bu oyun eğlenceli görünüyor.

 

Funny: Komik, eğlenceli

That’s the funniest thing I’ve ever heard.  /  Bu şimdiye kadar duyduğum en komik şey. a funny story  /  komik bir hikaye

 

Fur: Kürk, post

The animal is hunted for its fur.  /  Hayvan postu için avlandı.

 

Furniture: Mobilya

We need to buy some new furniture.  /  Biraz yeni mobilya satın almamız gerekir.

 

Further: Daha fazla, daha ileri, ek

For further details call this number.  /  Daha fazla detay için bu numarayı arayın.

 

Future: Gelecek, istikbal

future generations  /  gelecek nesiller

 

Gain: Kazanmak, kazanç, artma, artış, avantaj, kâr

Regular exercise helps prevent weight gain.  /  Düzenli egzersiz kilo artışını önlemeye yardım eder. Our loss is their gain.  /  Bizim kaybımız onların kârı.

 

Gamble: Kumar, riskli girişim, kumar oynamak

It was the biggest gamble of his political career.  /   Bu onun siyasi kariyerinin en büyük riskli girişimiydi.

 

Gambling: Kumar

heavy gambling debts  /  ağır kumar borçları

 

Game: Oyun

ball games, such as football or tennis  /  futbol veya tenis gibi top oyunları

 

Gap: Boşluk, fark, aralık, uçurum

Leave a gap between your car and the next.  /  Arabanız ile bir sonraki aracında bir boşluk bırakın.

 

Garage: Garaj, tamirhane

an underground garage  /  bir yeraltı garajı

 

Garbage: Çöp, süprüntü, zırva, boş laf

Don’t forget to take out the garbage.  /  Çöpü dışarı almayı unutmayın.

 

Garden: Bahçe, park

children playing in the garden  /  çocuklar bahçede oynuyor

 

Gas: Gaz

Air is a mixture of gases.  /  Hava bir gaz karışımıdır. a gas explosion  /  bir gaz patlaması

 

Gasoline: Benzin

I fill up the tank with gasoline about once a week.  /  Yaklaşık olarak haftada bir kez depoyu benzin ile doldururum.

 

Gate: Kapı, geçit

A crowd gathered at the factory gates.  /  Fabrika kapılarında bir kalabalık toplandı.

 

Gather: Toplamak, toplanmak, bir araya gelmek

A crowd soon gathered.  /  Kalabalık hemen bir araya geldi

 

Gear: Dişli, vites, vitese takmak

Careless use of the clutch may damage the gears.  /  Debriyajın dikkatsiz kullanımı dişlilere zarar verebilir.

 

General: Genel, umumi, general, komutan

the general belief  /  genel inanç This opinion is common among the general population  /  bu düşünce nüfusun genelinde yaygındır.

 

Generally: Genel olarak, genellikle

I generally get up at six.  /  Ben genellikle saat 6’da kalkarım.

 

Generate: Oluşturmak, meydana getirmek, üretmek

We need someone to generate new ideas.  /   Yeni fikirler oluşturmak için birisine ihtiyacım var.

 

Generation: Nesil, jenerasyon

My family have lived in this house for generations.  /   Benim ailem nesillerdir bu evde yaşadı.

 

Generous: Cömert, bol

a generous benefactor  /  cömert bir hayırsever

 

Gentle: Nazik, kibar, yumuşak, uysal

a quiet and gentle man  /  sessiz ve nazik bir adam

 

Gentleman: Beyefendi, centilmen

Thank you. You’re a real gentleman.  /  Teşekkür ederim. Siz gerçek bir beyefendisiniz.

 

Gently: Yavaşça, nazikçe, kibarca

She held the baby gently.  /   O yavaşça bebeği tuttu.

 

Genuine: Gerçek, hakiki, samimi, içten

Only genuine refugees can apply for asylum.  /  Sadece gerçek mülteciler sığınma için başvurabilir.

 

Geography: Coğrafya

The importance of the town is due to its geographical location.  /  Şehrin önemi coğrafi konumundan dolayıdır.

 

Get: Almak, edinmek

This room gets very little sunshine.  /   Bu oda çok az güneş ışığı alır.

 

 Giant: Dev, kocaman

a giant crab  /  dev bir yengeç

 

Gift: Hediye, armağan

Thank you for your generous gift.  /   Cömert hediyeniz için teşekkür ederim.

 

Girlfriend: Kız arkadaş

I have a girlfriend.  /   Benim bir kız arkadaşım var.

 

Girl: Kız

Good morning, girls!  /  Günaydın kızlar!

 

Give: Vermek, ödemek, esneklik, uysallık

She gave her ticket to the woman at the check-in desk.   /    O check-in masasında kadına biletini verdi. Give your mother the letter.  /   Mektubu annene ver.

 

Glad: Memnun, hoşnut, sevinçli

She was glad when the meeting was over.    /      Toplantı bittiğinde o memnundu.

 

Glass: Cam, bardak, kadeh

a glass bottle  /  bir cam şişe He drank three whole glasses.  /   Üç tam bardak içti.

 

Global: Global, küresel, dünya çapında, evrensel

They sent a global email to all staff.   /    Onlar tüm personel için küresel bir e-posta gönderdi.

 

Glove: Eldiven

gardening gloves   /    bahçıvan eldivenleri

 

Glue: Tutkal, yapıştırıcı, yapıştırmak

She glued the label onto the box.    /   O, kutunun üzerine etiket yapıştırdı.

 

Goal: Hedef, amaç, gol

a penalty goal  /  bir penaltı golü

 

God: Tanrı, Allah

Do you believe in God?  /  Allah’a inanıyor musunuz?

 

Go: Gitme, gitmek, gidiş

He goes to work by bus.  /  O, otobüs ile işe gider.

 

Gold: Altın

The company name was spelled out in gold letters.   /  Şirketin adı altın harflerle dile getirildi.

 

Goodbye: Elveda, güle güle, hoşçakal, Allahaısmarladık

Say goodbye to Mary for me.  /  Benim için Mary’ye elveda de.

 

Good: İyi

I’m only telling you this for your own good.   /  Ben bunu sadece senin kendi iyiliğin için söylüyorum.

 

Goods: Mal, eşya, mülk

increased tax on goods and services  /  mal ve hizmetler üzerinde artan vergi

 

Govern: Yönetmek, idare etmek

The country is governed by elected representatives of the people.  /  Ülke halkın seçilmiş temsilcileri tarafından yönetilir.

 

Government: Hükumet

She has resigned from the Government.  /  O hükumetten istifa etti.

 

Governor: Vali, yönetici, müdür

a provincial governor  /  il valisi

 

Grab: Yakalamak, almak, kapmak, gasp, kapkaç

Someone grabbed me from behind.  /  Birisi beni arkamdan yakaladı.

 

Grade: Sınıf, derece, kalite, derecelendirmek

The containers are graded according to size.  /  Konteynerler boyuta göre sınıflandırılır.

 

Gradual: Kademeli, aşamalı

a gradual change in the climate  /  iklimde kademeli bir değişiklik

 

Gradually: Kademeli olarak, yavaş yavaş

Gradually, the children began to understand.  /  Yavaş yavaş, çocuklar anlamaya başladı.

 

Grain: Tahıl, tane, tanelemek, öğütmek

America’s grain exports  /  Amerika’nın tahıl ihracatı.

 

Gram: Gram, bir kilogramın binde biri

My father bought 500 gram of cherry  /  Babam 500 gram kiraz aldı.

 

Grammar: Gramer, dil bilgisi

the basic rules of grammar  /  teme dil bilgisi kuralları

 

Grandchild: Torun

Grandchild is a child of your son or daughter.  /  Torun, sizin bir çocuğunuzun oğlu veya kızıdır.

 

Granddaughter: Torun, kız torun

 

 

Grandfather: Dede, büyükbaba

 

 

Grand: Büyük, ulu, muhteşem

It’s not a very grand house.   /   O çok büyük bir ev değil.

 

Grandmother: Büyük anne, nine, anneanne, babaanne

 

 

Grandparent:  Büyükbaba ve büyükanne

The children are staying with their grandparents.  /  Çocuklar büyükbaba ve büyükanneleri ile kalıyor.

 

Grandson: Torun, erkek torun

 

 

Grant: Hibe, bağış, burs, vermek, bağışlamak, burs vermek

student grants   /  öğrenci bursları

 

Grass: Çim, ot, otlatmak

The dry grass caught fire.   /  Kuru ot alev aldı.

 

Grateful: Minnettar, müteşekkir

He was grateful that she didn’t tell his parents about the incident.  /  Olayla ilgili ebeveynlerine konuşmadığı için ona minnettardı.

 

Grave: Mezar, kabir, ölüm

We visited Grandmother’s grave.   /   Biz büyükannenin mezarını ziyaret ettik.

 

Great: Büyük, harika, mükemmel, çok iyi, muazzam

A great crowd had gathered.  /  Büyük bir kalabalık toplanmıştı. He must have fallen from a great height.  /  O büyük bir yükseklikten düşmüş olmalı.

 

Greatly: Çok

People’s reaction to the film has varied greatly.  /  İnsanların filme tepkisi çok çeşitliydi.

 

Green: Yeşil

The room was decorated in a combination of greens and blues.   /  Yeşillik ve mavilerin kombinasyonu ile dekore edilen oda.

 

Grey: Gri, kül rengi

I don’t like grey colour.  /  Ben gri rengi sevmiyorum.

 

Grocery: Bakkal

the grocery bill  /  bakkal faturası

 

Ground: Zemin, yer, toprak

I found her lying on the ground.   /  Ben onu yerde yatarken buldum. He lost his balance and fell to the ground.  /  O dengesini kaybetti ve yere düştü.

 

Group: Grup, küme, topluluk, gruplandırmak

English is a member of the Germanic group of languages  /  İngilizce cermen dil topluluğunun bir üyesidir. ethnic groups  /  etnik gruplar

 

Grow: Büyümek, yetişmek, büyütmek, yetiştirmek

Fears are growing for the safety of a teenager who disappeared a week ago.  /  Bir hafta önce kaybolan bir gencin güvenliği için korkular büyüyor. Shortage of water is a growing problem.  /  Su kıtlığı büyüyen bir problemdir.

 

Growth: Büyüme, geliştirme

Lack of water will stunt the plant’s growth.   /   Su eksikliği bitkilerin büyümesini engelleyecek.

 

Guarantee: Garanti, güvence, garantiye almak, söz vermek

We guarantee to deliver your goods within a week.   /  Biz bir hafta içinde sizin mallarınızı teslim edeceğimize söz veriyoruz. This iron is guaranteed for a year against faulty workmanship.  /  Bu demir hatalı işçiliğe karşı bir yıl garantilidir.

 

Guard: Koruma, korumak, bekçi

The dog was guarding its owner’s luggage.   /    Köpek sahibinin bagajını koruyordu.

 

Guess: Tahmin

According to a guess, there were forty people at the party.  /  Bir tahmine göre partide kırk kişi vardı.

 

Guest: Konuk, misafir, davetli

I went to the theatre club as Helen’s guest.   /  Ben Helen’in misafiri olarak tiyatro kulübüne gittim.

 

Guide: Kılavuz, rehber, yol göstermek, yönlendirmek

 

 

Guilty: Suçlu, günahkar

 

 

Gun: Tabanca, tüfek, silah, ateş etmek, vurmak

The attacker held a gun to the hostage’s head.   /   Saldırgan rehinin kafasına silah dayadı.

 

Guy: Adam, herif

At the end of the film the bad guy gets shot.  /  Filmin sonunda kötü adam vurulur.

 

Habit: Alışkanlık, huy

You need to change your eating habits.   /  Sen yemek yeme alışkanlıklarını değiştirmelisin.

 

Hairdresser: Kuaför, berber

 

 

Hair: Saç, kıl

He’s losing his hair. (becoming bald)    /    O saçlarını kaybediyor. (kelleşiyor)

 

Half: Yarım, yarı

The glass was half full.  /  Bardak yarı doluydu.

 

Hall: Salon, hol, antre

a concert  hall  /   bir konser salonu

 

Hammer: Çekiç, tokmak, çekiçlemek, dövmek

 

 

Hand: El, yardım, vermek, yardım etmek

 

 

Handle: Sap, kol

a long-handled spoon   /   uzun saplı kaşık She turned the handle and opened the door.  /  o kolu çevirdi ve kapıyı açtı.

 

Hang: Asmak, asılmak

There were several expensive suits hanging in the wardrobe.   /   Gardıropta asılı birkaç pahalı takım elbise vardı.

 

Happen: Olmak, meydana gelmek

Accidents like this happen all the time.   /   Bu gibi kazalar her zaman olur. You’ll never guess what’s happened!   /  Sen ne olduğunu asla tahmin edemeyeceksin.

 

Happily: Mutlulukla, ne mutlu ki

I’ll happily help, if I can.   /  Ben yapabilirsem mutlulukla yardım edeceğim.

 

Happy: Mutlu, memnun, kutlu

You don’t look very happy today.   /   Bugün çok mutlu görünmüyorsunuz.

 

Hard: Zor, sert, sıkı

You must try harder.   /  Daha sıkı çalışmalısınız.

 

Hardly: Zorlukla, neredeyse hiç

There was hardly a cloud in the sky.   /  Gökyüzünde neredeyse hiç bulut yoktu.

 

Harmful: Zararlı, kötü

the harmful effects of alcohol  /  Alkolün zararlı etkileri

 

Harm: Zarar, hasar, zarar vermek

Pollution can harm marine life.   /   Kirlilik deniz yaşamına zarar verebilir.

 

Harmless: Zararsız, masum

The bacteria is harmless to humans.   /  Bakteri insanlar için zararsızdır.

 

Hate: Nefret, kin, nefret etmek, kin beslemek

a strange relationship built on love and hate   /   sevgi ve nefret üzerine inşa edilmiş bir garip ilişki

 

Hat: Şapka

a woolly hat  /  bir yünlü şapka

 

Hatred: Nefret, kin, düşmanlık

There was fear and hatred in his voice.   /   Onun sesinde nefret ve korku vardı.

 

Have: Var, sahip olmak, yapmak, etmek, geçmiş zaman

I have a brother.   /   Benim bir erkek kardeşim var.

 

Have to: Zorunda olmak, -meli, -malı

Sorry, I’ve got to go.   /  Üzgünüm, gitmek zorundayım

 

Headache: Baş ağrısı, baş belası

Red wine gives me a headache.  /  Kırmızı şarap bana baş ağrısı verir.

 

Head: Baş, baştaki, tepe, ana

She has been appointed to head the research team.   /   O, araştırma ekibinin başına atandı.

 

Heal: İyileşmek, iyileştirmek, düzeltmek

This will help to heal your cuts and scratches.  /   Bu sizin kesik ve çiziklerinizi iyileştirmeye yardımcı olacaktır.

 

Health: Sağlık, sıhhat, afiyet, sağlık durumu

Exhaust fumes are bad for your health.   /  Egzoz dumanı sağlığınız için kötüdür.

 

Healthy: Sağlıklı, sağlığa faydalı

a healthy child  /  sağlıklı bir çocuk

 

Hear: Duymak, dinlemek

I can’t hear very well.  /  Ben çok iyi duyamıyorum.

 

Hearing: İşitme, duyma

The explosion damaged his hearing.  /  Patlama onun işitmesine zarar verdi.

 

Heart: Kalp, yürek, gönül

Diseases of heart  /  Kalp hastalıkları

 

Heat: Isı, sıcaklık, ısıtmak, ısınmak

Heat the oil and add the onions.  /  Yağı ısıtın ve soğan ekleyin.

 

Heating: Isıtma, ısınma

heating bills  /  ısınma faturaları

 

Heaven: Cennet, çok mutlu olunan yer, gökyüzü

I feel like I’ve died and gone to heaven.  /  Ben ölmüş ve cennete gitmiş gibi hissediyorum. Four tall trees stretched up to the heavens.   /  Dört uzun ağaç göklere kadar uzanıyordu.

 

Heavily: Ağır şekilde, şiddetle, aşırı derecede

He relies heavily on his parents.   /  O ebeveynlerine aşırı derecede güvenir.

 

Heavy: Ağır, aşırı, şiddetli, çok

She was struggling with a heavy suitcase.  /  O, ağır bir bavul ile mücadele ediyordu. My brother is much heavier than me.   /  Kardeşim benden çok daha ağırdır.

 

Heel: Topuk, topuk takmak

shoes with a high heel  /  yüksek topuklu ayakkabı

 

He: o (erkek),  erkek 3. tekil şahıs

he was the perfect gentleman.  /  o mükemmel bir beyefendiydi

 

Height: Yükseklik, boy

Please state your height and weight.   /  Lütfen boyunuzu ve kilonuzu belirtiniz.

 

Hell: Cehennem, berbat

Being totally alone is my idea of hell on earth.  /  Tamamen yalnız olma, benim dünyadaki cehennem fikrimdir.

 

Hello: Merhaba, selam

Hello John, how are you?   /  Merhaba John, nasılsın? Hello, is there anybody there?  /  Merhaba, orada kimse var mı?

 

Helpful: Yararlı, faydalı, yardımcı

Sorry I can’t be more helpful.   /    Üzgünüm, ben daha fazla yardımcı olamam.

 

Help: Yardım

The offer of help came too late.   /   Yardım teklifi çok geç geldi. She stopped smoking with the help of her family and friends.  /  Ailesinin ve arkadaşlarının yardımı ile sigara içmeyi bıraktı.

 

Hence: Bundan dolayı, bu nedenle

We suspect they are trying to hide something, hence the need for an independent inquiry.  /  Onların bir şey saklamaya çalıştığından şüpheliyiz, bu nedenle bağımsız bir sorgu gerekli.

 

Here: Burada, işte!

Let’s get out of here.  /  Hadi buradan gidelim. Come over here.  /  Buraya gel. I live here.  /  Ben burada yaşıyorum.

 

Her: Onu, onun, o (3. tekil şahıs, bayan için)

She broke her leg.   /   O, bacağını kırdı.

 

Hero: Kahraman, yiğit, alp

one of the country’s national heroes  /  ülkenin ulusal kahramanlarından biri

 

Herself: Kendini, kendi, kendine, kendisi  (3. tekil şahıs, bayan için)

She told me the news herself.   /  Jane kendi haberlerini bana anlattı.

 

Hers: Onunki, onun (3. tekil şahıs, bayan için)

a friend of hers  /  onun bir arkadaşı

 

Hesitate: Tereddüt, çekinmek, tereddüt etmek

She hesitated before replying.   /  O cevap vermeden önce tereddüt etti.

 

Hide: Gizlemek, saklamak

He hid the letter in a drawer.  /  O mektubu bir çekmecede sakladı.

 

High: Yüksek, üst

I can’t jump any higher.  /  Ben biraz daha yükseğe zıplayamam.

 

Highlight: En ilginç, en iyi, parlak, önemli olay, vurgulamak

One of the highlights of the trip was seeing the Taj Mahal.  /  Gezinin önemli olaylarından biri Taj Mahal’i görmekti.

 

Highly: Son derece, çok, büyük ölçüde

highly successful  /  son derece başarılı

 

Highway: Karayolu, otoyol, otoban

Highway patrol officers closed the road.  /  Karayolu devriye görevlileri yolu kapattı. an interstate highway  /  eyaletler arası otoyol

 

Hi: Merhaba, selam

Hi! What are you doing?  /  Merhaba! Ne yapıyorsun?

 

Hill: Tepe

Always take care when driving down steep hills.   /  Dik tepelerden aşağı sürerken daima dikkatli olun.

 

Him: Onu, ona, o (3. tekil şahıs, erkek)

When did you see him?  /  Onu ne zaman gördün?

 

Himself: Kendisi, kendini, kendi (3. tekil şahıs, erkek)

He introduced himself.   /  O kendini tanıttı.

 

Hip: Kalça

These jeans are too tight around the hips.  /  Bu kotlar kalça çevresinde çok dar.

 

Hire: Kiralama

a car hire firm  /  bir araba kiralama firması

 

His: Onun, onunki

The choice was his.  /  Onun seçimiydi.

 

Historical: Tarihi, tarihsel

the historical background of the war  /  savaşın tarihsel arka planı

 

History: Tarih, geçmiş

one of the worst disasters in recent history  /  yakın tarihin en kötü felaketlerinden biri

 

Hit: Vurmak, isabet, vuruş, popüler

a hit musical  /  popüler bir müzikal

 

Hobby: Hobi, merak

Her hobbies include swimming and gardening.  /  Yüzme ve bahçıvanlık hobilerim içindedir.

 

Hold: Tutmak, tutunma

I firmly hold books  /  Ben kitapları sıkıca tutarım

 

Hole: Delik, çukur

The bomb opened a huge hole in the ground.  /  Bomba yere büyük bir delik açtı.

 

Holiday: Tatil

Where are you going for your holidays this year?  /  Bu yıl tatil için nereye gidiyorsunuz?

 

Hollow: Boşluk, çukur, delik

Trunk of the tree was in hollow.  /  Ağacın gövdesi çukurdaydı.

 

Holy: Kutsal, mübarek, tanrısal

Kaaba is holiest temple of Islam.  /  Kabe İslamın en kutsal mabedidir.

 

Home: Ev

What time did you get home last night?  /  Dün gece eve ne zaman geldin?

 

Homework: Ev ödevi, ödev

I still haven’t done my geography homework.  /  Ben hâlâ coğrayfa ödevimi yapmadım.

 

Honest: Dürüst

an honest man  /  dürüst bir adam

 

Honestly: Dürüstçe, gerçekten, sahiden

I honestly can’t remember a thing about last night.  /  Ben sahiden geçen gece hakkında hiçbir şey hatırlamıyorum.

 

Honour: Onur, şeref, hürmet, saygı, onurlandırmak

a man of honour  /  onurlu bir adam

 

Hook: Kanca, çengel, kancayı takmak

Hang your towel on the hook.  /  Havlunuzu kancaya asın.

 

Hope: Umut, ummat, ümit etmek

There is now hope of a cure.  /  Şimdi tedavi için bir umut var.

 

Horizontal: Yatay, düz

horizontal lines  /  yatay çizgiler

 

How: Nasıl

He did not know how he ought to behave.   /  O nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. How are you?  /  Nasılsınız?

 

Horn: Boynuz, boynuzlamak

 

 

Horror: Korku, dehşet

People watched in horror while the plane crashed to the ground.  / Uçak yere düşerken insalar korku içinde izledi.

 

Horse: At, beygir, at yarışı

He lost a lot of money on the horses.  /  O at yarışlarında çok para kaybetti.

 

Hospital: Hastane

I’m going to the hospital to visit my brother.  /  Ben kardeşimi ziyaret etmeye hastaneye gidiyorum.

 

Host: Ev sahibi, ağırlamak, ev sahipliği yapmak

South Africa hosted the World Cup finals.  /  Güney Afrika Dünya Kupası finallerine ev sahibi yaptı.

 

Hotel: Otel

We stayed at a hotel.   /   Biz bir otelde kaldık.

 

Hot: Sıcak, ateşli

Do you like this hot weather?  /  Siz bu sıcak havaları sever misiniz? Be careful. The plates are hot.  /  Dikkatli olun. Tabaklar sıcaktır.

 

Hour: Saat, zaman, vakit

It will take about an hour to get there.  /  Oraya varmak yaklaşık bir saat sürecek.

 

Household: Ev halkı

Most households now own at least one car.  /  Ev halkının çoğu en az bir araba sahibi.

 

House: Ev

He went to the house.  /  O eve gitti. What time do you leave the house in the morning?  /  Sabah kaçta evden ayrılırsınız?

 

However: Ancah, halbuki, oysa

She has the window open, however cold it is outside.   /  O pencereyi açtı; halbuki dışarısı soğuktu.

 

Huge: Kocaman, muazzam, dev, olağanüstü

a huge crowd  /  muazzam bir kalabalık

 

Human: İnsan, insani

Dogs can hear much better than humans.  /  Köpekler insanlardan çok daha iyi duyar.

 

Humorous: Komik, gülünç, nükteli, mizahi

a humorous look at the world of fashion  /  moda dünyasına nükteli bir bakış

 

Humour: Mizah, espri, şaka

Whatever you do, don’t lose your sense of humour.  /  Ne yaparsan yap, mizah duygunu kaybetme.

 

Hundred: Yüz

This vase is worth several hundred dollars.  /  Bu vazo birkaç yüz dolar değerinde.

 

Hundredth: Yüzüncü, yüzde bir

a/one hundredth of a second  /  bir saniyenin yüzde biri

 

Hungry: Aç, açlık acıkmış

I’m really hungry.   /  Ben gerçekten açım. She wasn’t feeling very hungry.  /  O, çok aç hissetmiyordu.

 

Hunt: Av, avlanmak, aramak

Lions sometimes hunt alone.   /  Aslanlar bazen yalnız avlanır. I’ve hunted everywhere but I can’t find it.  /  Ben her yeri aradım fakat onu bulamadım.

 

Hunting: Avcılık, avlanma, av

Since 1977 otter hunting has been illegal.   /  1977’den beri su samuru avlamak yasaklanmıştır.

 

Hurry: Acele, telaş, acele etmek

What’s the your hurry? The train doesn’t leave for an hour.  /  Aceleniz nedir? Tren bir saat içinde ayrılmaz.

 

Hurt: Zarar, acı, incitmek, kırmak, yaralanmak

None of the passengers were badly hurt.  /  Yolculardan hiçbiri kötü bir şekilde yaralanmadı.

 

Husband: Koca, eş

This is my husband, Steve.  /  Bu benim kocam, Steve.

 

ice cream: dondurma

Who wants an ice cream?  /  Kim dondurma ister?

 

ice: buz

There was ice on the windows.  /  Pencerede buz vardı. My hands are as cold as ice.  /  Benim ellerim bu kadar soğuktur.

 

idea: fikir, düşünce, görüş

The surprise party was Jane’s idea.  /  Sürpriz parti Jane’in fikriydi.

 

ideal: ideal, amaç, mükemmel, kusursuz

political ideals  /  siyasi idealler

 

identify: belirlemek, tanımak, saptamak, kimliğini belirlemek

First of all we must identify the problem areas.  /  Her şeyden ön sorunlu alanları belirlemeliyiz.

 

if: eğer, ise, -se, -sa

If you see him, give him this note.  /  onu görürseniz, ona bu notu verin.

 

ignore: aldırmamak, görmezlikten gelmek, önemsememek

He ignored all the ‘No Smoking’ signs and lit up a cigarette.  /  O bütün ‘Sigara İçilmez’ işaretlerini görmezden geldi ve bir sigara yaktı.

 

I: ben

He and I are old friends.  /  O ve ben eski arkadaşız.

 

illegal: yasa dışı, kaçak, kanunsuz

illegal immigrants  /  kaçak göçler

 

ill: hasta, kötü,

He fell ill and died soon after.  /  O hastalandı ve kısa zaman sonra öldü.

 

illness: hastalık, rahatsızlık, hastalık dönemi

He died after a long illness.  /  Uzun bir hastalık döneminden sonra öldü.

 

illustrate: örneklemek, resimlemek, örneklerle açıklamak, tanımlamak, göstermek

Last year’s sales figures are illustrated in Figure 2.   /   Geçen yılın satış rakamları şekil 2’de gösterilmiştir.

 

image: resim, görüntü, imaj

The advertisements are intended to improve the company’s image.   /  Reklamlar şirketin imajını geliştirmeye yönelik. He stared at his own image reflected in the water.   /  O suya yansıyan kendi görüntüsüne baktı.

 

imaginary: hayali, sanal, gerçek dışı

We must listen to their problems, real or imaginary.   /  Gerçek ya da hayali, onların sorunlarını dinlemeliyiz.

 

imagination: hayal, hayal etme, tasavvur, hayal gücü

 

 

imagine: hayal etmek, düşünmek

I can’t imagine life without the children now.  /  Ben şimdi çocuklarsız bir hayat düşünemem. Close your eyes and imagine that you are in a forest.  /  Gözlerini kapat ve bir ormanda olduğunu hayal et.

 

immediate: hemen, acil, derhal, anında

RAM stores information for immediate access.   /  RAM anında erişim için bilgileri depolar.

 

immediately: hemen, derhal, acil olarak

She answered immediately.   /  Hemen cevap verdi.

 

immoral: ahlaksız, terbiyesiz

an immoral act   /   ahlaksız bir hareket

 

impact: etki, darbe, çarpma

the environmental impact of tourism  /  turizmin çevresel etkisi

 

impatient: sabırsız, aceleci

I’d been waiting for twenty minutes and I was getting impatient.   /  Yirmi dakikadır bekliyorum ve sabırsızlanmaya başlamıştım.

 

implication: etki, sonuç, ima etme, dolaylı anlatma

The development of the site will have implications for the surrounding countryside.   /  Sitenin gelişimi kırsal çevre için etkili olacaktır.

 

imply: ima etmek

Are you implying (that) I am wrong?  /  Benim hatalı olduğumu mu ima ediyorsunuz?

 

importance: önem, itibar, ehemmiyet

She stressed the importance of careful preparation.  /  O dikkatli hazırlığın önemini vurguladı.

 

important: önemli, mühim

Money plays an important role in his life.  /  Para onun hayatında önemli bir rol oynar. an important decision  /  önemli bir karar

 

import: ithalat, ithal etmek, ithal

goods imported from Japan into the US   /  mal Japonya’dan Amerika’ya ithal edildi. The country has to import most of its raw materials.  /  Ülke hammaddenin çoğunu ithal ediyor.

 

impose: uygulamaya koymak, zorlamak, yüklemek, empoze etmek, dayatmak

A new tax was imposed on fuel.  /  Yakıtta yeni bir vergi uygulamaya konuldu. The time limits are imposed on us by factors outside our control.   /  Zaman sınırları bizim kontrolümüz dışındaki faktörler tarafından bize dayatılır.

 

impossible: imkansız

It’s impossible for me to be there before eight.   /  Sekizden önce orada olmak benim için imkansız. one of the most impressive novels of recent years  /  son yılların en etkileyici romanlarından biri

 

improve: geliştirmek, iyileştirmek, düzeltmek

His quality of life has improved dramatically since the operation.   /  Onun yaşam kalitesi ameliyattan beri önemli ölçüde gelişmiştir.

 

improvement: gelişme, iyileşme, düzelme

Sales figures continue to show signs of improvement.   /  Satış rakamları iyileşme belirtileri göstermeye devam etmektedir.

 

impressed: etkilenmek, etkilenen, etkilenmiş

I must admit I am impressed.   /  Ben etkilendiğimi itiraf etmeliyim.

 

impress: etkilemek, etki, iz

He impressed her with his sincerity.  /  O samimiyeti ile onu etkiledi.

 

impression: izlenim, etki, intiba

My first impression for him was favourable.  /  Onun için ilk izlenimim olumluydu.

 

impressive: etkileyici

an impressive building with a huge tower   /  muazzam kuleli etkileyici bir bina

 

inability: yetersizlik, acizlik

the government’s inability to provide basic services   /  hükümetin temel hizmetleri sağlamak için yetersizliği

 

inch: inç, 2.54 santimetrelik bir uzunluk ölçü birimi

She’s a few inches taller than me.   /   o benden birkaç inç daha uzun.

 

incident: olay, hadise, kaza

His bad behaviour was just an isolated incident.   /  Onun kötü davranışı sadece münferit bir hadiseydi.

 

include: dahil, içermek

Does the price include tax?  /  Fiyata vergi dahil mi?

 

income: gelir, kazanç

a rise in national income  /  milli gelirde bir artış They receive a proportion of their income from the sale of goods and services.   /  Onlar mal ve hizmet satışından el edilen kazancın bir kısmını alır.

 

increase: arttırmak, artış, yükseltmek

an increase of nearly 20%   /  yaklaşık % 20 artış

 

increasingly: giderek, artan bir şekilde, gitgide artarak

It is becoming increasingly clear that this problem will not be easily solved.   /   Bu sorun kolayca çözülemez olduğu giderek daha açık hale gelmektedir.

 

indeed: gerçekten, aslında, doğrusu

I was very sad indeed to hear of your father’s death.   /  Babanızın öldüğünü duymak gerçekten çok üzüntü vericiydi.

 

independence: bağımsızlık, özgürlük

Cuba gained independence from Spain in 1898.   /  Küba 1898 yılında İspanya’dan bağımsızlığını kazandı.

 

independent: bağımsız, serbest

Mozambique became independent in 1975.   /  Mozambik 1975’te bağımsızlaştı.

 

index: indeks, endeks, işaret, gösterge, içindekiler

Author and subject indexes are available on a library database.   /   Yazar ve konu indeksleri kütüphane veritabanlarından mevcut.

 

indicate: belirtmek, göstermek

Research indicates that eating habits are changing fast.  /  Araştırma yeme alışkanlıklarının hızla değiştiğini gösteriyor.

 

indication: belirti, gösterge, işaret

There are clear indications that the economy is improving.   /  Ekonominin düzelmekte olduğunun açık göstergeleri var.

 

indirect: dolaylı, kinayeli, dolambaçlı

The building collapsed as an indirect result of the heavy rain.   /  Şiddetli yağmurun dolaylı bir sonucu olarak bina çöktü.

 

individual: bireysel, birey

The competition is open to both teams and individuals.   /  Yarışma hem takımlara hem de bireylere açıldı.

 

indoor: içeri, iç mekan, kapalı

an indoor swimming pool   /  kapalı bir yüzme havuzu

 

indoors: içeriye, eve

 

 

industrial: endüstriyel, sanayi

industrial output  /  sanayi üretimi

 

industry: sanayi, endüstri

the needs of Turkish industry  /  Türk sanayisinin ihtiyaçları

 

inevitable: kaçınılmaz, malum

It was an inevitable consequence of the decision.   /  O, kararın kaçınılmaz bir sonucuydu.

 

inevitably: kaçınılmaz olarak, beklenildiği gibi

Inevitably, it rained on the day of the wedding.   /  Beklenildiği gibi, düğün gününde yağmur yağdı.

 

infected: zararlı bakteri içeren, bakteriden ya da virüsten etkilenen

an infected water supply   /  bakterili bir su kaynağı

 

infect: bulaştırmak

Disease is not possible to infect another person through kissing.   /   Hastalığı öpüşme ile başka bir kişiye bulaştırmak mümkün değildir.

 

infection: enfeksiyon, bulaşma

a throat infection  /  bir boğaz enfeksiyonu

 

infectious: bulaşıcı

Flu is highly infectious.   /   grip yüksek derecede bulaşıcıdır.

 

influence: etki, nüfuz, etilemek

Research shows that most young smokers are influenced by their friends.  /  Araştırmalar en genç sigara içenlerin arkadaşları tarafından etkilendiğini gösterir. I don’t want to influence you.  /  Ben seni etkilemek istemiyorum.

 

informal: resmi olmayan, rahat ve arkadaşça

The aim of the trip was to make informal contact with potential customers.   /   Gezinin amacı potansiyel müşterilerle arkadaşça bir bağlantı kurmaktı.

 

information: bilgi

a source of information   /   bir bilgi kaynağı

 

inform: bildirmek, bilgi vermek

He went to inform them of his decision.   /  O kararını onlara bildirmeye gitti.

 

ingredient: bileşen, unsur, malzeme, bir şeyin yapılmasını sağlayan maddelerden biri

Mix all the ingredients in a bowl.   /   Bir kapta tüm malzemeleri karıştırın.

 

in: içinde, -de, -da, içine

The kids were playing by the river and one of them fell in.   /   Çocuklar nehir kenarında oynuyorlardı ve onlardan biri içine düştü.

 

initial: ilk, baştaki, baş harf

John Fitzgerald Kennedy was generally known by his initials JFK.   /  John Fitzgerald Kennedy genellikle baş harfleri JFK ile bilinirdi.

 

initially: başlangıçta, ilk olarak

Initially, the system worked well.  /  Başlangıçta sistem iyi çalıştı.

 

initiative: girişim, ilk adım, ilk

a government initiative to combat unemployment   /   işsizlik ile mücadele için bir hükümet girişimi

 

injured: yaralı, zarar görmüş, sakat

Luckily, she isn’t injured.  /  Neyse ki, o yaralı değil. Ambulance took the injured to a nearby hospital.  /  Ambulans yaralıyı yakındaki bir hastaneye götürdü.

 

injure: yaralamak, incitmek, sakatlamak

Three people were killed and five injured in the crash.  /  Kazada üç kişi öldü ve beş kişi yaralandı. She injured herself during training.  /  o antrenman sırasında kendini sakatladı

 

injury: hasar, zarar, yara, sıyrık

The passengers escaped with only minor injuries.   /   Yolcular hafif sıyrıklarla kurtuldu.

 

ink: mürekkep

different coloured inks   /  farklı renkli mürekkepler

 

 inner: iç, dahili, içteki

inner London   /   iç Londra

 

innocent: masum, suçsuz, saf

Thousands of innocent civilians have been killed in this conflict.   /   Binlerce masum insan bu çatışmada öldürüldü.

 

 insect: böcek, haşere

The pesticide is lethal to all insect life.   /   Böcek zehiri tüm böceklerin yaşamı için öldürücüdür.

 

insert: eklemek, sokmak, yerleştirmek, takmak

They inserted a tube in his mouth to help him breathe.   /   Onlar onun nefesine yardımcı olmak için onun ağzına bir tüp taktı.

 

inside: içinde, içine, dahili, iç

the inside pages of a newspaper    /   bir gazetenin iç sayfaları

 

insist: ısrar etmek, dayatmak, diretmek

I didn’t really want to go but he insisted.   /   Ben gerçekten gitmek istemedim ama o ısrar etti.

 

install: kurmak, yerleştirmek, monte etmek

The hotel chain has recently installed a new booking system.   /   Otel zinciri son zamanlarda yeni bir rezervasyon sistemi kurmuştur.

 

instance: örnek, durum

The report highlights a number of instances of injustice.   /     Rapor bir dizi adaletsizlik olayını vurgulamaktadır.

 

 instead: yerine

Lee was ill so I went instead.  /  Lee hastaydı, bu yüzden yerine ben gittim.

 

institute: enstitü

a research institute   /   bir araştırma enstitüsü

 

institution: kurum, kuruluş, tesis, tanınan kimse

an educational institution  /  bir eğitim kurumu

 

instruction: talimat, yönerge

Always read the instructions before you start.   /   Daima başlamadan önce talimatları oku.

 

instrument: enstrüman, alet, araç

the flight instruments  /  uçuş aletleri

 

insulting: aşağılayıcı, onur kırıcı

She was really insulting to me.   /   O gerçekten bana karşı onur kırıcıydı.

 

insult: hakaret, aşağılama, hakaret etmek, onurunu kırmak

His comments were seen as an insult to the president.  /  Onun yorumları başkana hakaret olarak görüldü.

 

insurance: sigorta

travel insurance  /  seyahat sigortası

 

intelligence: zekâ, akıl, istihbarat

intelligence reports  /  istihbarat raporları

 

intelligent: akıllı, zeki

a highly intelligent child   /   son derece akıllı bir çocuk

 

intended: yönelik, istenilen, amaçlanan, tasarlanmış

The bullet missed its intended target.   /   Kurşun amaçlanan hedefi kaçırdı. The book is intended for children.   /   Kitap çocuklar için tasarlanmıştır.

 

intend: niyet, amaçlamak, niyet etmek

The writer clearly intends his readers to identify with the main character.   /   Yazar ana karakteri açıkça okurlarına tanıtmaya niyetlenir. I don’t intend staying long.   /  Ben uzun kalmak niyetinde değilim.

 

intention: niyet, amaç, kasıt, plan

He has announced his intention to retire.   /   O emekliliğe niyetini açıkladı.

 

interested: ilgili, meraklı

I’m very interested in history.   /   Ben tarihe çok ilgiliyim. an interested audience  /  ilgili bir seyirci

 

interesting: ilginç, ilgi çekici, enteresan

an interesting question  /  ilginç bir soru Can’t we do something more interesting?   /  Daha ilgi çekici bir şey yapamaz mıyız?

 

interest: ilgi, faiz, çıkar, ilgisini çekmek, ilgilendirmek

Politics doesn’t interest me.   /   Politika beni ilgilendirmez.

 

interior: iç, dahili, içişleri

interior walls   /   iç duvarlar

 

internal: iç, dahili

the internal structure of a building   /   bir binanın iç yapısı

 

international: uluslararası

a pianist with an international reputation   /   uluslararası üne sahip bir piyanist

 

internet: internet

You can buy our goods over the Internet.   /   İnternet üzerinden bizim mallarımızı satın alabilirsiniz.

 

interpretation: yorumlama

Dreams are open to interpretation   /  Rüyalar yoruma açıktır.

 

interpret: yorumlamak, değerlendirmek

The data can be interpreted in many different ways.   /   Bu veriler çok farklı şekillerde yorumlanabilir.

 

interrupt: kesmek, yarıda kesmek, ara vermek, sözünü kesmek

I hope I’m not interrupting you.  /   Umarım seni bölmüyorum.

 

interruption: kesinti, ara, durdurma

The birth of her son was a minor interruption to her career.   /   Onun oğlunun doğumu kariyeri için küçük bir kesintiydi.

 

interval: aralık, ara

The interval between major earthquakes might be 200 years.  /   Büyük depremler arası 200 yıl olabilir.

 

interview: görüşme, mülakat, röportaj

We interviewed ten people for the job.   /   Biz iş için on kişi ile görüştük.

 

into: içine, -e, -ye

Come into the house.  /  Eve gel. He threw the letter into the fire.   /  O mektubu ateşin içine attı.

 

introduce: tanıtmak, tanıştırmak

Can I introduce my wife?  /  Karımı tanıtabilir miyim? He introduced me to a Greek girl at the party.  /  O, partide beni bir Yunan kızla tanıştırdı.

 

introduction: giriş, tanıtım, başlangıç

the introduction of new manufacturing methods   /  yeni üretim yöntemlerinin tanıtımı

 

invent: icat etmek, bulmak

Who invented the steam engine?  /  Buhar makinesini kim icat etti?

 

invention: icat, buluş

Such changes have not been seen since the invention of the printing press.   /  Böyle değişiklikler matbaanın icadından bu yana görülmemiş.

 

investigate: araştırmak, incelemek

What was that noise?’ ‘I’ll go and investigate.’  /   O ses neydi?  Ben gideceğim ve araştıracağım.

 

investigation: soruşturma, araştırma, inceleme

She is still under investigation.  /  O hâlâ soruşturma altında.

 

invest: yatırım yapmak, yatırmak

Now is a good time to invest in the property market.  /  Şimdi emlak piyasasında yatırım yapmak için iyi bir zaman.

 

investment: yatırım, kuşatma

to encourage foreign investment  /  yabancı yatırımı teşvik etmek için

 

invitation: davet, davetiye

an invitation to the party  /  partiye davet

 

invite: davet etmek, çağırmak

Have you been invited to their party?  /   Onları partiye davet ettiniz mi?

 

involved: ilgili, kapsayan, ilişkili, karışmış, dahil

Some people tried to stop the fight but I didn’t want to get involved.   /  Bazı insanlar kavgayı durdurmaya çalıştı fakat ben dahil olmak istemedim.

 

involvement: katılım, ilgi, karışma

 

 

iron: demir, demirden yapılmış, ütü, ütülemek

He was ironing when I arrived.   /  Ben geldiğimde o ütülüyordu.

 

irritated: tedirgin, kızgın, sinirli

 

 

irritate: kızdırmak, rahatsız etmek, sinirlendirmek, tahrik etmek

I found her extremely irritating.  /  Ben onu son derece rahatsız edici buldum.

 

-ish: imsi, imtrak, -çe, -ça, millet ifadesi bildirirken kullanılır

Turkish / Türk Irish / İrlandalı childish / çocukça reddish / kırmızımsı

 

island: ada

We spent a week on the Greek island  /  Biz Yunan adasında bir hafta geçirdik.

 

issue: konu, sorun, mesele

 

 

item: madde, parça

Can I pay for each item separately?   /  Ben her parça için ayrı ayrı ödeme yapabilir miyim?

 

it: o, onu, ona (hayvanlar, cansız varlıklar ve bazen cinsiyeti bilinmeyen bebekler için)

‘Where’s your car?’ ‘It’s in the garage.’  /  Senin araban nerede?  O, garajda.

 

itself: kendisi, kendi

The cat was washing itself.  /  Kedi kendini yıkıyordu.

 

its: onun, kendi

The baby threw its food on the floor.  /  Bebek kendi yemeğini yere attı.

 

Jacket: Ceket

I have to wear a jacket and tie to work.   /    Ben iş için bir ceket ve kravat giymet zorundayım.

 

Jam: Sıkıştırmak, reçel

Çilek reçeli

 

January: Ocak ayı

I will go to Istanbul in January  /  Ben ocak ayında İstanbul’a gideceğim.

 

Jeaolous: Kıskanç

Children often feel jealous when a new baby arrives.  /  Çocuklar genellikle yeni bir bebek geldiği zaman kıskançlık hisseder.

 

Jeans: Kot, kot pantolon

 

 

Jelly: Jöle, pelte

jelly and ice cream  /  pelte ve dondurma

 

Jewellery: Takı, mücevherat, mücevher

She has some lovely pieces of jewellery.  /  Onun biraz güzel mücevher parçaları vardır.

 

Job: İş

I’m thinking of applying for a new job.   /   Yeni bir iş için başvurmayı düşünüyorum.

 

Join: Katılmak, birleştirmek

How do these two pieces join?  /  Bu iki parça nasıl birleştirilir?

 

Joint: Eklem

inflammation of the knee joint.  /  diz eklemi iltihabı

 

Joke: Şaka, şaka yapmak

She was laughing and joking with the children.  /  O çocuklarla gülüyor ve şakalaşıyordu.

 

Journalist: Gazeteci

 

 

Journey: Seyahat, yolculuk, seyahate çıkmak

Don’t use the car for short journeys.   /   Kısa yolculuklar için arabayı kullanma

 

Joy: Sevinç, neşe, keyif

 

 

Judge: Yargıç, hakim, yargılamak, değerlendirmek, tahmin etmek

 

 

Judgement: Karar, yargı, hüküm

The judgment will be given tomorrow.  /  Karar yarın verilmiş olacak.

 

Juice: Meyve suyu, sebze suyu, su

Add the juice of two lemons.  /  İki limon suyu ekleyin. Two orange juices, please.  /  İki portakal suyu lütfen.

 

July: Temmuz

 

 

Jump: Atlamak, zıplamak, atlama, sıçrama, zıplama

a jump of over six metres  /  altı metrenin üzerinde bir atlama

 

June: Haziran

 

 

Junior: Genç, küçük, oğul, düşük seviyedeki iş

I leave junior with Mom when I’m at work.  /  Ben işteyken oğlumu annesi ile bırakırım.

 

Justice: Adalet, yargı, hak, hukuk

They are demanding equal rights and justice.  /  Onlar eşit haklar ve adalet talep ediyor.

 

Justified: Haklı, haklı göstermek, haklı çıkarmak, doğrulamak, aklamak

His fears proved justified.  /  Onun korkuları haklı olduğunu kanıtladı.

 

Justify: Haklı çıkarmak, ispat etmek, doğrulamak

 

 

Just: Tam, sadece, yalnızca, henüz, şimdi, adil, doğru

She looks just like her mother.   /  O tam annesi gibi görünüyor. I waited an hour just to see you.  /  Sadece seni görmek için bir saat bekledim. ‘Can I help you?’ ‘No thanks, I’m just looking.’  /  Yardımcı olabilir miyim?  Hayır teşekkürler, sadece bakıyorum.

 

Keen: İstekli, meraklı, hevesli, zeki, keskin

John was very keen to help.  /  John yardım için çok hevesliydi.

 

Keep: Tutmak, kalmak, devam etmek, korumak, sağlamak

Keep left along the wall.  /  Duvar boyunca solda kalın. I’m very sorry to keep you waiting.  /  Seni tuttuğum için özür dilerim. Keep smiling!  /  Gülmeye devam et!

 

Keyboard: Klavye, piyano tuşları

 

 

Key: Anahtar, kilit, en önemli

He was a key figure in the campaign.  /  O, kampanyanın en önemi figürüydü. She played a key role in the dispute.  /  O, tartışmada anahtar bir rol oynadı.

 

Kick: Tekme, tepme, tekmelemek, tekme atmak, heyecan ve mutluluk gibi güçlü duygu

He aimed a kick at the dog.  /  Köpeğe bir tekme atmayı amaçladı.

 

Kid: Çocuk, ufaklık

Do you have any kids? /  Hiç çocuğunuz var mı? She’s a bright kid.  /  O parlak bir çocuktu.

 

Killing: Öldürme, cinayet

brutal killings  /  vahşi cinayetler

 

Kill: Öldürmek

Three people were killed in the crash.  /  Kazada üç kişi öldü. Cancer kills thousands of people every year.  /  Kanser her yıl binlerce insanı öldürür.

 

Kilogram: Kilogram

2 kilograms of rice  /  İki kilogram pirinç

 

Kilometre: Kilometre, 1000 metre

Our house is 2 kilometre from here.  /  Evimiz buradan 2 kilometre.

 

Kind: Tür, çeşit, nazik, hoş, iyi

a very kind and helpful person  /  çok nazik ve yardımsever bir insan

 

Kindly: Nazikçe, iyilikle, kibar bir şekilde, lütfen

She spoke kindly to them.  /  O onlara karşı nazikçe konuştu. Kindly leave me alone!  /  Lütfen beni yalnız bırak!

 

Kindness: Nezaket, iyilik

I can never repay your kindnesses to me.  /  Ben asla senin bana yaptığın iyilikleri ödeyemem.

 

King: Kral

The eagle is the king of the sky.  /  Kartal gökyüzünün kralıdır.

 

Kiss: Öpücük, öpmek

Come here and give me a kiss!  /  Buraya gel ve bana bir öpücük ver.

 

Kitchen: Mutfak

We ate at the kitchen table.  /  Biz mutfak masasında yemek yedik.

 

Knee: Diz

a knee injury  /  bir diz sakatlığı

 

Knife: Bıçak

She was murdered in a frenzied knife attack.  /   O şiddetli bir bıçak saldırısında öldürüldü.

 

Knit: Örgü, kaynaşmak

I knitted this cardigan myself.  /  Ben kendime bu hırkayı ördüm.

 

Knitted: Örgü, örülmüş

knitted gloves  /  örgü eldivenler

 

Knock: Vurma, çalma, kapıyı çalma

I knocked on the door. But there was no one inside.  /  Ben kapıyı çaldım. Fakat içeride kimse yoktu.

 

Knot: Düğüm

Tie the two ropes together with a knot.  /  Bir düğüm ile iki halatı bağlayın.

 

Know: Bilmek, tanımak, fark etmek

Do you know his address?  /  Onun adresini biliyor musunuz? The cause of the fire is not yet known.  /  Yangının nedeni henüz bilinmemektedir.

 

Knowledge: Bilgi

There is a lack of knowledge about the tax system.  /  Vergi sistemi hakkında bilgi eksikliği var.

 

Label: etiket, etiketlemek

We carefully labelled each file.  /  Biz dikkatle her dosyayı etiketledik.

 

Lab: Laboratuvar

a lab technician  /  bir laboratuvar teknisyeni

 

Laboratory: Laboratuvar

a research laboratory  /  bir araştırma laboratuvarı

 

Labour: Emek, iş gücü, işçi sınıfı, çalışmak, doğum sancısı çekmek

The company wants to keep down labour costs.  /  Şirket iş gücü maliyetlerini düşük tutmak istiyor.

 

Lacking: Eksik, -siz

I feel there is something lacking in my life.  /  Ben hissediyorum, hayatımda eksik bir şey var.

 

Lack: Eksiklik, yoksunluk

Lack of confidence  /  Güven eksikliği

 

Lady: Hanımefendi, bayan

There’s a lady waiting to see you.  /  Sizi görmek için bekleyen bir bayan var.

 

Lake: Göl

We swam in the lake.  /  Biz gölde yüzdük.

 

Lamp: Lamba, ışık

a street lamp  /  bir sokak lambası

 

Land: Arazi, kara, toprak, inmek, yere inmek

The plane landed safely.  /  Uçak güvenle indi.

 

Landscape: Manzara, peyzaj, bahçe düzenlemek

 

 

Lane: Şerit, dar yol, patika yol, kulvar

We drove along a muddy lane to reach the farmhouse.  /  Çiftliğe varmak için çamurlu bir yol boyunca sürdük.

 

Language: Dil, lisan

It takes a long time to learn to speak a language well.  /  Bir dili iyi bir şekilde konuşmayı öğrenmek uzun zaman alır. Turkish is my first language  /  Türkçe benim ilk dilimdir.

 

Large: Büyük, geniş, iri, çok

a large number of people  /  çok sayıda insan a large and complex issue  /  geniş ve karmaşık bir konu

 

Largely: Çok, genellikle, başlıca

 

 

Last: Son, sonuncu, en son

This last point is crucial.  /  Bu son nokta çok önemlidir. He came last in the race.  /  O, yarışta sonuncu geldi. When did you see him last?  /  Onu en son ne zaman gördün?

 

Late: Geç, son zamanlar, geç saatler

I got up late.  /  Ben geç kalktım. late in March  /  Martın son zamanlarında There’s a good film on late.   /  Geç saatlerde iyi bir film var.

 

Later: Daha sonra, sonradan

This is discussed in more detail in a later chapter.  /  Bu, daha sonraki bölümde daha detaylı olarak ele alınmıştır.

 

Latest: Son, en son, en yeni

What is the latest plan?  /  En son plan nedir?

 

Latter: İkincisi, sonra gelen

He presented two solutions. The latter seems much better.   /   O iki çözüm sundu. İkincisi çok daha iyi görünüyor.

 

Laugh: Gülmek, sevinmek, kahkaha, gülme

 

 

Launch: Başlatmak, denize indirmek, fırlatmak, lansman

a product launch  /  bir ürün lansmanı

 

Law: Hukuk, yasa, kanun

In Sweden it is against the law to hit a child.  /  İsveç’te bir çocuğa vurmak yasalara aykırıdır.

 

Lawyer: Avukat, hukukçu

 

 

Layer: Katman, tabaka

A thin layer of dust covered everything.  /  Her şeyi bir ince toz tabakası kapladı.

 

Lay: Koymak

He laid a hand on my arm.  /  O elini benim koluma koydu.

 

Lazy: Tembel, haylaz

He was not stupid, just lazy.  /  O aptal değildi, sadece tembel.

 

Leader: Lider, önder, baş

He was not a natural leader.  /  O doğal bir lider değildi.

 

Leading: Önemli, başlıca, ileri gelen, baş

She was offered the leading role in the new TV series.  /  O yeni TV dizilerinde baş rol teklifi aldı.

 

Lead: Yol göstermek, yönlendirmek, götürmek, önderlik etmek, birincilik, neden olmak (lead to)

Eating too much sugar can lead to health problems.   /  Çok fazla şeker yemek sağlık problemlerine neden olur. I tried to lead the discussion back to the main issue.   /  Ben tartışmayı ana konuya yönlendirmeye çalıştım. She took the lead in the second lap.  /  O, ikinci turda birinciliği aldı.

 

Leaf: Yaprak, sayfa

oak leaves  /  meşe yaprakları

 

League: Lig, birlik

United were league champions last season.   /   United geçen yıl lig şampiyonuydu.

 

Lean: Eğilmek, dayanmak, yaslanmak

I leaned back in my chair.  /  Ben sandalyemde arkaya yaslandım. A man was leaning out of the window.  /  Bir adam pencerenin dışına eğiliyordu.

 

Learn: Öğrenmek, haber almak

I learned a lot from my father.   /  Babamdan çok şey öğrendim.

 

Least: En az, asgari

She chose the least expensive of the hotels.  /  O otellerden en az pahalı olanını seçti.

 

Leather: Deri

The soles are made of leather.    /    Tabanı deriden imal edilmiştir. a leather jacket  /  deri bir ceket

 

Leave: Ayrılmak, bırakmak, kalkmak

The plane leaves at 12.35.  /  Uçak saat 12.35’te kalkar.

 

Lecture: Ders, konferans

I know I should stop smoking. Don’t give me a lecture about it.  /  Ben sigarayı bırakmam gerektiğini biliyorum. O konuda bana ders verme. a lecture room  /  bir konferans odası

 

Left: Sol, soldaki

She was sitting on my left.  /  O benim solumda oturuyordu.

 

Legal: Yasal, hukuki

They are currently facing a long legal battle in the US courts.  /  Onlar şu anda Amerika mahkemelerinde uzun bir yasal mücadele ile karşı karşıya.

 

Leg: Bacak, ayak

I broke my leg while playing football.  /  Ben futbol oynarken bacağımı kırdım.

 

Lemon: Limon

Squeeze the juice of half a lemon over the fish.   /  Balığın üzerine yarım limon suyu sıkın.

 

Lend: Vermek, ödünç vermek, borç vermek

I’ve lent the my car to a friend.  /  Bir arkadaşıma arabamı ödünç verdim.

 

Length: Uzunluk

This room is twice the length of the kitchen.  /  Bu oda iki mutfak uzunluğunda.

 

Less: Daha az, daha küçük

I read much less now than I used to.  /  Ben şimdi daha önce okuduğumdan çok daha az okudum.

 

Lesson: Ders

She gives piano lessons.  /  O piyano dersleri verir.

 

Let: İzin vermek, öneri ve istek ifadesi

Don’t let her upset you.  /  Seni üzmesine izin verme. Let’s go to the beach.  /  Sahile gidelim.

 

Letter: Mektup, harf

There’s a letter for you from your mother.   /  Annenizden size bir mektup var. ‘B’ is the second letter of the alphabet.  /  B alfabenin ikinci harfidir.

 

Level: Seviye, düzey, düz, aynı seviyede (boy, pozisyon vb. açılardan)

There is a tent on level ground.  /  Düz zemin üzerinde bir çadır var. Are these pictures level?  /  Bu resimler aynı seviyede mi? Game is difficultİer in high level.  /  Oyun yüksek seviyede daha zordur.

 

Library: Kütüphane

a university library  /  bir üniversite kütüphanesi

 

license: ruhsat, lisans, lisans vermek, yetki vermek

a driving licence  /   ehliyet Is there a licence fee?  /  bir lisans ücreti var mı?

 

Lid: Kapak, göz kapağı

a dustbin lid  /  bir çöp kapağı

 

Lie: Yalan, yatış, yalan söylemek, yatmak

The cat was lying.  /  Kedi yatıyordu. Don’t lie to me!  /  Bana yalan söyleme

 

Life: Yaşam, hayat

My father died last year. I wish I could bring him back to life.  /  Babam geçen yıl öldü. Ben, onu hayata geri getirmek isterdim.

 

Lift: Asansör, kaldırma, yükseltme

It’s on the sixth floor. Let’s take the lift.  /  O, altıncı katta. Asansöre binelim.

 

Light: Işık, aydınlık, yakmak, açık

She lit a candle.  /  Bir mum yak.

 

Lightly: Nazikçe, hafifçe

He kissed her lightly on the cheek.  /  Onu nazikçe yanağından öptü.

 

Like: Gibi, benzer, aynı, beğenmek

I like to watching football match.  /  Ben futbol maçı izlemeyi severim.

 

Likely: Muhtemelen, olası

the most likely outcome  /  en muhtemel sonuç

 

Limited: Sınırlı, sınırlandırılmış

We are doing our best with the limited resources available.   /   Biz mevcut sınırlı kaynaklar ile elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz.

 

Limit: Limit, sınır, sınırlandırmak

I’ve limited myself to 1000 calories a day to try and lose weight.  /   Ben çalışmak ve kilo vermek için kendimi günde 1000 kalori ile sınırlandırdım.

 

Line: Çizgi, satır, sıra

Draw a thick black line along the page.  /  Sayfa boyunca kalın siyah çizgi çizin.

 

Link: Bağlantı, bağ, bağ kurmak, bağlamak

The two factors are directly linked.  /  İki faktör doğrudan bağlantılıdır.

 

Lip: Dudak, küstah

She kissed him on the lips.  /  Onu dudaklarından öptü.

 

Liquid: Sıvı

The detergent comes in powder or liquid form.  /  Deterjan toz ya da sıvı şekline gelir.

 

Listen: Dinlemek, baksana!

Sorry, I wasn’t really listening.  /  Üzgünüm, gerçekten dinlemiyordum. I listened carefully to her story.  /  Ben dikkatli bir şekilde onun hikayesini dinledim.

 

List: Liste, listelemek

Towns in the guide are listed alphabetically.  /  Rehberde kentler alfabetik olarak listelenmiştir.

 

Literature: Edebiyat, literatür

Turkish literature  /  Türk edebiyatı

 

Litre: Litre

3 litres of water  /  3 litre su

 

Little: Az, küçük, azıcık

He is little known as an artist.   /  O, bir sanatçı olarak az bilinir.

 

Live: Yaşamak, oturmak, canlı

Where do you live?  /   Nerede yaşıyorsunuz? Spiders can live for several days without food.  /  Örümcekler yiyecek olmadan birkaç gün yaşayabilir.

 

Lively: Canlı, hayat dolu, neşeli

an intelligent and lively young woman  /  zeki ve neşeli genç bir kadın Her eyes were bright and lively.  /  Onun gözleri parlak ve haya doluydu.

 

Living: Yaşam, canlı, oturma, yaşayan, yaşama

living organisms  /  canlı organizmalar living languages   /  yaşayan diller

 

Load: Yük, yüklemek, şarj, doldurmak

We loaded the car in ten minutes.  /  On dakika içinde arabayı doldurduk. Game is loading.  /  Oyun yükleniyor.

 

Loan: Borç, ödünç verme, kredi, borç para

a car loan  /  bir araç kredisi

 

Local: Yerel, yerli,  kısmi

a local newspaper  /  yerel bir gazete

 

Located: Yer, konum, konumlanmış

a small town located 30 miles south of Chicago  /  Chicago’nun 30 mil güneyine konumlanmış küçük bir kasaba

 

Locate: Yerini saptamak, bulmak

Rescue planes are trying to locate of the missing sailors.  /  Kurtarma uçakları kayıp denizcilerin yerini saptamaya çalışıyor.

 

Location: Konum, yer, mevki

a honeymoon in a secret location  /  gizli bir yerde balayı Where is the exact location of the ship?  /  Geminin tam olarak konumu neresidir?

 

Lock: Kilit, kilitlemek

a bicycle lock  /  bir bisiklet kilidi

 

Logical: Mantıklı

It was a logical conclusion from the child’s point of view.  /  Bu çocuğun bakış açısından mantıklı bir sonuçtu.

 

Logic: Mantık

The two parts of the plan were governed by the same logic.  /  Planın iki parçası aynı mantık ile yönetildi.

 

Lonely: Yalnız, yapayalnız

She lives alone and often feels lonely herself.  /  O tek başına yaşıyor ve sık sık kendini yalnız hissediyor.

 

Long: Uzun, uzun zaman

This may take longer than we thought.  /  Bu bizim düşündüğümüzden daha uzun zaman alabilir.

 

Look: Bakmak, aramak, ifade, görünmek, görünüş

Looks can be deceptive.  /  Görünüş aldatıcı olabilir. I am looking to the her.  /  Ben ona bakıyorum.

 

Loose: Gevşek, serbest

Check that the plug has not come loose.  /  Fişin gevşek gelmediğini kontrol edin.

 

Loosely: Gevşek bir şekilde

She fastened the belt loosely around her waist.  /  O gevşek bir şekilde belinin çevresine kemeri bağladı.

 

Lord: Lord,efendi, bey, beyefendi

the lord of the manor  /  malikane efendisi

 

Lorry: Kamyon

Emergency food supplies were brought in by lorry.  /  Acil gıda malzemeleri kamyon tarafından getirildi.

 

Lose: Kaybetmek, kaçırmak

I’ve lost my keys.  /  Ben anahtarlarımı kaybettim. She lost her husband in the crowd.  /  O, kalabalıkta kocasını kaybetti.

 

Loss: Kayıp, zarar

The closure of the factory will lead to a number of job losses.  /  Fabrikanın kapatılması bir dizi iş kaybına neden olacak.

 

Lost: Kayıp, kaybolmuş

Your cheque must have got lost in the post.  /  Sizin çekiniz postada kaybolmuş olmalı.

 

Lot: Çok, bir sürü

I’m feeling a lot better today.  /  Ben bugün çok daha kötü hissediyorum.

 

Loud: Yüksek sesle, gürültülü

Do you have to play that music so loud?  /  Bu kadar yüksek sesle müzik çalmak zorunda mısın?

 

Love: Aşk, sevgi, sevmek

If you love each other, why not get married?   /  Birbirinizi severseniz niçin evli olmayasınız? I love you. /  Seni seviyorum.

 

Lovely: Güzel, hoş, sevimli, çekici

He has a lovely voice.  /  Onun sevimli bir sesi var. What a lovely surprise!  /  Ne hoş bir sürpriz!

 

Lover: Sevgili, aşık, dost

He denied that he was her lover.   /  O, onun sevgilisi olduğunu yalanladı.

 

Low: Düşük, alçak, ucuz

a plane flying low over the town  /  şehrin üzerinde alçak uçan bir uçak

 

Loyal: Sadık, vefalı

She has always remained loyal to her political principles.  /  O daima siyasi ilkelerine sadık kalmıştır.

 

Luck: Şans, baht, talih

With luck, we’ll be at home before dark.  /  Şans ile hava kararmadan evde olacağız.

 

Lucky: Şanslı, uğurlu, talihli

His friend was killed and he knows he is lucky to be alive.  /  Onun arkadaşı öldü ve yaşadığı için şanslı olduğunu bilir.

 

Luggage: Bagaj

There’s room for one more piece of luggage.  /  Bir parça bagaj için daha yer var.

 

Lump: Parça, yumru, şişlik

 

 

Lunch: Öğle yemeği

She’s gone to lunch.  /  O öğle yemeğine gitti.

 

Lung: Akciğer, ciğer

lung cancer  /  akciğer kanseri 

 

Machine: Makine

How does this machine work?  /  Bu makine nasıl çalışır?

 

Machinery: Makineler, mekanizma

industrial machinery  /  sanayi makineleri

 

Mad: Deli, kızgın, çılgın

I’ll go mad if I have to wait much longer.  /  Ben çok daha uzun süre beklemek zorunda kalırsam deli olacağım.

 

Magazine: Dergi, magazin

a monthly magazine  / aylık bir dergi

 

Magic: Büyü, sihir, sihirli, sihirbazlık

There is no magic formula for passing exams.   /  Sınavları geçmek için sihirli bir formül yoktur.

 

Mail: Posta, postalamak

Don’t forget to mail that letter to your mother.  /  Annenize mektup postalamayı unutmayın.

 

Mainly: Başlıca, çoğunlukla, temel olarak

They eat mainly fruit and nuts.  /  Onlar çoğunlukla meyve ve fındık yer.

 

Main: Ana, başlıca, esas

We have our main meal at lunchtime.  /  Bizim ana öğünümüz öğle vaktindedir.

 

Maintain: Korumak, sağlamak, sürdürmek

The two countries have always maintained close relations.  /  İki ülke her zaman yakın ilişkilerini korumuştur.

 

Majority: Çoğunluk

This treatment is not available in the vast majority of hospitals.  /  Bu tedavi hastanelerin büyük çoğunluğunda mevcut değildir.

 

Major: Büyük, önemli, başlıca

major international companies  /   büyük uluslararası şirketler

 

Make: Yapmak, sağlamak

a Swiss make of watch  /  Saat yapan bir İsviçreli

 

Make-up: Makyaj malzemesi, makyaj

Male: Erkek

a male-dominated profession  /  erkek egemen bir meslek

 

Mall: Alışveriş merkezi

Let’s go to the mall.  /  Alışveriş merkezine gidelim.

 

Manage: Yönetmek, idare etmek, işletmek

I don’t know exactly how we’ll manage it.  /  Onu nasıl idare edeceğimizi tam olarak bilmiyorum.

 

Management: Yönetim, işletme, idare

The report blames bad management.  /  Rapor kötü yönetimi suçluyor.

 

Manager: Yönetici, müdür, idareci, menejer

the personnel manager  /  personel müdürü

 

Man: Erkek, adam

a good-looking young man  /  iyi görünümlü genç adam

 

Manner: Tavır, tarz, tutum, davranış

She answered in a businesslike manner.  /  Ciddi bir tavır içinde cevap verdi.

 

Manufacture: Üretim, imal, yapım

a news story manufactured by an unscrupulous journalist  /  ahlaksız bir gazeteci tarafından üretilen bir hikaye

 

Manufacturer: Üretici

Always follow the manufacturer’s instructions.  /  Her zaman üreticinin talimatlarına uyun.

 

Manufacturing: Üretim, üretmek

The company has established its first manufacturing base in Europe.  /  Şirket Avrupa’daki ilk üretim üssünü kurdu.

 

Many: Çok, bir hayli, bir yığın, fazla  (sayılabilen)

There are too many mistakes in this essay.  /  Bu denemede çok fazla hata vardır.

 

Map: Harita, plan

a map of Turkey  /  Bir Türkiye haritası

 

March: Mart

 

 

Marketing: Pazarlama, alışveriş yapma

a marketing campaign  /  bir pazarlama kampanyası

 

Market: Market, pazar, piyasa, pazarlamak

We buy our fruit and vegetables from the market.  /  Biz meyve ve sebzelerimizi marketten satın alırız.

 

Mark: İşaret, iz, işaretlemek

Detectives found no marks on the body.  /  Dedektifler vücutta hiçbir iz bulamadı.

 

Marriage: Evlilik

All of her children’s marriages ended in divorce.  /  Onun bütün çocuklarının evliliği boşanma ile sona erdi.

 

Married: Evli

Is he married?  /  O evli mi?

 

Marry: Evlenmek

He never married.  /  O hiç evlenmedi.

 

Massive: Çok büyük, ağır

a massive rock  /  ağır bir taş

 

Mass: Yığın, kitle, kütle, yığmak, toplamak

 

 

Master: Usta, uzman, efendi, ana, asıl, erkek öğretmen, mükemmel

the physics master  /  fizik öğretmeni

 

Matching: Denkleşen

 

 

Match: Denk, eş, eşlemek, uyuşmak, maç, karşılaşma

The dark clouds matched her mood.  /  Kara bulutlar onun ruh hali ile uyuştu.

 

Mate: Çiftleşmek (hayvanlar için)

Do foxes ever mate with dogs?  /  Tilkiler hiç köpeklerle çiftleşir mi?

 

Material: Malzeme, madde, maddi

changes in your material circumstances  /  maddi durumunuzdaki değişiklikler

 

Mathematics: Matematik

the mathematics curriculum  /  matematik müfredatı

 

Matter: Konu, mesele

 

 

Maximum: Azami, en fazla

The July maximum (= the highest temperature recorded in July) was 30°C.  /  Temmuz en fazla 30 dereceydi.  (Temmuz ayında kaydedilen en yüksek sıcaklık)

 

Maybe: Belki, olabilir

‘Are you going to sell your house?’ ‘Maybe.’  /  Evinizi satacak mısınız?  Olabilir.

 

May: Mayıs

 

 

Mayor: Belediye başkanı

Kadir Topbas is the Mayor of Istanbul  /  Kadir Topbaş İstanbul belediye başkanıdır.

 

Meal: Yemek, öğün

Lunch is his main meal of the day.  /  Öğle yemeği, onun için günün ana öğünü.

 

Meaning: Anlam, kasıt, anlamlı

What’s the meaning of this word?  /  Bu kelimenin anlamı nedir?

 

Mean: Anlamına gelmek, kastetmek

What does this sentence mean?  /  Bu cümle ne anlama geliyor?

 

Means: Araç, vesile

Television is an effective means of communication.  /  Televizyon etkili bir iletişim aracıdır.

 

Meanwhile: Bu arada, iken

The doctor will see you again next week. Meanwhile, you must rest as much as possible.  /  Doktor gelecek hafta yine sizi görecek. Bu arada mümkün olduğu kadar dinlenmelisiniz.

 

Measure: Ölçü, tedbir, önlem

The government is preparing tougher measures to combat crime.  /  Hükümet suçla mücadele için sert önlemler hazırlıyor. measures against racism  /  ırkçılığa karşı tedbirler The Richter Scale is a measure of ground motion.  /  Richter ölçeği bir yer hareketi ölçüsüdür.

 

Measurement: Ölçüm, ölçme

Accurate measurement is very important in science.  /  Doğru ölçüm bilimde çok önemlidir.

 

Meat: Et

There’s not much meat on this chop.  /  Bu pirzolada çok et yok.

 

Media: Medya, basın

The trial was fully reported in the media.  /  Duruşma bütünüyle medyaya bildirildi.

 

Medical: Tıbbi, tedavi edici

medical or surgical treatment  /  tıbbi veya cerrahi tedavi

 

Medicine: Tıp, ilaç, ilaç vermek

advances in modern medicine  /  modern tıptaki gelişmeler

 

Medium: Orta, ortalama, vasat, araç, vasıta

Television is the modern medium of communication.   /   Televizyon modern iletişim aracıdır. medium-sized / orta ölçekli

 

Meeting: Toplantı, buluşma, görüşme

The meeting will be held in the school hall.  / Toplantı okul saatinde yapılacaktır.

 

Meet: Karşılamak, tanışmak, buluşmak, toplanmak

Maybe we’ll meet again some time.  /  Belki bir zaman yine karşılaşırız. The committee meets on Fridays.  /  Komite cuma günleri buluşur.

 

Melt: Eritmek, erimek

The snow showed sign of melting.  /   Kar erime belirtisi gösterdi.

 

Member: Üye

a founder member of the conservation group  /  koruma grubunun kurucu üyesi

 

Membership: Üyelik

Who is eligible to apply for membership of the association?  /   Kim dernek üyeliği için başvurabilir?

 

Me: Bana, beni

Don’t hit me.  /   Beni vurmayın. Give it to me.  /  Onu bana ver.

 

Memory: Hafıza, anı

She can recite the whole poem from memory.  /   O tüm şiirleri hafızasından ezbere okuyabilir.

 

Mentally: Zihinsel olarak, akli

mentally ill  /   akli hastalık

 

Mental: Zihinsel, ruhsal

the mental process of remembering  /  zihinsel hatırlama süreci

 

Mention: Anmak, bahsetmek

Did she mention where she was going?  /  O nereye gittiğinden bahsetti mi?

 

Menu: Menü, yemek listesi

What’s on the menu tonight?  /  Bu gece menüde ne var?

 

 Merely: Sadece, yalnız

He said nothing, merely smiled and watched her.  /  O hiçbir şey demedi, sadece gülümsedi ve onu izledi.

 

Mere: Sırf, sade

A mere 2% of their budget has been spent on publicity.  /  Bütçelerinin sadece % 2’si tanıtıma harcanmıştır.

 

Message: Mesaj

Jenny’s not here at the moment. Can I take a message?  /  Jenny şu anda burda değil. Bir mesaj alabilir miyim?

 

Mess: Karışıklık, kirli, pislik, düzensiz, dağınık, karmaşık

The room was in a mess.  /  Oda karışıklık içindeydi.

 

Metal: Metal

The frame is made of metal.  /  Çerçeve metalden yapılmış.

 

Method: Yöntem, metot

a new method of solving the problem  /  problem çözmenin yeni bir yöntemi

 

Metre: Metre, yüz santimetre bir uzunluk ölçü birimi

She came second in the 200 metres.  /  O 200 metrede ikinci geldi.

 

Midday: Öğlen vakti

The train arrives at midday.  /  Tren öğle vakti ulaşır.

 

Middle: Orta, orta kısım

Pens are kept in the middle drawer.  /  Kalemler orta çekmecede tutulur.

 

Mid: Ortadaki, orta

 

 

Midnight: Gece yarısı

We have to catch the midnight train.  /  Biz gece yarısı treni yakalamak zorundayız.

 

Might: Olabilir, -ebilmek

You might try calling the help desk.  /  Yardım masasını aramayı deneyebilirsiniz. I thought we might go to the zoo on Saturday.  /  Ben cumartesi hayvanat bahçesine gidebileceğimizi düşündüm.

 

Mild: Hafif, yumuşak, ılıman

a mild climate  /  ılıman bir iklim

 

Mil: Mil, 1609 metrelik uzunluk ölçüsü birimi

The nearest bank is about half a mile down of the road.  /  En yakın banka yolun yaklaşık yarım mil aşağısındadır.

 

Military: Askeri

military uniform  /  askeri üniforma

 

Milk: Süt

milk products  /  süt ürünleri

 

Milligram: Miligram, 1 gramın 1000’de biri oranındaki ağırlık ölçü birimi

 

 

Millimetre: Milimetre, 1 metrenin 1000’de biri oranındaki uzunluk ölçü birimi

 

 

Million: Milyon

It must be worth a million  /  o bit milyon değerinde olmalı

 

Millionth: Milyonuncu, milyonda bir

 

 

Mind: Zihin, akıl, düşünce, düşünmek, endişelenmek

 

 

Mine: Benim, benimki, maden

a diamond mine  /  elmas madeni

 

Mineral: Mineral, madensel, madeni tuz

Soft drinks and minerals / Alkolsüz içecekler ve mineraller

 

Minimum: Minimum, asgari, en az

He passed the exams with the minimum of effort.  /  O, en az çabayla sınavlarını geçti.

 

Minister: Bakan, vekil, papaz

the Minister of Education  /  Eğitim Bakanı

 

Ministry: Bakanlık

the Ministry of Defence  /   Savunma Bakanlığı

 

Minority: Azınlık

For a minority, the decision was a disappointment.  /  Azınlık için karar bir hayal kırıklığıydı.

 

Minor: Küçük

There may be some minor changes on the schedule. /  Programda bazı küçük değişiklikler olabilir.

 

Minute: Dakika, çok kısa zaman

It’s four minutes to six.  /  Altıya dört dakika var.

 

Mirror: Ayna

The face is the mirror of the soul.  /  Yüz ruhun aynasıdır. Dickens’ novels are a mirror of his times.  /  Dickens’ın romanları onun zamanlarının bir aynasıdır.

 

Missing: Kayıp, eksik

They still hoped to find their missing son.  /  Onlar hâlâ kayıp oğullarını bulmak için umutlu.

 

Miss: Kaçırmak, özlemek, bayan, hanım

Good morning, Miss!  /  Günaydın bayan!

 

Mistake: Hata, yanlış, yanlış anlamak

Sorry. I mistook what you said.   /    Üzgünüm. Ben söylediğini yanlış anladım.

 

Mistaken: Hatalı, yanlış

 

 

Mixed: Karışık, karma

I still have mixed feelings about going to Brazil  /  Ben Brezilya’ya gitme konusunda hâlâ karışık duygulara sahibim.

 

Mixture: Karışım

The city is a mixture of old and new buildings.  /  Şehir eski ve yeni binaların bir karışımı.

 

Mobile: Hareketli, seyyar, gezici

a mobile library  /  gezici kütüphane

 

Mobile phone: Cep telefonu

Cep telefonları hayatımızın vazgeçilmezi parçasıdır.  /  Mobile phones are an indispensable part of our lives.

 

Model: Model, örnek, numune, manken, dizayn

The architect had produced a model of the proposed shopping complex.  /  Mimar önerilen alışveriş kompleksinin bir modelini üretti.

 

Modern: Modern, çağdaş, bugünkü

Stress is a major problem of modern life.   /  Stres modern yaşamın önemli bir sorunudur. Shakespeare’s language can be a problem for modern readers.  /  Shakespeare’in dili bugünkü okuyucular için bir problem olabilir.

 

Moment: An, çok kısa bir süre

He thought for a moment before replying.  /  O cevap vermeden önce bir an düşündü.

 

Mom: Anne

Where’s my mom?  /  Benim annem nerede?

 

Monday: Pazartesi

She started work last Monday.  /  O geçen pazartesi işe başladı.

 

Money: Para

How much money is there in my account?  /  Hesabımda ne kadar para var?

 

Monitor: İzlemek

Each student’s progress is closely monitored.  /   Her öğrencinin gelişimi yakından izlenilmektedir.

 

Month: Ay

The rent is £300 per month.  /  Kira ay başına 300 sterlindir.

 

Mood: Ruh hali, hava

She’s in a good mood today.  /  O bugün iyi bir ruh hali içindeydi.

 

Moon: Ay

the surface of the moon  /  ayın yüzeyi

 

Morally: Ahlaki olarak, ahlaki

He felt morally responsible for the accident.  /  O kaza için ahlaki sorumluluk hissetti.

 

Moral: Ahlak, ahlaki, manevi

traditional moral values  /  geleneksel ahlak değerleri

 

More: Daha fazla, daha

She was far more intelligent than her sister.  /  O kız kardeşinden çok daha zekiydi.

 

Moreover: Dahası, üstelik, ayrıca

He is a talented artist, moreover, a writer  /  O yetenekli bir sanatçı, dahası, bir yazardır.

 

Morning: Sabah

See you tomorrow morning.  /  Yarın sabah görüşürüz.

 

Mostly: Çoğunlukla, başlıca, genelde

We’re mostly going to picnic on Sundays.  /  Biz pazar günleri genelde pikniğe gidiyoruz.

 

Most: En, en çok

the most boring part  /  en sıkıcı kısım

 

Mother: Anne

I want to buy a present for my mother and father.  /  Annem ve babam için bir hediye almak isterim.

 

Motion: Hareket, devinim

Newton’s laws of motion.  /  Newton’un hareket kanunları

 

Motorbike: Motosiklet

Motocycle: Motosiklet

motorcycle racing  /  motosiklet yarışı

 

Motor: Motor

an electric motor  /   bir elektrik motoru

 

Mountain: Dağ

There is still snow on the mountain tops. / Dağ başında hâlâ kar var.

 

Mouse: Fare

a field mouse  /  bir tarla faresi Use the mouse to drag the icon to a new position.  /  Simgeyi yeni bir konuma sürüklemek için fareyi kullanın.

 

Mouth: Ağız

She opened her mouth to say something.  /  Bir şey söylemek için ağzını açtı.

 

Movement: Hareket, manevra

There was a sudden movement in the undergrowth.  /  Çalılarda ani bir hareket vardı.

 

Move: Hareket, hamle, hareket etmek, taşınmak

What’s the date of your move?  /  Sizin hareket tarihiniz nedir?

 

Movie: Film, sinema

Have you seen the latest Miyazaki movie?  /  En son Miyazaki filmini gördünüz mü? a famous movie director  /  ünlü bir film yönetmeni

 

Moving: Dokunaklı, taşınma, hareket etme, hareketli

a deeply moving experience  /  son derece dokunaklı bir deneyim the moving parts of a machine  /  bir makinenin hareketli parçaları

 

Mr: Bay

Mr Brown  /  Bay Brown

 

MYS

Mrs: Bayan

Mrs Susan  /   Bayan Susan

 

Ms: Bayan

Ms Jean Murphy  /   Bayan Jean Murphy

 

Much: Çok, fazla, hayli

Thank you very much for the flowers.  /  Çiçekler için size çok teşekkür ederim.

 

Mud: Çamur

Your boots are covered in mud.  /  Botlarınız çamurla kaplı.

 

Multiply: Çarpma

The children are already learning to multiply and divide.  /  Çocuklar zaten çarpma ve bölme öğreniyor.

 

Mum: Anne

A lot of mums and dads have the same worries.  /   Birçok anne ve baba aynı endişelere sahip.

 

Murder: Cinayet, öldürmek

The murdered woman was well known in the area.  /  Öldürülen kadın bölgede iyi biliniyordu.

 

Muscle: Kas, adele

She tried to relax her tense muscles.  /   O gergin kaslarını gevşetmeye çalıştı.

 

Museum: Müze

a museum of modern art  /   modern sanat müzesi

 

Musical: Müzikal, müzikli, müzikli oyun

 

 

Musician: Müzisyen

a jazz musician  /   bir caz müzisyeni

 

Music: Müzik

pop  –  dance  –  classical  –  church music   /  pop –  dans  –  klasik  –  kilise müziği

 

Must: Şart, gereklilik, -meli, -malı

Cars must not park in front of the entrance  /  Arabalar girişin önüne park edilmemelidir.

 

My: Benim

Where’s my passport?   /   Benim pasaportum nerede?

 

Myself: Kendim

I wrote a message to myself.   /   Ben kendime bir mesaj yazdım.

 

Mysterious: Gizemli, esrarengiz

A mysterious illness is affecting all the animals.   /   Bütün hayvanları etkileyen gizemli bir hastalık.

 

Mystery: Gizem, sır

There was a mystery guest on the programme.  /  Programda gizemli bir konuk vardı. 

 

Nail: Tırnak

Stop biting your nails!  /  Tırnaklarını ısırmayı durdur! (bırak)

 

Naked: Çıplak

naked shoulders  /  çıplak omuzlar

 

Name: İsim, isim vermek, ismiyle çağırmak

My name is Ricardo / Benim adım Ricardo They named their son John.  /  Onlar oğullarına John ismini verdi. The victim has not yet been named.  /  Kurban henüz ismiyle çağrılmadı.

 

Narrow: Dar

a narrow bed/doorway/shelf  /  bir dar yatak / antre / raf There was only a narrow gap between the bed and the wall.  /  Yatakla duvar arasında sadece dar bir boşluk vardı.

 

National: Ulusal, milli

national and local newspapers / ulusal ve yerel gazeteler

 

Nation: Ulus, millet

an independent nation  /  bağımsız bir ulus

 

Naturally: Doğal olarak, elbette

naturally occurring chemicals  /  doğal olarak meydana gelen kimyasallar

 

Natural: Doğal, tabii

a country’s natural resources  /  ülkenin doğal kaynakları

 

Nature: Doğa, tabiat

the beauties of nature  /  doğanın güzellikleri

 

Navy: Donanma

the British and German navies  /  İngiliz ve Alman donanmaları

 

Nearby: Yakında, civarında

he slung his jacket over a nearby chair / o ceketini yakındaki bir sandalyenin üzerine asar They live nearby.  /   Onlar yakında yaşıyor.

 

 Nearly: Neredeyse, yaklaşık

David was nearly asleep  /  David neredeyse uyuyordu.

 

Near: Yakın, bitişik, samimi

Do you live near here?  /  Buralarda mı yaşıyorsunuz My birthday is very near Christmas.  /  Doğum günüm noele çok yakın.

 

Neat: Derli toplu ve düzen içinde, temiz, zekice

a neat desk /  derli toplu bir masa

 

 Necessarily: Zorunlu olarak, mutlaka, şart

The number of places available is necessarily limited.  /  Ulaşılabilir yerlerin sayısı mutlaka sınırlıdır. The more expensive articles are not necessarily better.  /  Daha pahalı makalelein daha iyi olması şart değildir.

 

Necessary: Gerekli, gereken

Only use your car when absolutely necessary.  /  Arabanı sadece mutlaka gerekli olduğu zaman kullan.

 

Neck: Boyun

Giraffes have very long necks. / Zürafaların çok uzun boyunları var.

 

Needle: İğne, iğnelemek

a needle and thread  /  bir iğne ve iplik

 

Need: İhtiyaç, gerek

There is an urgent need for qualified teachers.  /  Nitelikli öğretmenler için acil bir ihtiyaç var. We will contact you again if the need arises. / İhtiyaç doğarsa biz sizinle yeniden irtibata geçeceğiz.

 

Negative: Negatif, olumsuz

The crisis had a negative effect on trade.  /  Krizin ticaret üzerinde negatif bir etkisi vardı.

 

Neighbourhood: Semt, çevre, muhit

We grew up in the same neighbourhood.  /  Biz aynı muhitte büyüdük.

 

Neighbour: Komşu

Our next-door neighbours are very noisy.  /   Bizim yan komşularımız çok gürültülü.

 

Neither: Hiçbiri, ikisi de değil, ne…ne, de değil

Their house is neither big nor small.  /  Onların evi ne büyük ne küçük.

 

Nephew: Yeğen

My nephew is really very cute.   /  Benim yeğenim gerçekten çok sevimli.

 

Nerve: Sinir, cesaret, endişe

nerve cells  /  sinir hücreleri

 

Nervous: Sinir, gergin

I felt really nervous before the interview.  /   Görüşmeden önce gerçekten gergin hissettim.

 

Nest: Yuva

bird’s nest  /  kuş yuvası

 

Net: Kesintesiz, net, ağ, tül, kazanmak

fishing nets  /  balık avı ağları net curtain / tül perde

 

Network: Ağ, şebeke

a network of veins  / damarların ağı a communications/distribution network  /  bir iletişim/dağıtım ağı

 

Never: Asla, hiçbir zaman

Never in all my life have I seen such a horrible thing.  /  Bütün hayatımda asla böyle korkunç bir şey görmedim.

 

Nevertheless: Yine de, buna rağmen

She didn’t study hard; nevertheless,she passed exam.  /  O sıkı çalışmadı; buna rağmen sınavı geçti.

 

 Newly: Yakın zamanda, yeni, yeni olarak

a newly created job  /  yeni oluşturulmuş bir iş

 

New:  Yeni, taze, modern

Have you read her new novel?  /  Onun yeni romanını okudun mu? This idea isn’t new.  /  Bu fikir yeni değil.

 

News: Haber

What’s the latest news?  /  Son haber nedir? That’s great news.  /  Bu harika bir haber.

 

Newspaper: Gazete

a newspaper article  /  bir gazete makalesi

 

Next: Sonraki, ertesi, yanında

Next station is Bond Street / Bir sonraki sitasyon Bond Caddesi

 

Next to: Yanındaki, neredeyse, hemen hemen,

Charles knew next to nothing about farming.  /  Charles tarım hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu.

 

Nicely: Güzelce, hoşça

The room was nicely furnished. /  Oda güzelce döşenmiş.

 

Nice: Güzel, hoş, kibar

a nice day / hoş bir gün You look very nice.  /  Çok güzel görünüyorsun.

 

Niece: Kız yeğen

My niece has a son who has been diagnosed as autistic.  /  Benim yeğenimin otistik tanısı konulmuş bir oğlu var.

 

Night: Gece

These animals only come out at night.  /  Bu hayvanlar sadece gece çıkıyor. Did you hear the storm last night?  /  Dün gece fırtınayı duydun mu?

 

Nine: Dokuz

I will meet my friends at nine o’clock / Saat dokuzda arkadaşlarımla buluşacağım.

 

Nineteen: On dokuz

Maria is nineteen years old. / Maria on dokuz yaşında.

 

Ninety: Doksan

There are ninety km to İstanbul.  /  İstanbul’a doksan km var.

 

Ninth: Dokuzuncu

I was ninth in the exam. / Sınavda dokuzuncuydum.

 

Nobody: Kimse, hiç kimse

Nobody cares how I feel!  /  Hiç kimse nasıl hissettiğimle ilgilenmez.

 

Noise: Ses, gürültü

What’s that noise?  /  Bu ses de ne? They were making too much noise.  /  Onlar çok fazla gürültü yapıyor.

 

Noisy: Gürültülü, sesli

The engine is very noisy at high speed.  /  Motor yüksek hızda çok gürültülü. a noisy classroom  /  gürültülü bir sınıf.

 

None: Hiçbiri, hiç

None of these pens works.  /  Bu kalemlerin hiçbiri çalışmıyor. We have three sons but none of them lives/live nearby.  /  Bizim ü. oğlumuz var fakat onların hiçbiri yakında yaşamıyor.

 

Non: Olmayan, gayri, -siz

non-fiction  /  kurgusal olmayan

 

No: Hayır, hiç, numara, değil, yasaktır

There’s no bread left.  /  Hiç ekmek kalmadı. No smoking!  / Sigara içmek yasaktır. She’s no fool  /  O aptal değil

 

Nonsense: Saçmalık, safsata, zırva

You’re talking nonsense!  /  Saçmalıyorsunuz. ‘I won’t go.’ ‘Nonsense! You must go!’  /  ‘Ben gitmeyeceğim.’ ‘Saçmalama!’ ‘Sen gitmelisin!’

 

No one: Hiç kimse, hiçbiri

No one was at home.  /  Hiç kimse evde değildi.

 

Normally: Normalde, normal olarak, genellikle

Just try to behave normally.  /  Sadece normal olarak davranmaya çalışın.

 

Normal: Normal, olağan, sıradan

I was a normal human two weeks ago.  /  Ben iki hafta önce sıradan bir insandım.

 

Nor: Ne, ne de, de değil

He wasn’t there on Monday nor on Tuesday… / O pazartesi orada değildi, Salı da değildi

 

Northern: Kuzey

the northern slopes of the mountains  /  dağların kuzey yamaçları

 

North: Kuzey

They live ten miles north of Boston.  /  Onlar Boston’un on mil kuzeyinde yaşıyor.

 

Nose: Burun

He pressed his nose up against the window.  /  O pencereye karşı burnunu bastırdı.

 

Note: Not, not etmek, dikkat etmek, işaret

Please note (that) the office will be closed on Monday.  /  Lütfen ofisin Pazartesi kapalı olacağını not edin.

 

Nothing: Hiçbir şey

There was nothing in her bag.  /  Onun çantasında hiçbir şey yoktu.

 

Noticeable: Fark edilebilir

Fark edilebilir bir iyileşme

 

Notice: Uyarı, dikkat, bildirmek, fark etmek

The first thing I noticed about the room was the smell.  /  Oda hakkında ilk fark ettiğim şey kokusuydu.

 

Not: Değil, yok, olumsuzluk takısı

I can’t see from here.  /  Ben buradan göremem. He must not go.  /  O gitmemeli.

 

Novel: Roman

the novels of Jane Austen  /  Jane Austen’ın romanları detective-historical-romantic novels  / dedektif-tarihsel-romantik romanlar

 

November: Kasım

November is the eleventh month of the year.  /  Kasım yılın on birinci ayıdır.

 

Nowhere: Hiçbir yerde, hiçbir yer

This animal is found in Australia, and nowhere else.  /  Bu hayvan Avustralya’da bulundu ve başka hiçbir yerde değil.

 

Now: Şimdi

I’m playing football now.  /  Ben şimdi futbol oynuyorum.

 

Nuclear: Nükleer

a nuclear power station  /  bir nükleer güç istasyonu

 

Number: Numara, sayı

even number / çift sayı They live at number 26.  /  Onlar 26 numarada yaşıyor.

 

Nurse: Hemşire

a psychiatric nurse  /  bir psikiyatri hemşiresi

 

Nut: Ceviz

a Brazil nut  /  Brezilya cevizi nut and raisin / ceviz ve kuru üzüm

 

Obey: İtaat etmek, uymak

He had always obeyed his parents without question.  /  O daima sorgusuzca ebeveynlerine itaat ederdi.

 

Objective: Objektif, nesnel, amaç

objective criteria  /  objektif kriterler

 

Object: Nesne, obje, itiraz etmek, karşı çıkmak

Many local people object to the building of the new airport.  /  Bölge halkının birçoğu yeni havaalanı binasının inşasına karşı.

 

Observation: Gözlem

results based on scientific observations  /  bilimsel gözlemlere dayanan sonuçlar

 

Observe: Gözlemlemek

Have you observed any change lately?  /  Son zamanlarda herhangi bir değişiklik gözlemlediniz mi?

 

Obtain: Elde etmek

I finally managed to obtain a copy of the report. / Sonunda raporun bir kopyasını almaya başardım.

 

Obviously: Açıkçası

Obviously, we don’t want to spend too much money.  /  Açıkçası, biz çok fazla para harcamak istemiyoruz.

 

Obvious: Açık, besbelli

It was obvious some changes were necessary.  /  Bazı değişikliklerin gerektiği açıktı.

 

Occasionally: Bazen, ara sıra

We occasionally meet for a drink after work.  /  Biz işten sonra bir şeyler içmek için bazen buluşuruz.

 

Occasion: Fırsat, durum, uygun zaman, neden olmak

Her death was the occasion of mass riots.  /  Onun ölümü kitlelerin ayaklanmasına neden oldu.

 

Occupied: İşgal, meşgul, dolu

Only half of the rooms are occupied at the moment. / Şu anda odaların sadece yarısı dolu.

 

Occupy: İşgal, tutmak, oturmak, almak, meşgul etmek

Administrative work occupies half of my time.  /  İdari iş zamanımın yarısını alır. The capital has been occupied by the rebel army.  /  Başkent isyancı ordusu tarafından işgal edilmiştir.

 

Occur: Oluşmak, meydana gelmek

When exactly did the incident occur?  /  Olay tam olarak ne zaman meydana geldi?

 

Ocean: Okyanus

the depths of the ocean  /  okyanusun derinlikleri People were swimming in the ocean despite the hurricane warning.  /  İnsanlar kasırga uyarısına rağmen okyanusta yüzüyordu.

 

O’clock: Saat, saate göre

He left between five and six o’clock.  /  O, saat beş ve altı arasında bıraktı. at eleven o’clock  /  saat on birde

 

October: Ekim

We will celebrate Jonathan’s ninth birthday, in October.  /  Ekim ayında Jonathan’ın dokuzuncu doğum gününü kutlayacağız.

 

Oddly: İşin garibi, tuhaf bir şekilde

She’s been behaving very oddly lately.  /  O son zamanlarda tuhaf bir şekilde davranıyor.

 

Odd: Garip, tuhaf

They’re very odd people.  /  Onlar çok garip insanlar.

 

Offence: Hücum,  saldırı, suç (Offense)

a serious offence   /  ciddi bir suç

 

Offend: Gücendirmek, incitmek

They’ll be offended if you don’t go to their wedding.  /  Eğer düğünlerine gitmezsen onlar gücenecekler.

 

Offensive: Saldırgan, hücum

The programme contains language which some viewers may find offensive.  /  Program bazı seyircilerin saldırgan bulabileceği bir dil içeriyor.

 

Offer: Teklif, sunmak

Thank you for your kind offer of help.  /  Nazik yardım teklifiniz için teşekkür ederiz.

 

Office: Ofis, büro

Are you going to the office today?  /  Bugün ofise gidiyor musun?

 

Officer: Subay, polis memuru, memur, komuta etmek, idare etmek

airforce officers / hava kuvvetleri subayları an environmental health officer  /  bir çevre sağlık memuru the investigating officer  /  soruşturma polisi

 

Officially: Resmen, resmi olarak

The college is not an officially recognized English language school.  /  Kolej resmen tanınan bir İngilizce dil okulu değildir.

 

Official: Resmi yetkili

a senior official in the State Department  /  Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzey bir yetkili

 

Off: Kapalı, devre dışı, uzak, -den

I fell off the ladder.  /  Ben merdivenden düştüm.

 

Of: Arasında, yüzünden, -ın, in

the role of the teacher  /  öğretmenin rolü the lid of the box  /  kutunun kapağı

 

Often: Sık sık

We often go there.  /  Biz sık sık oraya gideriz. We should meet for lunch more often.   /  Biz öğle yemeği için daha sık buluşmalıyız.

 

Oil: Yağ, petrol

engine oil  /  motor yağı

 

OK: Tamam, güvenli, iyi

Are you OK?  /  İyi misin?

 

Old-Fashioned: Eski moda, modern olmayan

old-fashioned clothes / Eski moda giysiler

 

Old: Eski, yaşlı, ihtiyar, yaş

of a particular age  /  belirli bir yaş The old man sitting on cushions.  /  Yaşlı adam minderlerin üzerinde oturuyor.

 

Once: Olur olmaz (as soon as), bir kez, bir zamanlar

We can start once he arrives.  /  O gelir gelmez başlayabiliriz. Once I make make up my mind, nothing can stop me.  /  Bir kez kararımı verdiğimde beni hiçbir şey durduramaz.

 

One another: Birbirine, biribirini, birbirlerinden

I think we’ve learned a lot about one another in this session.  /  Bu oturumda birbirimiz hakkında çok şey öğrendiğimizi düşünüyorum.

 

One: Bir, tek

Our car’s always breaking down. But we’re getting a new one soon.  /  Bizim arabamız hep bozuluyor. Fakat biz yakında yeni birini alacağız.

 

Onion: Soğan

Chop the onions finely.  /  İnce soğan doğrayın. French onion soup / Fransız soğan çorbası.

 

Only: Sadece, yalnız

Children are admitted only if accompanied by an adult.  /  Çocuklar sadece bir yetişkin eşliğinde kabul edilir.

 

On: Durmadan, sürekli olarak, üstünde

He worked on without a break. / O ara vermeden sürekli olarak çalıştı. Put your coat on table. / Ceketinizi masanın üstüne koyun.

 

Onto: Üzerine, -e

Move the books onto the second shelf. / Kitapları ikinci rafa taşıyın. She stepped down from the train onto the platform.  /  O trenden platformun üzerine adım attı.

 

Opening: Açılış, ilk, başlangıç, açma

The movie has an exciting opening.  /  Film heyecan verici bir başlangıca sahip. the opening of a flower  /  bir çiçeğin açması the opening of the Olympic Games  /  Olimpiyat Oyunlarının açılışı

 

Openly: Açıkça, alenen, uluorta

The men in prison would never cry openly. / Cezaevindeki erkekler asla uluorta ağlayamaz.

 

Open: Açık, serbest

Mr Chen opened the car door for his wife.  /  Bay Chen eşi için arabanın kapısını açtı.

 

Operate: Çalıştırmak, işletmek

Solar panels can only operate in sunlight.  /  Güneş panelleri sadece güneş ışığında çalışabilir.

 

Operation: Operasyon, işlem, ameliyat, işleyiş

Will I need to have an operation?  /  Ameliyat olmam gerekecek mi? a security operation / bir güvenlik operasyonu Operation of the device is extremely simple. / Cihazın işleyişi son derece basittir.

 

Opinion: Görüş, fikir, düşünce

Everyone had an opinion on the subject.  /  Konu üzerinde herkesin bir görüşü vardı.

 

Opponent: Rakip, muhalif, karşı

a political opponent / siyasi bir rakip The team’s opponents are unbeaten so far this season.  /  Takımın rakipleri bu sezon şimdiye kadar yenilmedi.

 

Opportunity: Şans, fırsat

You’ll have the opportunity to ask any questions at the end. / Sonunda birkaç soru sormak için fırsatın olacak. This is the perfect opportunity to make a new start.  /  Bu yeni bir başlangıç yapmak için mükemmel bir fırsat.

 

Opposed: Karşı, zıt

They are totally opposed to abortion.  /  Onlar kürtaja tamamen karşı.

 

Oppose: Karşı, itiraz etmek

I would oppose changing the law.  /  Ben yasa değişikliğine itiraz edecektim.

 

Opposing: Karşı, muhalif

a player from the opposing side  /  karşı taraftan bir oyuncu

 

Opposite: Karşı

Write your address opposite your name. / İsminizin karşısına adresinizi yazın.

 

Opposition: Muhalefet, karşıtlık

The army met with fierce opposition in every city.  /  Ordu her şehirde kuvvetli muhalefet ile karşılaştı.

 

Option: Seçenek, opsiyon

As I see it, we have two options…  /  Gördüğüm kadarıyla iki seçeneğimiz var.

 

Orange: Turuncu, portakal

yellow and orange flames  /  sarı ve turuncu bayraklar

 

Order: Sipariş, emir, düzen

The officer ordered them to fire.  /   Subay ateş etmelerini emretti. These boots can be ordered direct from the manufacturer.  /  Bu çizmeler üreticiden doğrudan sipariş edilebilir.

 

Ordinary: Sıradan, olağan

ordinary people like me  /  Benim gibi sıradan insanlar

 

Organization: Organizasyon, örgüt

He’s the president of a large international organization.  /  O büyük bir uluslararası örgütün başkanı.

 

Organized: Organize, düzenli

an organized system of childcare  /  Çocuk bakımı organize bir sistem

 

Organize: Düzenli, organize

I’ll invite people if you can organize food and drinks.  /  Yiyecek ve içecekeri düzenleyebilerseniz ben insanları davet edeceğim.

 

Organ: Organ, uzuv

the internal organs  /  iç organlar

 

Originally: Aslında, başlangıçta

The school was originally very small.  /  Okul başlangıçta çok küçüktü.

 

Original: Orjinal, asıl

This painting is a copy; the original is in Madrid.  /  Bu tablo bir kopya; aslı Madrid’de.

 

Origin: Orjin, köken

children of various ethnic origins  /  çeşitli etnik kökenlerden çocuklar

 

Or: Veya, ya da

It can be black, white or grey.  /  O siyah, beyaz veya gri olabilir.

 

Other: Diğer, başka

Are there any other questions?  /  Başka sorunuz var mı? This option is preferable to any other.  /  Bu seçenek bir diğerine tercih edilebilir.

 

Otherwise: Aksi halde, başka, yoksa, bunun dışında

My parents lent me the money. Otherwise, I couldn’t have afforded the trip.  /  Ailem bana para verdi. Aksi halde benim geziye maddi gücüm yetmezdi. 

 

Ought to: -meli, -malı, gerek

Nurses ought to earn more.  /  Hemşireler daha fazla kazanmalı.

 

Our: Bizim

We showed them some of our photos.  /  Fotoğraflarımızın bazılarını onlara gösterdik.

 

Ourselves: Kendimiz

We set ourselves such lofty goals.  /  Kendimize böyle yüce hedefler belirliyoruz.

 

Ours: Bizimki

Their house is very similar to ours, but ours is bigger.  /  Onların evi bizimkine çok benzer, fakat bizimki daha büyük.

 

Outdoor: Açık, açık hava, dışarı

an outdoor swimming pool  /  açık bir yüzme havuzu

 

Outer:  Dış, harici

the outer layers of the skin.   /   derinin dış tabakaları

 

Outline: Anahat, taslak, özet

This is a brief outline of the events.  /  Bu olayların kısa bir özetidir. You should draw up a plan or outline for the essay.  /  Deneme için bir plan ya da taslak çizmelisiniz.

 

Out: Üzerinden, dış, dışarı, çıkış

Mr Green is out of city this week.  /  Bay Green bu hafta şehir dışında. Don’t lean out of the window.  /  Camdan dışarı sarkmak yok.

 

Output: Çıktı, üretim

an output device /  bir üretim aracı

 

Outside: Dış, dışarı, dışarıda, dışında

Go outside and walk   / Dışarı çık ve yürü

 

Outstanding: Olağanüstü, seçkin

an outstanding player  /  olağanüstü bir oyuncu

 

Oven: Ocak, fırın

an electric oven  /  elektrikli bir fırın

 

Overall: Genel, tüm, toplam

Overall, this is a very useful book.  /  Genel olarak bu faydalı bir kitap

 

Overcome: Üstesinden gelmek, atlatmak

He finally managed to overcome his fear of flying.  /  O, sonunda uçuş korkusunun üstesinden gelmeyi başardı.

 

Over: Üzeri, fazla

She put a blanket over the sleeping child.  /  O, uyuyan çocuğun üzerine battaniye koydu.

 

Owe: Borçlu

She still owes her father £3000.  /  O, halâ babasına 3000 sterlin borçlu.

 

Owner: Sahip

a factory owner / bir fabrika sahibi

 

Own: Kendi, öz, sahip olmak

Do you own your house or do you rent it?  /  Eviniz kendinizin mi yoksa kira mı?

 

Pace: Hız, adım, adımlamak

The runners have noticeably quickened their pace.  /  Koşucular fark edilebilir şekilde adımlarını hızlandırdı. She took two paces forward.  /  O, ileri iki adım attı.

 

Package: Paket

The orders were already packaged up, ready to be sent.  /  Siparişler gönderilmeye hazır bir şekilde paketlenirdi zaten. packaged food  /  paketlenmiş yiyecek

 

Packaging: Ambalaj

Attractive packaging can help to sell products.  /  Çekici ambalajlar ürünleri satmaya yardımcı olabilir.

 

Packet: Paket

a packet of biscuits / bir paket bisküvi

 

Page: Sayfa

Turn to page 64  /  Sayfa 64’e dönün.

 

Painful: Acı

a painful death / acı bir ölüm

 

Pain: Ağrı, sancı

He felt a sharp pain in his knee. / O dizinde keskin bir ağrı hissetti.

 

Painter: Ressam, boyacı

He works as a painter and decorator. / O, bir boyacı ve dekoratör olarak çalışır. a famous painter / ünlü bir ressam

 

Painting: Boyama, resim, tablo

cave paintings / mağara resimleri Her hobbies include music and painting.  / Onun hobilerine müzik ve resim dahildir.

 

Paint: Boya, boyamak, resmetmek

a brightly painted car / parlak boyalı araba

 

Pair: Çift

a pair of gloves  / bir çift eldiven

 

Palace: Saray

the royal/presidential palace  /  kraliyet/cumhurbaşkanlığı sarayı

 

Pale: Solgun

a pale complexion  /  solgun bir cilt You look pale. Are you OK?  /  Solgun görünüyorsun. İyi misin?

 

Panel: Panel, pano, levha

One of the glass panels in the front door was cracked.  /  Ön kapıdaki cam panellerden biri kırıktı.

 

Pan: Tava

a large stainless steel pan  /  büyük bir paslanmaz çelik tava

 

Pants: Pantolon

a new pair of pants  /  bir çift yeni pantolon

 

Paper: Kağıt

a package wrapped in brown paper  /  kahverengi kağıda sarılmış bir paket

 

Parallel: Paralel, benzer

parallel lines / paralel çizgiler a parallel case  /  benzer bir durum

 

Parent: Ebeveyn, aile

He’s still living with his parents.  /  O hala ebeveynleriyle yaşıyor. 

 

Park: Park, otopark, park etmek

You can’t park here.  /  Buraya park edemezsiniz.

 

Parliament: Parlamento, meclis

a Member of Parliament  /  Parlamento üyeleri

 

Particularly: Özellikle, bilhassa

Traffic is bad, particularly in the city centre. / Trafik kötü, özellikle şehir merkezinde.

 

Particular: Özellikle, özel, belirli

Is there a particular type of book his enjoys?    /  Onun özellikle hoşlandığı bir kitap türü var mı? We must pay particular attention to this point. / Özellikle bu noktaya dikkat etmemiz gerekmektedir.

 

Partly: Kısmen

He was partly responsible for the accident.  /  O kazadan kısmen sorumlu.

 

Partner: Partner, eş, ortak

a dancing partner / bir dans partneri a partner in a law firm  /  bir hukuk bürosunun ortağı a trading partner  /  bir ticaret ortağı

 

Partnership: Ortaklık, hissedarlık, işbirliği

He developed his own program in partnership with an American expert.  /  O, Amerikalı bir uzman ile işbirliği içerisinde kendi programını geliştirdi.

 

Part: Bölüm, parça

We spent part of the time in the museum.  /  Vaktimizin bir bölümünü müzede geçirdik.

 

Party: Parti, grup, eğlence

the Democratic and Republican Parties in the United States of Amerika /  Amerika Birleşik Devletletinde Demokratik ve Cumhurtiyetçi Partiler a birthday party / bir doğum günü partisi, eğlencesi

 

Passage: Geçit, pasaj

a secret underground passage  /  gizli bir yeraltı geçidi

 

Passenger: Yolcu

a passenger train  / bir yolcu treni

 

Passing: Geçen, geçiş

a passing phase  /  bir geçiş aşaması I love him more with each passing day.  /  Onu her geçen gün daha çok seviyorum.

 

Pass: Geçmek

Several people were passing but nobody offered to help.  /  Birkaç kişi geçiyordu ama hiç kimse yardım teklif etmedi. The road was so narrow that cars were unable to pass.  /  Yol, arabaların geçemediği kadar  çok dardı.

 

Passport: Pasaport

a valid passport  /  geçerli bir pasaport I went through passport control.  /  Pasaport kontrolünden geçtim.

 

Past: Geçmiş

A week went past and nothing had changed.  /  Bir hafta geçip gitti ve hiçbir şey değişmedi.

 

Path: Yol, patika

a concrete path  /  beton bir yol the garden path  /  bahçe yolu

 

Patience: Sabır

My patience is wearing thin.  /  Benim sabrım tükeniyor.

 

Patient: Hasta, sabırlı

You’ll just have to be patient and wait till I’m finished.  /  Sen sadece ben bitirene kadar beklemek ve sabırlı olmak zorundasın.

 

Pattern: Desen, model, kalıp, örnek

a shirt with a floral pattern  /  çiçek desenli bir gömlek

 

Pause: Duraklama, ara, mola

After a brief pause, they continued climbing.  /  Kısa bir aradan sonra tırmanmaya devam ettiler.

 

Payment: Ödeme, ücret

What method of payment do you prefer?  /  Hangi ödeme yöntemini tercih edersiniz?

 

Pay: Ödeme, ücret

a pay increase / ücret artışı

 

Peaceful: Huzurlu, sakin, barışçıl

a peaceful protest / barışçıl bir protesto

 

Peace: Barış

war and peace / savaş ve barış The two communities live together in peace.  /  İki tpluluk barış içinde beraber yaşıyor. 

 

Peak: Zirve

Traffic reaches its peak between 8 and 9 in the morning.  /  Trafik sabah 8 ve 9 arasında zirveye ulaşır. She’s at the peak of her career.  /  O kariyerinin zirvesinde.

 

Pencil: Kurşun kalem, kalem

I’ll get a pencil and paper. / Ben bir kurşun kalem ve kağıt alacağım. coloured pencils / renkli kalemler

 

Penny: Peni (100 peni 1 pound), kuruş

He had a few pennies in his pocket. / Cebinde birkaç peni vardı.

 

Pen: Kalem

a new book from the pen of Martin Amis  /  Martin Amis’in kaleminden yeni bir kitap

 

Pension: Emeklilik, emekli maaşı

a pension fund / bir emeklilik fonu

 

People: İnsanlar

At least ten people were killed in the crash.  /  Kazada en az on kişi öldü. There were a lot of people at the party.  /  Partide bir sürü insan vardı. He doesn’t care what people think of him. / O, insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü umursamıyor. 

 

Pepper: Biber

fresh green peppers / taze yeşil biber

 

Per cent: Yüzde

a 15 per cent rise in price  /  fiyatta yüzde 15 artış House prices rose five per cent last year.  /  konut fiyatları geçen yıl yüzden beş arttı

 

Perfectly: Mükemmel, tamamen, kusursuzca

The TV works perfectly now.  /  TV şimdi mükemmel çalışıyor.

 

Perfect: Mükemmel, kusursuz

She speaks perfect English.  /  O kusursuz İngilizce konuşuyor.

 

Performance: Performans, verim, gösteri

The performance starts at seven. / Gösteri yedide başlıyor. an Oscar-winning performance from Kate Winslet  /  Kate Winslet’tan Oscar ödüllü bir performans.

 

Performer: Oyuncu, sanatçı

a seasoned performer / tecrübeli bir oyuncu

 

Perform: Gerçekleştirmek, yapmak, uygulamak

This operation has never been performed in this country. / Bu organizasyon bu ülkede hiç yapılmamıştır.  A computer can perform many tasks at once. / Bir bilgisayar aynı anda birçok görevi gerçekleştirebilir.

 

Perhaps: Belki

This is perhaps his best novel to date. / Bu, belki de onun bu zamana kadarki en iyi romanı.

 

Period: Dönem, süre

This offer is available for a limited period only.  /  Bu teklif sadece sınırlı bir dönem için kullanılabilir.

 

Permanent: Kalıcı, sürekli

a permanent job  /  kalıcı bir iş

 

Permission: İzin

You must ask permission for all major expenditure. / Siz, bütün büyük harcamalar için izin istemelisiniz.

 

 Permit: İzin, müsaade

There are fines for exceeding permitted levels of noise pollution.  /  İzin verilen gürültü kirliliği seviyesini aşmanın cezaları vardır.

 

Per: Başına, göre

60 miles per hour  /  Saat başına 50 mil

 

Personality: Karakter, kişilik

His wife has a strong personality. / Onun karısı güçlü bir kişiliğe sahiptir.

 

Personal: Kişisel

Of course, this is just a personal opinion.  /  Tabi ki bu sadece kişisel bir görüş.

 

Person: Kişi, şahıs, insan

He’s a fascinating person. /  O büyüleyici bir insan.

 

Persuade: İkna, inandırmak

Try to persuade him to come.  /  Gelmesi için onu ikna etmeye çalışın.

 

Pet: Evcil

Evcil bir köpek

 

Petrol: Benzin

the petrol tank of a car / bir arabanın benzin deposu

 

 Phase: Aşama, evre

the design phase  /  tasarım aşaması

 

Philosophy: Felsefe, dünya görüşü

the philosophy of science / bilim felsefesi a professor of philosophy  /  felsefe profesörü

 

Phone: Telefon, telefon etmek

Could you phone back later? / Daha sonra telefon eder misiniz?

 

Photocopy: Fotokopi

Send the photocopy of certificate /  Sertifikanın fotokopisini gönder.

 

Photographer: Fotoğrafçı

a portrait photographer  /  bir portre fotoğrafçısı

 

Photograph: Fotoğraf, fotoğrafını çekmek

He has photographed some of the world’s most beautiful women.  /  O, dünyanın en güzel kadınlarından bazılarının fotoğrafını çekti.

 

Photogaphy: Fotoğrafçılık

Her hobbies include hiking and photography.  /  Yürüyüş ve fotoğrafçılık onun hobilerindendir.

 

Photo: Fotoğraf

a landscape photo  /  bir manzara fotoğrafı

 

Phrase: ifade, tabir, sözcük grubu

a memorable phrase  /  unutulmaz bir ifade

 

Physically: Fiziksel, fiziksel olarak

mentally and physically handicapped  /  zihinsel ve fiziksel engelli I felt physically sick before the exam.  /  Ben sınavdan önce fiziksel olarak rahatsız hissettim.

 

Physical: Fiziksel

physical fitness / fiziksel sağlık He tends to avoid all physical contact. / O, bütün fiziksel temaslardan kaçınmaya eğilimlidir.

 

Physics: Fizik

a degree in physics  /  fizik derecesi

 

Piano: Piyano

a piano teacher / bir piyano öğretmeni

 

Pick: Seçmek, almak, toplamak

Pick a number from one to twenty.  /  Birden yirmiye kadar bir numara seçin.

 

Picture: Resim, görüntü, resmetmek

A picture of flowers hung on the wall. / Duvarda asılı çiçeklerin bir resmi.

 

Piece: Parça

She wrote something on a small piece of paper. / O, kağıdın küçük bir parçasına bir şeyler yazdı.

 

Pig: Domuz

a pig farm / bir domuz çiftliği

 

Pile: Kazık, yığmak

The clothes were piled high on the chair.  /  Giysiler sandalyenin üzerine yığılıydı.

 

Pill: Hap, ilaç

a vitamin pill / vitamin hapı Take three pills daily after meals. / Yemeklerden sonra günde üç hap al.

 

Pilot: Pilot, kılavuz

The accident was caused by pilot error. / Pilot hatası kazaya neden oldu.

 

Pink: Pembe

The bedroom was decorated in pale pinks. / Yatak odası soğuk pembe halinde dekore edildi.

 

Pin: Tutturmak, sıkıştırmak

She pinned the badge onto her jacket. / O ceketinin üzerine rozart tutturmuştu. They pinned him against a wall and stole his wallet. / Onu duvara sıkıştırdılar ve cüzdanını çaldılar.

 

Pipe: Boru

hot and cold water pipes / sıcak ve soğuk su boruları

 

Pitch: Saha

After the game fans invaded the pitch. / Taraftarlar maçtan sonra sahayı işgal etti.

 

 Pity: Acımak, merhamet etmek, yazık

I don’t want your pity.  / Acımanı istemiyorum.

 

Place: Yer, mekan, yerleştirmek, koymak

He placed his hand on her shoulder. / O, ellerini onun omuzlarına koydu. A bomb had been placed under the seat.  /  Koltuğun altına bir bomba yerleştirilmişti.

 

Plain: Düz, sade, ova, yalın

a plain but elegant dress / sade ama şık bir elbise

 

Plane: Uçak, düzlem

They boarded the plane and flew to Chicago. / Onlar uçağa bindi ve Chicago’ya uçtu. the horizontal/vertical plane / yatay/dikey düzlem

 

Planet: Gezegen

the planets of our solar system / güneş sistemimizin gezegenleri

 

Planning: Planlama, tasarım

financial planning / finansal planlama

 

Plan: Plan, planlamak

Everything went exactly as planned. / her şey planlandığı gibi gitti. to plan an essay / bir kompozisyon planı

 

Plant: Bitki, dikmek

Plant these shrubs in full sun.  /  Bu çalıları tam güneşte dikin.

 

Plastik: Plastik

a plastic bag/cup/toy   /   bir plastik çanta/kupa/oyuncak

 

Plate: Tabak, plaka, levha

sandwiches on a plate  /  tabaktaki sandviçler

 

Platform: Platform

She used the newspaper column as a platform for her feminist views.  /  O feminist görüşleri için gazete sütununu bir platform olarak kullandı.

 

Player: Oyuncu

We’ve lost two key players through injury.  /  Sakatlık yüzünden iki kilit oyuncuyu kaybettik.

 

Play: Oyun, oynamak

the importance of learning through play  /  oyun yoluyla öğrenmenin önemi

 

Pleasant: Hoş, eğlenceli, güzel

What a pleasant surprise! / Ne hoş bir sürpriz!

 

Pleased: Memnun, hoşnut

She was very pleased with her exam results. / O, sınav sonuçlarından çok hoşnuttu.

 

Please: Lütfen, memnun etmek

You can’t please everybody. / Herkesi memnun edemezsiniz.

 

 Pleasure: Keyif, zevk, haz

Caring for a sick relative is a task that brings both pleasure and pain.  /  Hasta yakını için bakım hem keyif hem de acı veren bir görevdir.

 

Plenty: Bol, çok

There’s plenty more paper if you need it. / Eğer ihtiyacınız varsa daha çok kağıt var.

 

Plot: Komplo, kumpas kurmak

They were accused of plotting against the state. / Onlar devlete karşı kumpas kurmakla suçlandı.

 

Plug: Fiş, priz, tıkaç, tıkamak

Plus: Artı, pozitif

Two plus five is seven.  /  İki artı beş yedidir. The cost is £22, plus £1 for postage.  /  Fiyat 22 pound, artı pul için bir pounddur.

 

p.m. : öğleden sonra

The appointment is at 3 p.m.  /  Randevu öğleden sonra 3’te.

 

Pocket: Cep, cebe koymak

a coat pocket / ceket cebi I put the note in my pocket. / Cebime bir not koydum.

 

Poem: Şiir

I haven’t written a poem in six months. / Altı ay içinde bir şiir yazmadım.

 

 

Poetry: Şiir

epic/lyric/pastoral poetry /  epik/lirik/pastoral şiir

 

Pointed: Sivri

pointed teeth / sivri dişler

 

Point: Nokta, puan, işaret etmek, göstermek

She pointed in my direction. / O benim yönümü işaret etti.

 

Poisonous: Zehirli

This gas is highly poisonous.  /  Bu gaz son derece zehirlidir.

 

Poison: Zehir, zehirlemek

Exhaust fumes are poisoning our cities.  /  Egzoz dumanı şehirlerimizi zehirliyor.

 

 Pole: Kutup, direk

Their opinions were at opposite poles of the debate.  /  Onların düşünceleri tartışmanın zıt kutuplarındaydı. a tent pole / bir çadır direği

 

Police: Polis

A man was arrested by the police and held for questioning.  /  Bir adam sorgulanmak için alındı ve polis tarafından tutuklandı.

 

Policy: Politika

We have tried to pursue a policy of neutrality.  /  Biz tarafsızlık politikasını sürdürmeye çalıştık.

 

Polish: Parlatmak, cilalamak

He polished his glasses with a handkerchief.  /  O, bir mendille gözlüklerini parlattı.

 

Polite: Kibar, nazik

Please be polite to our guests. / Lütfen ziyaretçilerimize nazik olun. I don’t know how to make polite conversation.  /  Ben kibar konuşmanın nasıl yapılacağını bilmiyorum.

 

Politically: Siyasi açıdan

a politically sensitive issue / siyasi açıdan hassas bir konu

 

Politic: Siyasi

She became very political at university.  /  O, üniversitede çok siyasileşti.

 

Politician: Siyasetçi, politikacı

George Washinton was a good politician.  /  George Washinton iyi bir politikacıydı.

 

Politics: Siyaset

a major figure in British politics  /  İngiliz siyasetinde önemli bir figür

 

Pollution: Kirlilik

air/water pollution  /  hava/su kirliliği

 

Pool: Havuz

Does the hotel have a pool?  /  Otelin havuzu var mı?

 

Poor: Kötü, yoksul, fakir

They were too poor to buy shoes for the kids.  /  Onlar, çocuklarına ayakkabı almak için çok yoksullardı. We aim to help the poorest families. / Biz fakir ailelere yardımcı olmayı amaçlıyoruz.

 

Popular: Popüler, sevilen

This is one of our most popular designs. / Bu bizim en sevilen tasarımlarımızdan biri.

 

Population: Nüfus

One third of the world’s population consumes/consume two thirds of the world’s resources. / Dünya nüfusunun üçte biri dünya kaynaklarının üçte ikisini tüketir.

 

Port: Liman

Rotterdam is a major port city.  /  Rotterdam önemli bir liman şehridir.

 

Pose: Poz, poz vermek

He prefered a relaxed pose for the camera.  /  O, kamera için rahat bir poz vermeyi tercih etti.

 

Position: Pozisyon, konum, mevki

Where would be the best position for the lights?  /  Işıklar için en iyi konum neresi olurdu.

 

Positive: Pozitif, olumlu

She tried to be more positive about her new job.  /  O, yeni işi hakkında daha pozitif olmaya çalıştı.

 

Possession: Sahip olma, mülk, elinde bulundurmak

The manuscript is just one of the treasures in their possession.  /  El yazması onların sahip olduğu hazinelerden sadece biridir. The gang was caught in possession of stolen goods.  /  Çete çalıntı mal bulundurmaktan yakalandı.

 

Possess: Sahip olmak, tutmak, elinde bulundurmak

He was charged with possessing a shotgun without a licence. / O, lisansı olmayan bir tüfeği elinde bulundurmakla suçlandı.

 

Possibility: Olasılık, ihtimaldir

Bankruptcy is a real possibility if sales don’t improve.  /  Satışlar arttırılmazsa iflas sahici bir ihtimaldir.

 

Possible: Mümkün, olası

Expansion was made possible by the politics of USA government money. / Genişleme ABD hükümetinin para politikası ile mümkün olmuştur.

 

Possibly: Muhtemelen, belki, olabilir

—  Will you be in İstanbul next week? / /  Gelecek hafta İstanbul’da olacak mısın? — Possibly  / Olabilir

 

Post office: Postane

Where’s the main post office?  /  Ana postane nerede?

 

Post: Posta, postalamak, mesaj

Could you post this letter for me?  /  Benim için b mektubu gönderir misiniz?

 

Potato: Patates

Will you peel the potatoes for me?  /  Benim için patatesleri soyacak mısın?

 

Potential: Potansiyel, açığa çıkmamış

The European marketplace offers excellent potential for increasing sales.  /  Avrupa pazarı satışları arttırmak için mükemmel bir potansiyel sunmaktadır.

 

Pot: Tencere

pots and pans  / tencere ve tavalar

 

Pound: Pound, sterlin

I’ve spent £25 on food today. / Bugün yemekte 25 pound harcadım.

 

Pour: Dökmek, boşaltmak, akış

Pour the sauce over the pasta.  /  Makarnanın üzerine sos dökün. 

 

Powder: Toz, pudra, pudralamak

The snow was like powder.  /  Kar toz gibiydi.

 

Powerful: Güçlü, kuvvetli

one of the most powerful directors in Hollywood. / Hollywoodun en güçlü yönetmenlerinden biri

 

Power: Güç, enerji

He has the power to make things very unpleasant for us.  /  O, bizim için çok tatsız şeyler yapabilecek güce sahip.

 

Practically: Pratik olarak, hemen hemen, neredeyse

The theatre was practically empty.  /  Tiyatro neredeyse boştu.

 

Practical: Pratik, uygulamalı

practical solutions  /  pratik çözümler

 

Practice (Practise): Uygulama, pratik, alıştırma

The team is practicing for their big game on Friday. / Takım, Cuma günkü büyük oyunları için alıştırma yapıyor.  You need to practise every day.  /  Sizin her gün pratiğe ihtiyacınız var.

 

 Praise: Övgü, övmek, şükür

He praised his team for their performance.  /  O, performansları için takımını övdü.

 

Prayer: Dua, ibadet

prayers for the sick  /  hasta için dualar

 

Pray: Dua etmek, ibadet etmek

I’ll pray for you.  /  Senin için dua edeceğim.

 

Precisely: Kesinlikle, tam olarak, tam da, çok doğru

That’s precisely what I meant. / Kastettiğim şey tam da budur.

 

Precise: Kesin, tam

Can you give a more precise definition of the word?  /  Sözcüğün daha kesin bir tanımını verebilir misiniz?

 

Predict: Tahmin

It is impossible to predict what will happen.  /  Ne olacağını tahmin etmek imkansızdır.

 

Preference: Tercih, öncelik

I can’t say that I have any particular preference.  /  Ben herhangi bir belirli tercihim olduğunu söyleyemem.

 

Prefer: Tercih, yeğlemek

I prefer jazz to rock music.  /  Ben cazı rock müziğe tercih ederim. ‘Coffee or tea?’ ‘I’d prefer tea, thanks.’  /  ‘Kahve ya da çay?’ ‘Çay tercih ederim, teşekkürler.’

 

Pregnant: Hamile, gebe

My wife is pregnant.  /  Karım hamile. She’s six months pregnant.  /  O, altı aylık hamile.

 

Premises: Arazi, tesis

The company is looking for larger premises.  /  Şirket daha büyük bir tesis arıyor.

 

Preparation: Hazırlık

Careful preparation for the exam is essential.  /  İtinalı hazırlık sınav için gereklidir.

 

Prepared: Hazırlanan, hazırlanmış, hazır

We are not prepared to accept these conditions.  /  Biz bu koşulları kabul etmeye hazır değiliz.

 

Prepare: Hazırlamak, hazırlık yapmak

I was preparing to leave.  /  Ben ayrılmak için hazırlanıyordum.

 

Presence: Varlık, hazır bulunma

Her presence during the crisis had a calming effect.  /  Kriz sırasında onun varlığının sakinleştirici bir etkisi vardı.

 

Presentation: Sunum, tanıtım

The Mayor will make the effective presentation.  /  Belediye başkanı etkileyici bir sunum yapacaktır.

 

Present: Şimdiki, mevcut, hediye, sunmak, takdim etmek

The sword was presented by the family to the museum.  /  Kılıç aile tarafından müzeye takdim edildi.

 

Preserve: Korumak, muhafaza etmek, konserve

He was anxious to preserve his reputation.  /  O, itibarını korumak için endişeliydi. Efforts to preserve the peace have failed.  /  Barışı korumak için çabalar başarısız olmuştur.

 

President: Başkan

Several presidents attended the funeral.  /  Birkaç başkan cenaze törenine katıldı.

 

Press: Basın, basmak, sıkıştırmak

He pressed a handkerchief to his nose.  /  Burnuna bir mendil sıkıştırdı.

 

Pressure: Basınç

The nurse applied pressure to his arm to stop the bleeding.  /  Hemşire, kanamayı durdurmak için onun koluna basınç uyguladı.

 

Presumably: Tahminen, muhtemelen

I couldn’t concentrate, presumably because I was so tired.  /  Muhtemelen çok yorgun olduğumdan Konsantre olamadım.

 

Pretend: Taklit, numara yapmak, gibi yapmak

I pretended to be asleep.  /  Ben uyur gibi yaptım.

 

Pretty: Güzel, hoş

You look so pretty in that dress!  /  Bu elbisenin içinde çok hoş görünüyorsun.

 

Prevent: Önlemek

The accident could have been prevented.  /  Kaza önlenebilirdi.

 

Previous: Önceki

She is his daughter from a previous marriage.  /  O, onun bir önceki evliliğinden kızı.

 

Price: Fiyat

Can you give me a price for the work?  /  İş için bana bir fiyat verebilir misiniz?

 

Pride: Gurur, kibir

Success in sport is a source of national pride.  /  Spordaki başarı ulusal gurur kaynağıdır.

 

Priest: Rahip

the ordination of women priests  /  kadın rahiplerin koordinasyonu

 

Primarily: Öncelikle, başlıca

The person primarily responsible is the project manager.  /  Başlıca sorumlu kişi proje yöneticisi

 

Primary: Birincil, temel

Our primary concern must be the children.  /  Bizim temel kaygımız çocuklar olmalıdır.

 

Prime Minister: Başbakan

Prime Minister will make an important speech.  /  Başbakan önemli bir konuşma yapacak.

 

Prince: Prens

the Prince of Wales  /  Galler Prensi

 

Princess: Prenses

the Princess of Wales / Galler Prensesi

 

Principle: İlke, prensip

There are three fundamental principles of teamwork.  /  Ekip çalışmasının üç temel ilke vardır.

 

Printer: Yazıcı

a laser printer  /  bir lazer yazıcı

 

Priority: Öncelik

Our first priority is to improve standards. / Bizim birinci önceliğimiz standartlarımızı yükseltmektir.

 

Prior: Önceki, eski, kıdemli

 

 

Prisoner: Mahkum, tutuklu

They are demanding the release of all political prisoners.  /  Onlar bütün siyasi tutukluların serbest bırakılmasını talep ediyor.

 

Prison: Cezaevi, hapishane

She is in prison, awaiting trial.  /  O hapishanede, duruşmayı bekliyor.

 

Private: Özel

a private guest  /  özel bir konuk

 

Prize: Ödül

I won £500 in prize money.  /  500 pound para ödülü kazandım.

 

Procedure:  Prosedür, yöntem

maintenance procedures  /  bakım prosedürleri

 

Proceed: Devam etmek, ilerlemek

Work is proceeding slowly.  /  Çalışma yavaş ilerliyor. We’re not sure whether we still want to proceed to the sale.  /  Biz hala satışa devam etmek isteyip istemediğimizden emin değiliz.

 

Process: Süreç

We’re in the process of selling our house.  /  Evimizin satış sürecindeyiz.

 

Produce: Üretmek

a factory that produces pencil  /  kalem üreten bir fabrika

 

Producer: Üretici

Libya is a major oil producer.  /  Libya önemli bir petrol üreticisidir.

 

Production: Üretim

The new model will be in production by the end of the year.  /  Yeni model yıl sonuna kadar üretimde olacak.

 

Product: Ürün

We need new product to sell. /  Satmak için yeni ürüne ihtiyacımız var.

 

Professional: Profesyonel, uzman

the terms that doctors and other health professionals use  /  doktorların ve diğer sağlık uzmanlarının kullandığı terimler

 

Profession: İş, meslek

She was at the very top of her profession.  /  O, mesleğinin çok üstündeydi.

 

Professor: Profesör

a chemistry professor  /  bir kimya profesörü

 

Profit: Kâr, fayda

The sale generated record profits.  /  Satış rekor kâr meydana getirdi. 

 

Programme (Program) : Program

The final section of road is programmed for completion next month.  /  Yolun son bölümünün önümüzdeki ay tamamlanması planlandı.

 

Progress: İlerleme, gelişme

The course allows students to progress at their own speed.  /  Ders öğrencilerin kendi hızında ilerlemesini sağlar.

 

Project: Proje, tasarı, planlamak

The next edition of the book is projected for publication in March. / Kitabın bir sonraki baskısının Mart ayında yayınlanması planlanıyor.

 

Promise: Söz vermek

She kept her promise to visit her aunt regularly.  /  O, düzenli olarak teyzesini ziyaret etmek için verdiği sözü tuttu.

 

Promote: Teşvik etmek, desteklemek

a campaign to promote awareness of environmental issues  /  çevresel konularda bilinci teşvik etmek için bir kampanya

 

Promotion: Promosyon, tanıtım, özendirme

The new job is a promotion for him.  /  Yeni işi onun için bir promosyondu.

 

Promptly: Zamanında, gecikmeden, hemen

They arrived promptly at two o’clock.  /  Onlar saat ikide gecikmeden geldi.

 

Prompt: Teşvik etmek, istekte bulunmak, hemen, çabuk

The discovery of the bomb prompted an increase in security.  /  Bombanın keşfi güvenlikte bir artışı teşvik etti.

 

Pronounce: Telaffuz etmek, okunuş, söyleniş

Very few people can pronounce my name correctly.  / Benim ismimi çok az insan doğru bir şekilde telaffuz edebilir.

 

Pronunciation: Telaffuz, söyleniş

There is more than one pronunciation of ‘garage’.  /  ‘Garage’ın birden daha fazla telaffuzu var.

 

Proof: Kanıt, delili

Keep the receipt as proof of purchase.  / Satın almanın delili olarak makbuz tutun

 

Properly: Düzgün, uygun bir şekilde

When will these kids learn to behave properly?  /  Bu çocuklar düzgün bir şekidle davranmayı ne zaman öğrenecekler?

 

Proper: Uygun, doğru

Please follow the proper procedures for dealing with complaints.  /  Lütfen şikayetlerin ele alınması için uygun prosedürleri takip ediniz.

 

Property: Mülkiyet, mal

This building is government property. / Bu bina devlet malı.

 

Proportion: Oran

Water covers a large proportion of the earth’s surface.  /  Su yeryüzünün büyük bir oranını kapsar. The proportion of regular smokers increases with age.  /  Düzenli sigara içenlerin oranı yaşla birlikte artar.

 

Proposal: Teklif, öneri

His proposal that the system should be changed was rejected.  /  Onun sistem değişmeli önerisi reddedildi.

 

Propose: Önermek, teklif etmek

What would you propose? / Ne önerirsiniz? The government proposed changes to the voting system.  /  Hükümet oylama sisteminde değişiklikler önerdi.

 

Prospect: İhtimal, beklenti

There is no immediate prospect of peace.  /  Şu an barış ihtimali yok.

 

Protection: Koruma

data protection laws  /  veri koruma yasaları

 

Protect: Korumak, savunmak

Our aim is to protect the jobs of our members.  /  Amacımız üyelerimizin işlerini korumaktır.

 

Protest: Protesto, itiraz

Students took to the streets to protest against the decision.   /  Öğrenciler karara karşı protesto için sokaklara döküldü.

 

Proudly: Gururla

She proudly displayed her prize.  /  O, gururla ödülünü gösterdi.

 

Proud: Gurur

I feel very proud to be a part of the team.  /  Ben takımın bir parçası olmaktan çok gurur duyuyorum.

 

Prove: Kanıtlamak, ispatlamak

They hope this new evidence will prove her innocence.  /  Onlar, bu yeni delillerin onun masumluğunu kanıtlayacağını umuyor.

 

Provide: Sağlamak, karşılamak

We are here for provide a service to the public.  /  Biz halka bir hizmet sağlamak için buradayız.

 

Providing: Şartıyla, koşulu ile

 

 

Publication: Yayın

the publication date  /  yayın tarihi

 

Publicity: Tanıtım, propaganda

publicity material  /  propaganda malzemesi

 

Public: Kamu, genel, halk, halka açık

The palace is now open to the public.  /  Saray şimdi halka açıktır.

 

Publishing: Yayıncılık

a publishing house / bir yayınevi

 

Publish: Yayımlamak, basmak, çıkarmak

The first edition was published in 2007.  /  İlk baskı 2007’de yayımlandı

 

Pub: Meyhane, bar, birahane

We went to pub last night.  /  Biz dün gece meyhaneye gittik.

 

Pull: Çek, çekiniz

please pull door  /  lütfen kapıyı çekiniz

 

Punch: Yumruk

Landed a punch on Lorrimer’s nose.  /  Lorrimer’in burnuna bir yumruk indi.

 

Punishment: Cezalandırma, ceza

What is the punishment for murder?  /  Cinayet için ceza nedir? The punishment should fit the crime.  /  Cezalandırma suça uygun olmalıdır.

 

Punish: Cezalandırmak, ceza vermek

He was punished for refusing to answer their questions.  /  O, onların sorularını cevaplamayı reddettiği için cezalandırıldı.

 

Pupil: Öğrenci, gözbebeği

She now teaches only private pupils.  /  O, şimdi sadece özel öğrencileri eğitiyor. Her pupils were dilated.  /  Onun gözbebekleri genişledi.

 

Purchase: Satın alma

The equipment can be purchased from local supplier.   /  Ekipman yerel tedarikçiden satın alınabilir. 

 

Purely: Tamamen, sadece

The charity is run on a purely voluntary basis.  /  Hayır kurumu tamamen gönüllülük esasına göre çalışır.

 

Pure: Saf, temiz

These shirts are 100% pure cotton.  /  Bu gömlekler % 100 saf pamuk.

 

Purple: Mor

His face was purple with rage.  /  Yüzü öfkeden morardı. She was dressed in purple.  /  O mor giyinmişti.

 

Purpose: Amaç, maksat, gaye

The purpose of the book is to provide a complete guide to the university.  /  Kitabın amacı üniversite için tam bir kılavuz sağlamaktır.

 

Pursue: Takip etmek, izini sürmek, kovalamak, sürdürmek

We intend to pursue this policy with determination.  /  Biz kararlılık ile bu politikayı sürdürmeyi planlıyoruz.

 

Push: İt, itiniz

nex The car won’t start. Can you give it a push?  /  Araba çalışmıyor. Bir iter misiniz?

 

Put: Koymak, yerleştirmek

Did you put sugar in my coffee?  /  Kahveme şeker koydun mu?

 

Qualification: Yeterlilik, nitelik

Previous teaching experience is a necessary qualification for this job.  /  Önceki öğretim deneyimi bu iş için gerekli bir nitelik.

 

Qualified: Kalifiye, nitelikli

She’s extremely qualified for the job.  /  O, iş için son derece nitelikli.

 

Qualify: Yeterliliğini göstermek, gerekli özelliklere haiz olmak

They qualified for the World Cup.  /  Onlar Dünya Kupası için yeterli oldu.

 

Quality: Kalite, nitelik

high-quality goods  /  yüksek kaliteli mal We aim to provide quality at reasonable prices.  /  Biz makul fiyatlarda kalite sağlamayı hedefliyoruz.

 

Quantity: Miktar, nicelik

Is it available in sufficient quantity?  /  O, yeterli miktarda mevcut mu?

 

Quarter: Çeyrek, dörtte bir

The theatre was about three quarters full.  /  Tiyatronun yaklaşık dörtte üçü doluydu. 

 

Queen: Kraliçe

kings and queens  /  kral ve kraliçeler

 

Question: Soru, sorgulamak

She was arrested and questioned about the fire.  /  O tutuklandı ve yangın hakkında sorgulandı.

 

Quickly: Çabuk, hızla

We’ll repair it as quickly as possible.  /  Mümkün olduğunca çabuk tamir edeceğiz.

 

Quick: Hızlı, çabuk

Are you sure this is the quickest way?  /  Bunun en hızlı yol olduğundan emin misiniz?

 

Quiet: Sessiz, sakin

a quieter, more efficient engine / daha sessiz, daha verimli motor ‘Be quiet,’ said the teacher.  /  Öğretmen, ‘sessiz olun’ dedi.

 

Quite: Oldukça, tamamen, pek

He plays quite well.  /  O oldukça iyi oynar.

 

Quit: Çıkmak, bırakmak, ayrılmak, istifa etmek

If I don’t get more money I’ll quit.  /  Ben daha fazla para kazanamazsan ayrılacağım.

 

Quote: Alıntı, aktarılan söz

He quoted a passage from the minister’s speech.    /   O, bakanın konuşmasından bir pasaj aktardı.

 

Race: Yarış

Television companies are racing to be the first to screen his life story.  /  Televizyon şirketleri onun hayat hikayesini ekranda ilk gösteren olmak için yarışıyor.

 

Racing: Yarış

a racing driver  /  bir yarış pilotu

 

Radio: Radyo, telsiz, radyodan yayımlamak

The interview was broadcast on radio and television. / Görüşme radyo ve televizyondan yayımlandı.

 

Rail: Ray, demiryolu

rail travel / demiryolu seyahati

 

Railroad: Demiryolu, demiryolu ile taşımak

Railroad came in the 1860s to our city.  /  Demiryolu şehrimize 1860’larda geldi.

 

Railway: Demiryolu

The railway is still under construction.  /  Demiryolu halen yapım aşamasındadır.

 

Rain: Yağmur

Is it raining?   /  Yağmur yağıyor mu?

 

Raise: Yükseltmek, arttırmak

 

 

Range: Dizi, aralık, çeşitli

The hotel offers a wide range of facilities.  /  Otel geniş bir imkanlar dizisi sunuyor. Most of the students are in the 17-20 age range.  /  Öğrencilerin çoğu 17-20 yaş aralığında.

 

Rank: Sıra, derece, rütbe

She is currently the highest ranked player in the world.  /  O, kesinlikle dünyadaki en yüksek dereceli oyuncu.

 

Rapid: Hızlı, çabuk

The disease is spreading rapidly.  /  Hastalık hızlı bir şekilde yayılıyor.

 

Rarely: Nadiren

She is rarely seen in public nowadays.   /  O, bugünlerde halk içinde nadiren görülür.

 

Rare: Nadir, seyrek, az bulunur

This weekend, visitors will get a rare chance to visit the private apartments.  /  Bu hafta sonu, ziyaretçiler özel daireleri ziyaret için az bulunur bir şans elde edecekler.

 

Rate: Oran, sınıf

I’m afraid our needs do not rate very high with this administration.   /  Bu uygulama ile ihtiyaçlarımızı yüksek oranda yapamayacağımızdan korkuyorum.

 

Rather: Aksine, oldukça, daha doğrusu, daha ziyade, bilakis

He looks rather like his father.  /  O, daha ziyade babasına benziyor.

 

Raw: Ham, çiğ

These fish are often eaten raw.  /  Bu balıklar genellikle çiğ yenir.

 

Reach: Ulaşma, erişme

The beach can only be reached by boat.  /  Plaja sadece tekneyle ulaşılabilir.

 

Reaction: Reaksiyon, tepki

What was his reaction to the news?   /   Onun haberlere tepkisi ne oldu?

 

React: Tepki

Local residents have reacted angrily to the news.  /  Yerel sakinler habere öfkeli bir şekilde tepki gösterdi.

 

Reader: Okuyucu, okur

reader letters  /  okuyucu mektupları an avid reader of science fiction  /  hevesli bir bilim kurgu okuyucusu

 

Reading: Okuma

My hobbies include reading and painting.  /  Okuma ve resim yapma benim hobilerim içindedir. He needs more help with his reading. / Onun okuma için daha fazla yardıma ihtiyacı var.

 

Read: Okumak

She’s still learning to read.  /  O, hala okumayı öğreniyor. I can’t read your writing.  /  Yazınızı okuyamıyorum.

 

Ready: Hazır, istekli

I’m not sure if Karen is ready for marriage yet.  /  Karen’in henüz evlilik için hazır olup olduğundan emin değilim.

 

Realistic: Gerçekçi

We have to be realistic about our chances of winning.  /  Kazanma şansımız hakkında gerçekçi olmak zorundayız.

 

Reality: Gerçeklik, realite

She refuses to face reality.  /  O gerçeklikle yüzleşmeyi reddediyor.

 

Realize: Farkına varmak, gerçekleştirmek

I didn’t realize (that) you were so unhappy.  /  Ben senin bu kadar mutsuz olduğunu fark etmedim. 

 

Really: Gerçekten

Bana gerçekten ne olduğunu anlat.

 

Real: Gerçek, sahici

We have a real chance of success.  /  Bizim sahici bir başarı şansımız var.

 

Rear: Arka, geri

front and rear windows  /  ön ve arka pencereler

 

Reasonable: Makul, kabul edilebilir, mantıklı

You must submit your claim within a reasonable time.  /  Makul bir zamanda talebini sunmalısın. 

 

Reasonably: Makul bir şekilde, oldukça

She seems reasonably happy in her new job.  /  O yeni işinde oldukça mutlu görünüyor. We tried to discuss the matter calmly and reasonably.  /  Biz sakin ve makul bir şekilde konuyu tartışmaya çalıştık.

 

Reason: Neden, sebep, gerekçe

Give me one good reason why I should help you.  /  Niçin sana yardım etmem gerekiyor, bana bir neden ver.

 

Recall: Hatırlama, geri çağırma

She could not recall his name.  /  O, onun ismini hatırlayamadı.

 

Receipt: Makbuz, fiş

Can I have a receipt, please?  /  Lütfen, bir makbuz alabilir miyim?

 

Receive: Almak, kabul etmek, teslim almak

He received an award for bravery from the police service.  /  O polis servisinden cesareti için bir ödül aldı.

 

Recently: Son zamanlarda, yakınlarda, bugünlerde

We received a letter from him recently.  /  Biz son bugünlerde ondan bir mektup aldık.

 

Recent: Yeni, son

a recent development  /  yeni bir gelişme his most recent visit to Poland  /  onun Polonya’ya yaptığı en son ziyaret

 

Reception: Resepsiyon, alma, kabul

They hosted a reception for 75 guests.  /  Onlar 75 ziyaretçi için bir resepsiyon verdi.

 

Reckon: Saymak, hesaplamak

The age of the earth is reckoned at about 4600 million years.  /  Yeryüzünün yaşı yaklaşık 4600 milyon yıl olarak hesaplandı.

 

Recognition: Tanıma

He glanced briefly towards her but there was no sign of recognition.  /  Ona doğru kısaca baktı ama tanıma belirtisi yok oldu.

 

Recognize: Tanımak, farkına varmak

I recognized him as soon as he came in the room.  /  Odaya gelir gelmez onu tanıdım. Do you recognize this tune?  /  Bu nağmeyi tanıyor musunuz?

 

Recommend: Tavsiye, önermek

Can you recommend a good hotel?  /  İyi bir otel tavsiye eder misiniz? I recommend the book to all my students.  /  Bütün öğrencilerime kitap önerdim.

 

Record: Kayıt, kaydetmek

Her childhood is recorded in the diaries of those years.  /  Onun çocukluğu, o yılların günlüklerinde kayıtlı.

 

Recover: Geri kazanmak, kurtulmak, iyileşmek

The police eventually recovered the stolen paintings.  /  Polis sonunda çalınan tabloları kurtardı. Six bodies were recovered from the wreckage.  /  Altı beden enkazdan kurtarıldı.

 

Red: Kırmızı

She often wears red.  /  O, çoğu zaman kırmızı giyer.

 

Reduce: Azaltmak, düşürmek

Giving up smoking reduces the risk of heart disease.  /  Sigarayı bırakmak kalp hastalığı riskini azaltır.

 

Reduction: Azaltma, küçültme, düşüş

The report recommends further reductions in air and noise emissions.  /  Rapor, hava ve gürültü yayılmasındaki azalmanın daha fazla olmasını öneriyor.

 

Reference: Referans

The library contains many popular works of reference.  /  Kütüphane birçok popüler referans eseri ihtiva eder.  

 

Refer: Bahsetmek, değinmek, ilgili olmak

This paragraph refers to the events of last year.  /  Bu paragraf geçen yılın olaylarına değiniyor.

 

Reflect: Yansıtmak, düşünmek

His face was reflected in the mirror.  /  Yüzü aynaya yansıdı.

 

Reform: Reform yapmak, düzeltmek

constitutional reform  /  anayasa reformu

 

Refrigerator: Buzdolabı, soğutucu

This dessert can be served straight from the refrigerator.  /  Bu tatlı buzdolabından doğruca servis edilebilir.

 

Refuse: Reddetmek, geri çevirmek, çöp

She refused to accept that there was a problem.  /  O, bir sorun olduğunu kabul etmeyi reddetti.

 

Regarding: İlgili, ilişkin, konusunda

Call me if you have any problems regarding your work.  /  Eğer işinizle ilgili herhangi bir sorun olursa beni arayın.

 

Regard: Dikkat, saygı, itibar

He was driving without regard to speed limits.  /  O hız limitlerine dikkat etmeden sürüyordu.

 

Regional: Bölgesel, yöresel

regional variations in pronunciation  /  telaffuzda bölgesel farklılıklar

 

Region: Bölge, yöre

one of the most densely populated regions of North America  /  Kuzey Amerika’nın en yoğun nüfuslu bölgelerinden biri

 

Register: Kayıt, kaydetmek

register of voters / seçmenlerin kaydı

 

Regret: Pişmanlık, üzüntü

What is your greatest regret?  /  En büyük pişmanlığınız nedir?

 

Regularly: Düzenli, düzenli olarak

We meet regularly to discuss the progress of the project.  /   Biz projenin ilelermesini görüşmek için düzenli olarak bir araya geliriz.

 

 Regular: Düzenli, normal

There is a regular bus service to the airport.  /  Havalanına düzenli otobüs servisi vardır.

 

Regulation: Yönetmelik, düzenleme

the strict regulations governing the sale of weapons  /  silah satışına ilişkin sıkı düzenlemeler

 

Reject: Reddetmek, geri çevirmek

All our suggestions were rejected.  /  Tüm önerilerimiz geri çevrildi.

 

Related: İlgili, ilişkin

These problems are closely related.  /  Bu sorunlar yakından ilişkili.

 

Relate: İlgili olmak

In the future, salary increases will be related with productivity.  /  Gelecekte maaş artışları verimlilikle ilgili olacaktır.

 

Relation: İlişki, bağlantı

teacher-pupil relations  /  öğretmen-öğrenci ilişkileri the relation between rainfall and crop yields  /  yağış ve ürün verimliliği arasındaki ilişki

 

Relationship: İlişki, bağ

The relationship between the police and the local community has improved.  /  Polis ve yerel halk arasındaki ilişki gelişti. She has a very close relationship with her sister.  /  O ablası ile çok yakın bir ilişki içinde. 

 

Relatively: Nispeten

I found the test relatively easy.  /  Testi nispeten daha kolay buldum.

 

Relative: Akraba, yakın

her friends and relatives  /  onun arkadaşları ve akrabaları

 

Relax: Rahat, rahatlamak, dinlemek

He appeared relaxed and confident before the match.  /  O maçtan önce rahat ve kendinden emin göründü.

 

Release: Serbest bırakma, salıverme

She can expect an early release from prison.  /  O, cezaevinden erken bir tahliye bekleyebilir.

 

Relevant: Alakalı, konu ile ilgili, uygun

Do you have the relevant experience?  /  Konu ile ilgili deneyiminiz var mı?

 

Relief:  Rahatlama, ferahlama

She sighed with relief. /  O rahat bir nefes aldı. a sense of relief  /  bir rahatlama hissi

 

Religion: Din, inanç

Christianity, Islam and other world religions  /  Hristiyanlık, İslam ve diğer dünya dinleri.

 

Religious: Dini, dinsel

objects which have a religious significance  /  dini öneme sahip nesneler

 

Rely: İnanmak, güvenmek

 

 

Remain: Kalmak, sürdürmek

He will remain (as) manager of the club until the end of his contract.  /  O sözleşmesinin sonuna kadar kulübün yöneticisi olarak kalacaktır.

 

Remains: Kalıntılar, artıklar

prehistoric remains  /  tarih öncesi kalıntılar

 

Remarkable: Dikkat çekici

She was a truly remarkable woman.  /  O gerçekten dikkat çekici bir kadındı.

 

Remark: Söylemek, belirtmek

She remarked how tired I was looking.  /  O, benim ne kadar yorgun göründüğümü söyledi.

 

Remember: Hatırlamak, anımsamak

This is Carla. Do you remember her?  /  Bu Carla. Onu hatırlıyor musunuz? I don’t remember my first day at school.  /  Okuldaki ilk günümü hatırlamıyorum.

 

Remind: Hatırlatmak, andırmak

I’m sorry, I’ve forgotten your name. Can you remind me?  /  Üzgünüm, isminizi unuttum. Bana hatırlatır mısınız?

 

Remote: Uzak, ücra

one of the remotest areas of the world  /  dünyanın en ücra alanlarından biri

 

Removal: Kaldırma, uzaklaştırma

the removal of trade barriers  /  ticaret engellerinin kaldırılması

 

Remove: Kaldırmak, çıkarmak, çekmek, uzaklaştırmak

He removed his hand from her shoulder.  /  O, ellerini onun omuzlarından çekti. Three children were removed from the school for persistent bad behaviour.  /  Üç çocuk ısrarlı kötü davranışlar için okuldan uzaklaştırıldı.

 

Rent: Kira, kiralamak

He rents rooms in his house to students.  /  O, öğrencilere evinde oda kiralar.

 

Repair: Onarım, tamir

The hotel is currently under repair. /  Otel şu anda onarım altında.

 

Repeat: Tekrarlamak, yinelemek

Are you prepared to repeat these allegations in court?  /  Mahkemede bu iddiaları tekarlamak için hazır mısınız?

 

Replace: Değiştirmek, yerini almak

The new design will eventually replace all existing models.  /  Yeni tasarım sonunda bütün mevcut tasarımların yerini alacak.

 

Reply: Cevap, yanıtlamak

I asked her what her name was but she made no reply.  /  Ben ona adının ne olduğunu sordum ama o hiç cevap vermedi.

 

Report: Rapor, haber, bildirmek

Are these newspaper reports true?  /  Bu gazete haberi doğru mu? a weather report / hava raporu

 

Representative: Temsilci, örnek

The thin models in magazines are not representative of most women.  /  Dergilerdeki ince modeller çoğu kadını temsil etmez.

 

 Represent: Temsil etmek, göstermek

Local businesses are represented on the committee.  /  Yerel işletmeler komitede temsil edilmektedir.

 

Reproduce: Çoğaltmak, yeniden üretmek

This material can be reproduced without payment.  /  Bu malzeme ödeme yapılmaksızın çoğaltılabilir.

 

Reputation: Ün, şöhret, itibar

She acquired a reputation as a first-class cook.  /  O birinci sınıf aşçı olarak ün kazanmıştır.

 

Request: Talep, istek, rica

You can request a free copy of the leaflet.  /  Broşürün ücretsiz bir kopyasını rica edebilirsiniz.

 

Requirement: Gereksinim, ihtiyaç

the basic requirements of life  /  yaşamın temel gereksinimleri

 

Require: İstemek, gerektirmek, icap etmek

This condition requires urgent treatment.  /  Bu durum acil tedavi gerektirir.

 

Rescue: Kurtarmak

A wealthy benefactor came to their rescue with a generous donation.  /  Zengin bir hayırsever cömert bir bağış ile onları kurtarmaya geldi.

 

Research: Araştırma

We have to research how the product will be used.  /  Biz ürünün nasıl kullanılacağını araştırmak zorundayız.

 

Reservation: Rezervasyon

I’ll call the restaurant and make a reservation.  /  Ben restoranı arayacağım ve bir rezervasyon yaptıracağım.

 

Reserve: Rezerv, ayırtmak, rezerve etmek

large oil and gas reserves  /  büyük petrol ve gaz rezervleri

 

Resident: Oturan, sakin, yerleşik

the town’s resident population  /  kasabanın yerleşik nüfusu

 

Resistance: Direnç, dayanıklılık

AIDS lowers the body’s resistance to infection.  / AIDS vücüdun enfeksiyona karşı direncini düşürür.

 

Resist: Direnmek, karşı koymak, mukavemet

She was charged with resisting to police.  /  O polise mukavemet ile suçlandı.

 

Resolve: Çözmek

Both sides met in order to try to resolve their differences.  /  Her iki taraf aralarındaki ihtilafları çözmeyi denemek için bir araya geldi.

 

Resort: Başvurmak, tatil yeri, dinlenme yeri

They felt obliged to resort to violence.  /  Onlar şiddete başvurmak zorunda hissetti.

 

Resource: Kaynak

We must make the most efficient use of the available financial resources.  /  Biz ulaşılabilir mali kaynakların kullanımını en etkili şekilde yapmalıyız.

 

Respect: Saygı, hürmet, riayet

She promised to respect our wishes.  /  O bizim isteklerimize riayet edeceğinie söz verdi.

 

Respond: Yanıtlamak, cevap vermek

I asked him his name, but he didn’t respond.  /  Ona ismini sordum fakat o cevap vermedi.

 

Response: Yanıt, cevap, tepki

I knocked on the door but there was no response.  / Ben kapıyı çaldım ama cevap yoktu.

 

Responsibility: Sorumluluk, yükümlülük

parental rights and responsibilities  /  ebeveyn hakları ve sorumlulukları

 

Responsible: Sorumlu

Who’s responsible of this mess?  /  Bu karmaşanın sorumlusu kim?

 

Restaurant: Restoran, lokanta

We went out to a restaurant to celebrate.  /  Biz kutlama için bir restorana gittik.

 

Restore: Restore etmek, onarmak, geri getirmek

Some people argue that the death penalty should be restored.  /  Bazı insanlar ölüm cezasının geri getirilmesi gerektiğini savunuyorlar.

 

Rest: Dinlenmek

The doctor told me to rest.  /  Doktor bana dinlenmemi söyledi.

 

Restricted: Kısıtlı, sınırlı

a restricted space / sınırlı bir alan

 

Restrict: Kısıtlamak, sınırlamak

Fog severely restricted visibility.  /  Sis görüş mesafesini ciddi bir şekilde kısıtladı.

 

Result: Sonuç, akıbet, ortaya çıkan

It was a large explosion and the resulting damage was extensive.  /  Büyük bir patlamaydı ve ortaya çıkan hasar genişti.

 

Retain: Tutmak, kaybetmemek

He struggled to retain control of the school. / O, okulun kontrolünü korumak için mücadele etti.

 

Retire: Emekli, emekli olmak

He is retiring next year after 30 years in company. /  O şirketteki 30 yıldan sonra gelecek yıl emekli oluyor.

 

Retirement: Emeklilik

He was met by his brother on his return from Italy.  /  O italya’dan dönüşünde kardeşi tarafından karşılandı.

 

 Return: Dönüş

He was met by his brother on his return from Italy.  /  O, İtalya’dan dönüşünde kardeşi tarafından karşılandı.

 

Reveal: Açığa vurmak, meydana çıkarmak, ortaya çıkarmak

Details of the murder were revealed by the local paper. / Cinayetin detayları yerel gazete tarafından ortaya çıkarılmıştır.

 

Reverse: Ters, arka, geri, zıt, tersine çevirmek

Iron the garment on the reverse side.  /  Giysiyi arka tarafta ütüleyin.

 

Review: İnceleme, eleştiri

The government will review the situation later in the year.  /  Hükümet daha sonra yıl içinde durumu gözden geçirecektir.

 

Revise: Revize, revizyon, gözden geçirmek

The government may need to revise its policy in the light of this report. / Hükümetin bu raporun ışığında politikasını gözden geçirmesi gerekebilir.

 

Revision: Revizyon, gözden geçirme

a revision of trading standards  /  ticaret standartlarının gözden geçirilmesi

 

Revolution: Devrim, ihtilal

a country on the brink of revolution  /  devrimin eşiğinde bir ülke

 

Reward: Ödül, ödüllendirmek

She was rewarded for her efforts with a cash bonus.  /  O, çabalarından dolayı bir nakit ikramiye ile ödüllendirildi.

 

Rhythm: Ritim, uyum, ahenk

irregular heart rhythm  /  düzensiz kalp ritmi

 

Rice: Pirinç

rice paddies  /  pirinç tarlaları

 

Rich: Zengin, bol

one of the richest women in the world  /  dünyadaki en zengin kadınlardan biri

 

Ride: Binmek, gezinti

It’s a ten-minute bus ride from here to town.  /  Buradan kasabaya on dakikalık bir otobüs gezintisi. The kids had a ride on an elephant at the zoo.  /  Çocuklar hayvanat bahçesindeki bir file binmiş.

 

Rider: Binici

Three riders were approaching. / Üç binici yaklaşıyordu. horses and their riders / atlar ve onların binicileri

 

Ridiculous: Gülünç, saçma

Don’t be ridiculous! You can’t pay £50 for a T-shirt!  /  Saçmalama! Sen bir tişört için 50 pound ödeyemezsin.

 

Riding: Binme, binicilik, biniş

I’m taking riding lessons.  /  Ben binicilik dersleri alıyorum.

 

Rid: Kurtarmak

I can’t get rid of this headache.  /  Bu baş ağrısından kurtulamam. I was glad to be rid of the car when I finally sold it.  /  Nihayet satınca arabadan kurtulduğuma memnun oldum.

 

Rightly: Haklı olarak, kesin olarak, dürüstçe, doğru bir şekilde

I don’t rightly know where he’s gone.  /  Kesin olarak onun nereye gittiğini bilmiyorum.

 

Ring: Yüzük, halka, zil sesi

A diamond glittered on her ring finger . /  Bir elman onun yüzük parmağında parıldadı.

 

Rise: Artış, yükseliş, kalkış

Smoke was rising from the chimney.  /  Duman bacadan yükseliyordu.

 

Risk: Risk, göze almak, tehlikeye atmak

He risked his life to save her.  /  O, onu kurtarmak için hayatını tehlikeye attı.

 

Rival: Rakip

The Japan are our biggest economic rival.  /  Japonya bizim en büyük ekonomik rakibimiz. He was shot by a member of a rival gang.  /  O rakip çetenin bir üyesi tarafından vuruldu.

 

River: Nehir

Can we swim in the river?  /  Biz nehirde yüzebilir miyiz?

 

Road: Yol

He was walking along the road when he was attacked.  /  O saldırıya uğradığı zaman yol boyunca yürüyordu.

 

Rob: Soymak, çalmak, soygun yapmak

The gang had robbed and killed the drugstore owner.  /  Çete eczane sahibini soymuş ve öldürmüştü.

 

Rock: Kaya

They clambered over the rocks at the foot of the cliff.  /  Onlar uçurumun dibinde kayalara tırmandı.

 

Role: Rol, rol yapmak

the role of the teacher in the classroom  /  sınıfta öğretmenin rolü It is one of the greatest roles she has played.  /  Onun oynadığı en büyük rollerden biri.

 

 Roll: Rulo, yuvarlamak

The ball rolled down the hill.  /  Top tepeden aşağı yuvarlandı.

 

Romantic: Romantik, duygusal

a romantic candlelit dinner  /  mum ışığında romantik bir akşam yemeği Why don’t you ever give me flowers? I wish you’d be more romantic.   /  Neden bana hiç çiçek vermiyorsun? Ben daha romantik olmanı isterdim.

 

Roof: Çatı, üstünü kapatmak

Tim climbed on to the roof of garage.  /  Tim garajın çatısına tırmandı.

 

Room: Oda

He walked out of the room and slammed the door.  /  O, odanın dışına yürüdü ve kapıyı çarptı.

 

Root: Kök, temel

Tree roots can cause damage to buildings.  /  Ağaç kökleri binalarda hasara neden olabilir.

 

Rope: İp, halat, bağlamak

We tied his hands together with rope.  /  İple onun ellerini bağladık.

 

Roughly: Aşağı yukarı, yaklaşık, kabaca

Sales increased by roughly 10%.  /   Satışlar aşağı yukarı % 10 arttı.

 

Rough: Kaba

Trim rough edges with a sharp knife.  /  Keskin bir bıçakla kaba kenarları kırpın.

 

Round: Yuvarlak

a surface with rounded edges  /  yuvarlak kenarlı bir yüzey rounded shoulders  /  yuvarlak omuzlar

 

Round: Dönmek, yuvarlak, tur, etrafına

The earth moves round the sun.  /  Dünya güneşin etrafında döner.

 

Route: Rota, güzergah, sevketmek, nakletmek

The house is not on a bus route.  /  Ev bir otobüs güzergahı üzerinde değil.

 

Routine: Rutin, sıradan, alışılagelmiş

The fault was discovered during a routine check.   /   Arıza rutin bir kontrol sırasında tespit edilmiştir.

 

Row: Dizi, sıra

The vegetables were planted in neat rows.  /  Sebzeler düzgün sıralar halinde dikilmiştir.

 

Royal: Kraliyet

the royal family   /  kraliyet ailesi

 

Rubber: Lastik, kauçuk

a ball made of rubber  /  lastikten yapılmış bir top

 

Rubbish: Çöp

They poured rubbish in front of our house.  /  Onlar evimizin çöp döktü.

 

Rub: Ovmak, ovuşturmak

She rubbed her chin thoughtfully.  /  O düşünceli bir şekilde çenesini ovuşturdu.

 

Rudely: Terbiyesizce, kabaca

‘What do you want?’ she asked rudely.  /  “Ne istiyorsun” diye kabaca sordu.

 

Rude: Kaba, terbiyesiz

Why are you so rude to your mother?  /  Niçin annene böyle kaba davranıyorsun?

 

Ruined: Harap, mahvolmuş, yıkılmış

a ruined castle  /  harap bir kale

 

Ruin: Mahvetmek, yıkmak, bozmak, harabe

The terrorist attack had left the city in a state of ruin  /  Terörist saldırısı şehri harabe bir halde bırakmıştı.

 

Ruler: Hükümdar, cetvel

Ruler is a measuring instrument.  /  Cetvel bir ölçme aletidir.

 

Rule: Kural, hüküm, yönetmek, idare etmek, hüküm sürmek

After the revolution, anarchy ruled.  /  Devrimden sonra anarşi hüküm sürdü.

 

Rumour: Söylenti, dedikodu, rivayet

Many of the stories are based on rumour.  /  Hikayelerin birçoğu rivayete dayanır.

 

Runner: Koşucu, atlet

a list of runners and riders  /  koşucular ve binicilerin listesi

 

Running: Koşu, çalışma, akan, koşan

running shoes  /  koşu ayakkabıları

 

Run: Koşmak, çalıştırmak, sefer

Our team won by four runs.  /  Takımımız dört koşudur kazanıyor.

 

Rural: Kırsal, köy

rural areas  /  kırsal alanlar

 

Rush: Ani hareket, acele

The note looked like it had been written in a rush.  /  Not acele ile yazılmış gibi görünüyordu.

 

Sack: Kovmak, görevden almak, çuval

She was sacked for refusing to work on Sundays.  /  O Pazar günleri çalışmayı reddettiği için görevden alındı.

 

Sadly: Ne yazık ki, üzüntülü bir şekilde

She shook her head sadly.  /  O üzüntülü bir şekilde başını salladı.

 

Sadness: Üzüntü, hüzün, keder

I felt a deep sadness.  /  Ben derin bir üzüntü hissettim.

 

Sad: Üzücü, üzgün, hüzünlü

She looked sad and tired. / O üzgün ve yorgun görünüyordu. a sad story  /  hüzünlü bir hikaye

 

Safely: Güvenle, güvenli bir şekilde

The plane landed safely.  /  Uçak güvenli bir şekilde indi. The money is safely locked in a drawer.  /  Para güvenli bir çekmecede kilitli.

 

Safe: Güvenli, emin, güvencede

The children are quite safe here.  /  Çocuklarımız burada oldukça güvencededir.

 

Safety: Güvenlik, emniyet, koruyucu

a place where children can play in safety  /  çocukların güvenlik içinde oynayabileeği bir yer

 

Sailing: Yelken, yelkencilik, gemi yolculuğu

a sailing club  /  bir yelken kulübü

 

Sailor: Denizci, gemici

Sailor is a brave man.  /  Denizci cesur bir adamdır.

 

Sail: Yelken, denize açılmak, gemi yolculuğu

The vessel can be propelled by oars or sail.  /  Gemi kürek ve yelken ile hareket edebilirdi.

 

Salad: Salata

Is cold meat and salad OK for lunch?  /  Öğle yemeği için soğuk et  ve slata iyi mi? a chicken salad  /  bir tavuk salatası

 

Salary: Maaş

a 9% salary increase  /  % 9 maaş artışı

 

Sale: Satış

regulations governing the sale of alcoholic beverages  /  alkollü içeceklerin satışına ilişkin düzenlemeler

 

Salt: Tuz

a pinch of salt  /  bir tutam tuz sea salt  /  deniz tuzu

 

Salty: Tuzlu

salty food  /  tuzlu yiyecek

 

Same: Aynı, benzer

He gave me five dollars, same as usual.  /  Bana beş dolar verdi, aynı her zamanki gibi

 

Sample: Örnek, numune

a sample survey  /  örnek bir anket The survey covers a representative sample of schools.  /  Anket okulların temsili bir örneğini içerir.

 

Sand: Kum

Concrete is a mixture of sand and cement.  /  Beton kum ve çimento karışımıdır.

 

Satisfaction: Memnuniyet, hoşnutluk

The company is trying to improve customer satisfaction.  /  Şirket müşteri memnuniyetini iyileştirmeye çalışıyor.

 

Satisfied: Memnun

a satisfied customer /  memnun müşteri

 

Satisfying: Tatmin edici, doyurucu

a satisfying experience  / tatmin edici bir deneyim

 

Satisfy: Karşılamak, tatmin etmek

The education system must satisfy the needs of all children.   /  Eğitim sistemi bütün çocukların ihtiyaçlarını karşılamalıdır.

 

Saturday: Cumartesi

I will take the exam on Saturday.  /  Cumartesi sınava gireceğim.

 

Sauce: Sos, salça

ice cream with a hot fudge sauce  /  sıcak çikolata soslu dondurma

 

Save: Kurtarmak, korumak, kaydetmek

He’s trying to save their marriage.  /  O evliliklerini kurtarmaya çalışıyor.

 

Saving: Tasarruf, birikim, kurtarma

I opened a savings account at my local bank.  /  Ben, yerel bankamda bir tasarruf hesabı açtım. He put all his savings into buying a boat.  /  O, bir tekne satın almak için bütün birikimini ortaya koydu.

 

Say: Söylemek, söz

‘Hello!’ she said.  /  ‘Merhaba!’ dedi. He said that his name was Sam.  /  O adının Sam olduğunu söyledi.

 

Scale: Ölçek, ölçü

Here was corruption on a grand scale.  /  Burada büyük ölçüde bir yolsuzluk oldu. On a global scale, 77% of energy is created from fossil fuels.  /  Küresel ölçekte enerjinin % 77’si fosil yakıtlarından oluşur.

 

Scared: Korkmuş, ürkmüş

People are scared to use the buses late at night.  /  İnsanlar gece geç saatlerde otobüsleri kullanmaya korkuyor. The thieves got scared and ran away.  /  Hırsızlar korkmuş ve kaçmış.

 

Scare: Korku, korkunç, korkutmak, ürpermek

a scare story  /  korkunç bir hikaye

 

Scene: Sahne, olay yeri

Firefighters were on the scene immediately.  /  İtfaiyeciler derhal olay yerindeydi. The movie opens with a scene in a New York.  /  Film New York’taki bir sahne ile başlar.

 

Schedule: Program, tarife, zamanlamak

I’m scheduled to arrive in Los Angeles at 5 o’clock.  /  Ben saat 5’te Los Angeles’ta olmayı planlıyorum.

 

Scheme: Şema, plan, düzen, programı, tasarlamak

a training scheme  /  bir eğitim planı

 

School: Okul

My brother and I went to the same school.  /  Kardeşim ve ben aynı okula gittik. We need more money for roads, hospitals and schools.  /  Yollar, hastaneler ve okullar için daha fazla paraya ihtiyacımız var.

 

Science: Bilim

new developments in science and technology  /  bilim ve teknolojideki yeni gelişmeler

 

Scientific: Bilimsel

a scientific discovery  /  bilimsel bir keşif

 

Scientist: Bilim adamı

scientists and engineers  /  bilim adamları ve mühendisler

 

Scissors: Makas

She used scissors to cut off his shirt.   /  O, gömleğini kesmek için makas kullandı.

 

Score: Puan, sayı yapmak, skor

Girls usually get a high score from the language exam.  /  Kızlar genellikle dil sınavlarından yüksek puan alır.

 

Scratch: Çizik, sıyrık, kazımak

Her hands were covered with scratches  /  Elleri çizikler ile kaplıydı.

 

Scream: Çığlık, bağırma

They ignored the baby’s screams.   /  Onlar, bebeğin çığlıklarını duymazdan geldi.

 

Screen: Ekran, perde

a computer screen  /  bir bilgisayar ekranı

 

Screw: Vida

The bookcase screwed to the wall. / Kitaplık duvara vidalı.

 

Seal: Mühür

The letter bore the president’s seal.  /  Mektup başkanın mührünü taşıyordu.

 

Search: Arama, araştırma, arama yapmak

Police searched for clues in the area.  /  Polis bölgede ipuçları aradı. I found these photos while searching among some old papers.  /  Bazı eski kağıtların arasında arama yaparken bu fotoğrafları buldum.

 

Sea: Deniz

The wreck is lying at the bottom of the sea.  /  Gemi enkazı denizin dibinde yatıyor.

 

Season: Sezon, mevsim

He scored his first goal of the season on Saturday.  /  O, Cumartesi günü sezonun ilk golünü attı.

 

Seat: Koltuk

She sat back in her seat.   /  O koltuğuna geri oturdu. Would you prefer a window seat or an aisle seat?  /  Pencere koltuğu mu yoksa koridor koltuğu mu tercih edersiniz?

 

Secondary: İkincil, orta dereceli, ortaokul

secondary teachers  / ortaokul öğretmenleri a secondary infection  /  ikincil bir enfeksiyon

 

Second: İkinci

We have one child and are expecting our second in July.  /  Bizim bir çocuğumuz var ve Temmuz ayında ikinciyi bekliyoruz. She came second in the marathon.  /  O maratonda ikinci geldi.

 

Secretary: Sekreter

Please contact with my secretary for make an appointment.  /  Lütfen randevu almak için sekreterimle irtibata geçiniz.

 

Secret: Sır, gizli, saklı

Can you keep a secret?  /  Sır tutabilir misin? She was dismissed for revealing trade secrets.  /  O ticari sırları ifşa ettiği için görevden alındı.

 

Section: Bölüm, kesit

That section of the road is still closed.  /  Yolun bir bölümü hala kapalıdır.

 

Sector: Sektör

the manufacturing sector  /  imalat sektörü

 

Secure: Güvenli, korumak

The future of the company looks secure.  /  Şirketin geleceği güvenli görünüyor.

 

Security: Güvenlik, emniyet

They carried out security checks at the airport.  /  Onlar havaalanında güvenlik kontrollerini gerçekleştirdi.

 

Seed: Tohum, çekirdek

These vegetables can be grown from seed.  /  Bu sebzeler tohumdan yetiştirilebilir. seed potatoes  /  tohumluk patates

 

Seek: Aramak, araştırmak

Drivers are advised to seek alternative routes.  /  Sürücülerin alternatif rotalar aramaları tavsiye ediliyor.

 

Seem: Görünmek, gibi görünmek

You seem happy.  /  Sen mutlu görünüyorsun.

 

See: Görmek

She looked for him but couldn’t see him in the crowd.  /  Onun için baktı ama kalabalıkta onu göremedi.

 

Selection: Seçim

selection criteria   /  seçim kriterleri

 

Select: Seçme

He hasn’t been selected to the team.  /  O takıma seçilmemiş.

 

Self: Kendi, öz, benlik, bireysel, kişilik

Many people living in madhouses have lost their sense of self.  /  Tımarhanelerde yaşayan birçok insan benlik duygusunu kaybetmiş.

 

Sell: Satmak

Do you sell stamps?  /  Pul satıyor musunuz? Their last album sold millions.   /  Onların son albümü milyonlarca sattı.

 

Senate: Senato

a member of the Senate  /  bir Senato üyesi

 

Senator: Senatör

She has served as a Democratic senator for North Carolina since 2009.  /  O 2009’dan beri Kuzey Coralina için Demokratik senatör olarak görev yapmıştır.

 

Send: Göndermek, yollamak

She sent the letter by airmail.  /  O, uçak postası ile mektup gönderdi.

 

Senior: Kıdemli, üst, yaşça büyük, son sınıf öğrencisi

My brother is my senior by two years.  /  Benim kardeşim iki yıl kadar büyüktür.

 

Sense: Duyu, duygu, his, anlam

the sense organs  /  duyu organları Dogs have a keen sense of smell.  /  Köpekler keskin bir koku hissine sahiptir.

 

Sensible: Duyarlı, hassas, farkında, makul, mantıklı

Say something sensible.  /  Mantıklı bir şey söyle. I am sensible of the fact that mathematics is not a popular branch.  /  Ben matematiğin popüler bir branş olmadığı gerçeğinin farkındayım.

 

Sensitive: Hassas, duyarlı

a sensitive and caring man  /  duyarlı ve yardımsever bir adam

 

Sentence: Cümle, ceza, hüküm vermek, cezalandırmak

Sentence is begins with a capital letter and ends with a punctuation mark.   /  Cümle büyük bir harfle başlar ve nokta işaretiyle biter. The prisoner has served completed his sentence and will be released tomorrow.  /  Mahkum yarın cezasını tamamlamış serbest bırakılmış olacak.

 

Separate: Ayrı, ayrılmak, müstakil, bireysel

South America and Africa separated 200 million years ago.  /  Güney Amerika ile Afrika 200 milyon yıl önce ayrıldı. Politics is the only thing that separates us.  /  Siyaset bizi ayıran tek şey.

 

Separation: Ayırma, ayrılık

They were reunited after a separation of more than 20 years.  /  Onlar 20 yılı aşkın bir ayrılık sonrası tekrar bir araya geldi.

 

Separately: Ayrı ayrı, tek başına

Husband and wife are assessed separately for tax.  /  Koca ve eşi vergi için ayrı ayrı değerlendirilir.

 

September: Eylül

I was born in September.  /  Ben Eylül ayında doğdum.

 

Series: Dizi, seri

The first episode of the new series is on Saturday.  /  Yeni dizinin ilk bölümü Cumartesi.

 

Seriously: Cidden, ciddi olarak, ağır şekilde

They are seriously concerned about security.  /  Onlar güvenlik konusunda cidden endişe duyuyorlar.

 

Serious: Ciddi, önemli, ağır

They are a serious threat to security.  / Onlar güvenlik için ciddi bir tehdittir. The consequences could be serious. / Sonuçlar çok ağır olabilir.

 

Servant: Hizmetkar, uşak

They treat  like a servant to their mother .  /  Onlar annelerine bir hizmetçi gibi davranır.

 

Serve: Servis, hizmet vermek

Breakfast is served between 7 and 10 a.m.   /  Kahvaltı 7 ile 10 arasında servis edilir.

 

Service: Hizmet, servis

The government aims to improve public services, especially education.   /  Hükümet kamu hizmetlerini, özellikle eğitimi geliştirmeyi amaçlıyor.

 

Session: Oturum, dönem, seans

Two soccer fans plunged to their deaths after a heavy drinking session.  /  İki futbol taraftarı ağır bir içme seansından sonra ölüme daldı.

 

Set: Set, ayarlamak, kurmak

a complete set of her novels  /  onun romanlarının tam bir seti

 

Settle: Anlaşmak, yerleşmek, yerleştirmek

There is pressure on the unions to settle.  /  Anlaşma için sendikalar üzerinde baskı var. I settled her on the sofa and put a blanket over her.  / Ben onu koltuğa yerleştirdim ve üzerine bir battaniye koydum.

 

Seven: Yedi

We have seven grandchildren.  /  Bizim yedi torunumuz var.

 

Seventeen: On yedi

I am seventeen years old.  /  Ben on yedi yaşındayım.

 

Seventy: Yetmiş

There are seventy students in our class.  /  Sınıfımızda yetmiş öğrenci var.

 

Several: Çeşitli, birkaç

Several letters arrived this morning.   /  Bu sabah birkaç mektup geldi. He’s written several books about India.   /  O Hindistan hakkında çeşitli kitaplar yazmış.

 

Severe: Şiddetli, ağır, sert, ciddi

severe weather conditions   /  ağır hava koşulları Strikes are causing severe disruption to all train services.  /  Grevler tüm tren seferlerinde ciddi aksamalara neden oluyor.

 

Sewing: Dikiş

a sewing basket  /  bir dikiş sepeti

 

Sew: Dikmek, dikiş yapmak

My mother taught me how to sew.  /  Annem bana dikiş yapmayı öğretti.

 

Sexual: Cinsel

Her interest to him is purely sexual.  /  Ona olan ilgisi tamamen cinsel.

 

Shade: Gölge

We sat down in the shade of the wall.  /  Biz duvarın gölgesinde oturduk. The temperature can reach 40°C in the shade.  /  Sıcaklık gölgede 40° dereceye ulaşabilir. These plants grow well in sun or shade.  /  Bu bitkiler güneşte veya gölgede iyi yetişir.

 

Shadow: Gölge, karanlık, karartmak, gölgelemek

It is the shadow of our balloon.   /  O bizim balonun gölgesidir.

 

Shake: Sarsıntı, sallamak, titremek

Shake the bottle before opening.  /  Şişeyi açmadan önce çalkalayınız.

 

Shallow: Sığ, derin olmayan yer, yüzeysel

These fish are found in shallow waters around the coast.  /  Bu balıklar sahil çevresindeki sığ sularda bulunur.

 

Shall: -ecek, acak, -meli

This time next week I shall be in Scotland.   /   Gelecek hafta bu zaman ben İskoçya’da olacağım.

 

Shame: Utanç, ayıp, utandırmak, mahcup etmek

She hung her head in shame.  /  O utançla başını eğdi.

 

Shaped: Şekilli, biçimli

a huge balloon shaped like a giant cow  /  dev bir inek şeklinde büyük bir balon

 

Share: Pay, hisse, paylaşmak

Next year we hope to have a bigger share of the market.   /  Önümüzdeki yıl pazarın daha büyük bir payına sahip olmayı umuyoruz. a share certificate  /  bir hisse senedi I want to share my food with my friends.  /  Ben yiyeceklerimi arkadaşlarımla paylaşmak istiyorum.

 

Sharply: Keskin bir şekilde, sertçe, aniden, sivri bir halde

‘Is there a problem?’ he asked sharply.  /  “Bir problem var mı ?”diye sertçe sordu. Profits fell sharply following the takeover.   /  Devralmayı takiben kârlar aniden  düştü.

 

Sharp: Keskin, ani, net, sivri, sert

a sharp knife  /  keskin bir bıçak a sharp drop in prices  /  fiyatlarda ani bir düşüş

 

Shave: Tıraş, tıraş olmak

The nurse washed and shaved him.   /  Hemşire onu yıkadı ve tıraş etti.

 

Sheep: Koyun

Sheep were grazing in the fields.  /  Koyunlar kırlarda otluyordu.

 

Sheet: Çarşaf, levha, yaprak, tabaka

Have you changed the sheets?  /  Çarşafları değiştirdiniz mi?

 

Shelf: Raf

The book I wanted was on the top shelf.  /  İstediğim kitap en üst raftaydı.

 

Shell: Kabuk, deniz kabuğu

We collected shells on the beach.  /  Biz sahilde deniz kabuğu topladık. walnut shells  /  ceviz kabukları

 

Shelter: Barınak, sığınak, sığınmak

Your home is your shelter.  /  Eviniz sizin barınağınızdır.

 

She: O (bayanlar için)

‘What does your sister do?’ ‘She’s a dentist.’  /  Kardeşin ne yapıyor? O bir dişçi.

 

Shift: Vardiya, değiştirmek

a dramatic shift in public opinion  /  kamuouyunda çarpıcı bir değişiklik

 

Shine: Parlatıcı, parlamak

A light was shining in the distance.  /  Uzakta bir ışık parlıyordu. Her eyes were shining with excitement.  /  Onun gözleri heyecanla parlıyordu.

 

Shiny: Parlak, parlamış

His face was flushed and shiny.  /  Yüzü kızarmış ve parlamıştı.

 

Ship: Gemi, tekne

There are two restaurants on board ship.  /  Gemide iki restoran vardır.

 

Shirt: Gömlek

He was wearing a red shirt and gloves.  /  O kırmızı bir gömlek ve eldiven giymişti.

 

Shocking: Şok edici, korkunç

shocking behaviour  /  şok edici davranış

 

Shoe: Ayakkabı

a pair of shoes  /  bir çift ayakkabı

 

Shooting: Silahlı atış, çekim, atıcılık, avcılık

Terrorist groups claimed responsibility for the shootings and bomb attacks.  /  Terörist gruplar silahlı ve bombalı saldırıların sorumluluğunu üstlendi. Shooting began early this year.  /  Çekim bu yıl erken başladı. the shooting season  /  avcılık sezonu

 

Shoot: Vurmak, çekmek, ateş etmek

The police rarely shoot to kill  /  Polis nadiren öldürmek için ateş eder.

 

Shopping: Alışveriş

a shopping basket  /  bir alışveriş sepeti

 

Shop: Dükkan, mağaza, alışveriş

He likes to shop at the local market.  / O yerel pazarda alışverişi seviyor. a book shop / bir kitap dükkanı

 

Shortly: Kısaca, kısa bir süre, yakında

I saw him shortly before he died.  /  Ölmeden kısa bir süre önce onu gördüm.

 

Short: Kısa

He had short and curly hair.  /  Kısa ve kıvırcık saçları vardı.

 

Shoulder: Omuz

He slung the bag his shoulder.  /  O, çantayı omzuna asmış. He carried the child on his shoulders.  /   O, çocuğu omuzlarında taşıdı.

 

Should: -meli, -malı

He should have been more careful.  /  O, daha dikkatli olmalıydı.

 

Shout: Seslenmek, bağırmak, haykırış

I heard her warning shout too late.  /  Onun uyarı haykırışını çok geç duydumç

 

Shower: Duş

Children came together in the shower.  /  Çocuklar duşa birlikte girdi.

 

Show: Göstermek, gösteri

She’s the star of the show!  /  O, gösterinin yıldızı.

 

Shut: Kapalı, kapatmak, kapanmış

The door was shut.  /  Kapı kapalıydı. Keep your eyes shut.  /  Gözlerini kapalı tut.

 

Shy: Utangaç

Don’t be shy. Come and say hello.  /  Utanma. Gel ve merhaba de.

 

Sick: Hasta, rahatsız

Her mother’s very sick.  /  Onun annesi çok hasta.

 

Side: Yan, taraf

the right side of the brain / beynin sağ tarafı She was on the far side of the room.  /  O, odanın uzak tarafındaydı.

 

Sideways: Yana, yandan, yanlamasına

She sat sideways on the chair.  /  O, sandalyeye yanlamasına oturdu.

 

Sight: Görebilme, görme, görünme

The disease has affected her sight.  /  Hastalık onun görmesini etkiledi.

 

Signal: Sinyal, işaret, sinyal vermek

Did you signal before you turned right?  /  Sağa dönmeden önce sinyal verdiniz mi?

 

Signature: İmza

They collected 10000 signatures for their petition.  /  Onlar dilekçeleri için 10000 imza topladı.

 

Significantly: Anlamlı, önemli ölçüde

Profits have increased significantly over the past few years.  /  Kârlar son birkaç yılda önemli ölçüde artmıştır.

 

Significant: Önemli, anlamlı

a highly significant discovery  /  son derece önemli bir keşif The results of the experiment are not statistically significant.  /  Deney sonuçları istatistiksel olarak önemli değildir.

 

Sign: İşaret, iz, imzalamak

The treaty was signed on 24 March.  /  Anlaşma 24 Martta imzalandı imzalandı.

 

Silence: Sessizlik

Their footsteps echoed in the silence.  /  Onların ayak sesleri sessizlik içinde yankılandı.

 

Silent: Sessiz, suskun

The streets were silent and deserted.  /  Sokaklar sessiz ve ıssızdı.

 

Silk: İpek, ipekli

a silk blouse  /  ipek bluz Her skin was as smooth as silk.  /  Teni ipek gibi pürüzsüzdü.

 

Silly: Aptal, aptalca, salak

a silly idea  /  aptalca bir fikir

 

Silver: Gümüş, gümüş rengi

a silver car  /  gümüş rengi bir araba

 

Similarly: Benzer şekilde, aynı, bunun gibi

Husband and wife were similarly successful in their careers.  /  Koca ve eşi kariyerlerinde benzer şekilde başarılı oldu.

 

Similar: Benzer

My teaching style is similar to that of most other teachers.  /  Benim öğretim stilim diğer öğretmenlerin birçoğununkiyle benzer.

 

Simple: Basit, kolay

This machine is very simple to use.  /  Bu makinenin kullanımı çok kolaydır.

 

Simply: Basitçe, sade bir şekilde, sadece

Simply add hot water and stir.  /  Sadece sıcak su ekleyin ve karıştırın.

 

Sincerely: İçtenlikle, samimiyetle

I sincerely believe that this is the right decision.  /  Ben içtenlikle bunun doğru karar olduğuna inanıyorum.

 

Sincere: Samimi, içten

Please accept our sincere thanks.   /  Bizim içten teşekkürlerimizi kabul edin lütfen. a sincere apology  /  samimi bir özür

 

Since: -den beri, o zamandan beri

He left home two weeks ago and we haven’t heard from him since.  /  O, iki hafta önce evi terk etti ve biz o zamandan beri ondan haber almadık.

 

Singer: Şarkıcı

She’s a wonderful singer.  /  O harika bir şarkıcı.

 

Singing: Şarkı, şarkı söyleme, ötme

The sound of singing came from the kitchen.  /  Mutfaktan şarkı söyleme sesi geldi.

 

Single: Tek, bir, tek kişilik (örn. bilet)

How much is a single to York?  /  York’a bir kişilik (bilet) ne kadar?

 

Sing: Söylemek, şarkı söylemek

She usually sings in the shower.  /  O genellikle duşta şarkı söyler.

 

Sink: Lavabo, batmak, gömülmek, düşmek

The ship sank to the bottom of the sea.  /  Gemi denizin dibine battı.

 

Sir: Efendim

Good morning, sir. Can I help you?  /  Günaydın efendim. Size yardımcı olabilir miyim? ‘Thank you very much.’ ‘You’re welcome, sir. Have a nice day.’  /  ‘Çok teşekkür ederim.’ Rica ederim, efendim. Iyi günler. ‘

 

Sister: Kız kardeş

She’s my sister. / O, benim kız kardeşim. They supported their sisters in the dispute.  /  Onlar tartışmada kız kardeşlerini destekledi.

 

Site: Site, yer, mekan

an archaeological site  /  arkeolojik bir alan

 

Sit: Oturmak

May I sit here?  /  Buraya oturabilir miyim? He went and sat beside her.  /  Ben gittim ve onun yanına oturdum.

 

Situation: Durum, yer

We have all been in similar embarrassing situations.  /  Hepimiz ben utanç verici durumlar içinde olmuşuzdur.

 

Six: Altı

I bought six books in today.   /  Ben bugün altı kitap satın aldım.

 

Sixteen: On altı

Sixteen of the car’s color was red.  /  On altı arabanın rengi kırmızıydı.

 

Sixty: Altmış

I was born in this building sixty years ago.  /  Ben altmış yıl önce bu binada doğdum.

 

Size: Boyut, büyüklük, beden,  numara

The facilities are excellent for a town that size.  /  Tesisler bir kasabanın büyüklüğü için mükemmeldir.

 

Skilful: Maharetli, becerikli, yetenekli

a skilful player  /  yetenekli bir oyuncu

 

Skilled: Nitelikli, vasıflı, yetenekli, ustalık gerektiren

Furniture-making is very skilled work.  /  Mobilya yapmak ustalık gerektiren bir iştir.

 

Skill: Beceri, ustalık, yetenek

management skills  /  yönetim becerileri

 

Skin: Cilt, deri, derisini yüzmek

cosmetics for sensitive skins  /  hassas ciltler için bakım ürünleri

 

Skirt: Etek

a long/short/straight/pleated, etc. skirt   /  uzun/kısa/düz/pileli vb. etek

 

Sky: Gökyüzü

The sky suddenly went dark and it started to rain.  /  Gökyüzü aniden karardı ve yağmur yağmaya başladı.

 

Sleep: Uyku, uyuma

I need to get some sleep. /  Benim biraz uyumam gerekir. I’ll feel better after a good night’s sleep.  /  Ben iyi bir gece uykusundan sonra daha iyi hissedeceğim.

 

Slice: Dilim, pay, dilimlemek, kesti

Slice the cucumber thinly.  /  İnce bir şekilde salatalık dilimleyin. He accidentally sliced his finger.  /  O kazara parmağını kesti.

 

Slide: Slayt, kayma, kaydırma

You can slide the front seats forward if necessary.   /    Gerekirse koltukları ön tarafa doğru kaydırabilirsiniz.

 

Slightly: Hafifçe, hafiften, biraz, çok az

I knew her slightly.   /  Onu çok az tanıyordum.

 

Slight: Hafif, küçük, önemsiz, azıcık

I woke up with a slight headache.  /  Ben hafif bir baş ağrısı ile uyandım.

 

Slip: Kayma

I ran up the stairs, my foot slipped and I fell.  /  Ben merdivenlerden yukarı koştum, ayağım kaydı ve düştüm.

 

Slope: Eğim, yamaç, eğimli olmak, meyilli olmak

The garden slopes away towards the river.  /  Bahçe nehre doğru eğimli.

 

Slowly: Yavaşça, yavaş bir şekilde, ağır ağır

Please could you speak more slowly?  /  Lütfen daha yavaş bir şekilde konuşabilir misiniz?

 

Slow: Yavaş

Progress was slower than expected.  /  İlerleme beklenenden daha yavaştı.

 

Small: Küçük, ufak

That dress is too small for you.   /   Bu elbise sizin için çok küçük.

 

Smart: Akıllı, zeki, şık

You look very smart in suit.  /  Takım elbisesinin içinde çok şık görünüyorsun. She’s smarter than her brother.  /  O, erkek kardeşinden daha akıllı.

 

Smell: Koku, koklamak

There was a smell of burning in the air.  /  Havada bir yanma kokusu vardı.

 

Smile: Gülümseme, tebessüm

‘hello,’ he said, with a smile. / bir tebessümle ‘merhaba’ dedi.

 

 Smoke: Duman, sigara, sigara içmek

You’re too young to smoke.   /  Sen sigara içmek için çok gençsin.

 

Smoking: Sigara içme, sigara

He’s trying to give up smoking.  /  O, sigarayı bırakmaya çalışıyor.

 

Smoothly: Sorunsuz, düzgünce, kolayca, pürüzsüzce

The engine was running smoothly.  /  Motor sorunsuz çalışıyordu.

 

Smooth: Pürüzsüz, düz

a lotion to make your skin feel soft and smooth  /  cildinizi yumuşak ve pürüzsüz hissetmeniz için bir losyon

 

Snake: Yılan

Python is a kind of snake. / Piton bir yılan çeşididir.

 

Snow: Kar, kar yağması

It snowed for three days without stopping. /  Üç gün boyunca durmadan kar yağdı.

 

 Soap: Sabun

Avoid using perfumed soaps on sensitive skin.  /  Hassas cilt üzerine parfümlü sabun kullanmaktan kaçının.

 

Social: Sosyal, toplumsal

a call for social and economic change  /  sosyal ve ekonomik değişim için bir çağrı

 

Society: Toplum

Racism exists at all levels of society.  /  Irkçılık toplumun her düzeyinde vardır.

 

Sock: Çorap, tokat

a pair of socks  /  bir çift çorap

 

Softly: Yumuşak bir şekilde, hafifçe, usulca

She closed the door softly.  /  O hafifçe kapıyı kapattı.

 

Soft: Yumuşak, hafif

soft feather pillows  /  yumuşak kuş tüyü yastıklar

 

Software: Yazılım, bilgisayar programı

Will the software run on my machine?  /  Yazılım benim makinemde çalışır mı?

 

Soil: Toprak, kir, kirletmek

soil erosion  /  toprak erozyonu

 

Soldier: Asker

soldiers on duty  /  nöbetçi askerler

 

Solid: Katı

liquids and solids  /  sıvılar ve katılar

 

Solution: Çözüm, çözelti

Attempts to find a solution have failed.  /  Çözüm bulma girişimleri başarısız oldu. Do you have a better solution?  /  Daha iyi bir çözümünüz var mı?

 

Solve: Çözmek

You can’t solve anything by running away.  / Sen kaçarak hiçbir şeyi çözemezsin.

 

Somebody: Birisi, kimse

She thinks she’s really somebody in that car.  /  O, gerçekten arabada birisinin olduğunu düşünüyor.

 

Somehow: Bir şekilde, her nasılsa, nedense

She looked different somehow.  /  O, nedense farklı görünüyordu.

 

Someone: Birisi, biri

There’s someone at the door. / Kapıda biri var.

 

Some: Bazı, biraz

All these students are good, but some work harder than others.  /  Bütün öğrenciler iyi; ama bazıları diğerlerinden daha sıkı çalışıyor.

 

Something: Bir şey

Don’t just stand there.Do something!  /  Orada ayakta durma. Bir şey yap!

 

Sometimes: Bazen, ara sıra

Sometimes I go by car.  /  Bazen arabayla giderim. He sometimes writes to me.  /  O, ara sıra bana yazar.

 

Somewhat: Biraz, bir miktar, oldukça

I was somewhat surprised to see him.  /  Ben onu gördüğüme biraz şaşırdım.

 

Somewhere: Bir yerde, bir yere

Can we go somewhere warm?  /  Biz sıcak bir yere gidebilir miyiz?

 

Song: Şarkı

She taught us the words of a French song.  /  O bize Fransızca şarkının sözlerini öğretti. We sang a song together.  /  Biz hep birlikte bir şarkı söyledik.

 

Son: Oğul, erkek evlat

We have two sons and a daughter.  /  Bizim iki oğlumuz ve bir kızmız var.

 

Soon: Yakında

We’ll be home soon.  /  Biz yakında evde olacağız. I soon realized the mistake.  /  Ben yakın zamanda hatayı fark ettim. She sold the house soon after her husband died.  /  O, kocasının ölümünden yakın zaman sonra evi sattı.

 

Sore: Yara, yaralı, ağrılı, acıyan

My stomach is still sore after the operation.  /  Midem, ameliyattan sonra hâlâ acıyor.

 

Sorry: Üzgün, pişman

Sorry, we don’t allow dogs in the house.  /  Üzgünüm, biz evde köpeklere izin vermiyoruz.

 

Sort: Tür, çeşit, sıralama, sınıflandırma, düzenleme

The computer sorts the words into alphabetical order.   /  Bilgisayar kelimeleri alfabetik düzene göre sıralar.

 

So: Yani, dolayısıyla, bu yüzden

It was still painful so I went to see a doctor.  /  Hâlâ acıyordu, bu yüzden bir doktora gittim.

 

Soul: Ruh

There was a feeling of restlessness deep in her soul.  /  Onun ruhunda derin bir huzursuzluk hissi vardı.

 

Sound: Ses, çalmak, ses çıkarmak

His voice sounded strange on the phone.  /  Onun sesi telefonda garip geliyordu. When I saw the smoke, I tried to sound the alarm. /  Ben dumanı gördüğümde alarm sesi çalıştı.

 

Soup: Çorba, et suyu

a bowl of soup  /  bir kase çorba

 

Source: Kaynak

What is their main source of income?  /  Onların ana gelir kaynağı nedir?

 

Sour: Ekşi

a sour smell / ekşi koku

 

Southern: Güney

the southern slopes of the mountains  /  dağların güney yamaçları

 

South: Güney

They live ten miles south of Bristol.  /   Onlar Bristol’un 10 mil güneyinde yaşıyor.

 

Space: Uzay, boşluk, mesafe, alan

There is very little storage space in the department.  /  Bölümümüzde çok az depolama alanı var.

 

Spare: Yedek

I’ve lost my key and I haven’t got a spare.  /  Anahtarımı kaybettim ve bir yedeğine sahip değilim.

 

Speaker: Konuşmacı, spiker, hoparlör

He was a guest speaker at the conference.  /  O konferansta misafir konuşmacıydı.

 

Speak: Konuşmak, söylemek

The President refused to speak to the waiting journalists.  /   Başkan, bekleyen gazetecilere konuşmayı reddetti.

 

Specialist: Uzman, uzman doktor

You need to see a specialist.  /  Sen bir uzman doktora görünmelisin.

 

Specially: Özel olarak, özellikle, bilhassa

We came specially to see you.  /  Biz bilhsassa seni görmeye geldik.

 

Special: Özel

Some of the officials have special privileges.  /  Görevlilerin bazıları özel ayrıcalıklara sahip.

 

Specifically: Özellikle

I specifically told you not to go near the water!   /   Ben özellikle suya yaklaşmamanı söyledim.

 

Specific: Belirli, özel

I gave you specific instructions.  /  Sana özel talimatlar verdim.

 

Speech: Konuşma

Several people made speeches at the wedding.  /  Birkaç kişi düğünde konuşma yaptı.

 

Speed: Hız, hızla, hızlandırmak

He sped away on his bike.  /  O bisikletiyle hızla uzaklaştı.

 

Spelling: Yazım,imla,  heceleme

My spelling is terrible.  /  Benim yazım korkunç.

 

Spell: Hecelemek, ayırmak, büyü

I completely fell under her spell.  /  Ben tamamiyle onun büyüsüne kapıldım. 

 

Spend: Harcamak, geçiştirmek

I’ve spent all my money already.  /  Ben zaten bütün paramı harcadım. The company has spent thousands of pounds updating their computer systems.  /  Şirket, bilgisayar sistemlerini güncellemeye binlerce pound harcadı.

 

Spice: Baharat, heyecan

common spices such as ginger and cinnamon  /  zencefil ve tarçın gibi bilinen baharatlar We need an exciting trip to add some spice to our lives.  /  Hayatımıza biraz  heyecan katmak için heyecan verici bir yolculuk gerekir.

 

Spicy: Baharatlı, acılı, heyecanlı

spicy chicken wings  /  baharatlı tavuk kanatları

 

Spider: Örümcek

She stared in horror to the black spider.  /  O, siyah örümceğe korku içinde baktı.

 

Spin: Dönüş, çevirmek

The plane was spinning without control.  /  Uçak kontrolsüzce dönüyordu.

 

Spirit: Ruh

the power of the human spirit to overcome difficulties  /  zorlukları aşmak için insan ruhunun gücü

 

Spiritual: Manevi, ruhsal

a lack of spiritual values in the modern world  /  modern dünyada manevi değerlerin eksikliği We’re concerned about your spiritual welfare.  /  Sizin ruhsal sağlığınız hakkında endişeliyiz.

 

Spite: Garez, nispet, inat

I’m sure he only said it out of spite.  /  Onun sadece inadına söylediğine eminim.

 

Split: Bölünme, yarık, ayrık, ayrılmış, çatışma

a damaging split within the party leadership  /  parti liderliği içindeki zararlı çatışma There’s a big split in the tent.  /  Çadırda büyük bir yarık var.

 

Spoil: Bozmak, berbat etmek, şımartmak

Don’t let him spoil your evening.  /  Geceni berbat etmesine izin verme.

 

Spoken: Konuşulan, konuşma, konuşan

The spoken language differs considerably from the written language.  /  Konuşma dili yazı dilinden önemli ölçüde farklıdır.

 

Spoon: Kaşık, kepçe

a soup spoon  /  bir çorba kaşığı

 

Sport: Spor, spor yapmak

I’m not interested in sport.  /  Ben sporla ilgilenmiyorum. There are excellent facilities for sport and recreation.  /  Spor ve dinlenme için mükemmel tesisler var.

 

Spot: Nokta, leke, benek

The male bird has a red spot on its beak.  /  Erkek kuşun gagasında kırmızı bir nokta vardır.

 

Spray: Sprey, püskürtmek, serpmek

Spray the conditioner onto your wet hair.  /  Kremi ıslak saç üzerine püskürtün.

 

Spread: Yayılmış, yaymak, yayılma

Shut doors to delay the spread of fire.  /  Yangının yayılmasını geciktirmek için kapıları kapatın.

 

Spring: Bahar, ilkbahar, fırlamak, sıçramak

The attacker sprang out from a doorway.  /  Saldırgan kapı aralığından dışarı fırladı. Flowers open in the spring.  /  Çiçekler bahar aylarında açar.

 

Square: Kare, meydan

The floor was tiled in squares of grey and white marble.  /  Zemin gri ve beyaz mermer kareler ile döşeli. The square of 7 is 49.  /  7’nin karesi 29’dur. Taksim Square / Taksim Meydanı

 

Squeeze: Sıkma, sıkıştırma

a squeeze of lemon juice  /  limon suyu sıkma Seven people in the car was a bit of a squeeze.  /  Arabadaki yedi kişi biraz sıkıştı.

 

Stable: Kararlı, istikrarlı, sabit, ahır, ahırda durmak

I think a few days cleaning in the stable.   /  Ben ahırda birkaç gün temizlik yapmayı düşünüyorum.

 

Staff: Personel, kadro

teaching staff  /  öğretim kadrosu

 

Stage: Sahne, sahnelemek, evre, aşama

The children are at different stages of development.  /  Çocuklar farklı gelişim evrelerinde bulunmaktadır.

 

His parents didn’t want him to go on the stage.  /  Onun ailesi sahneye çıkmasını istemiyordu.

 

 

Stair: Merdiven

We had to carry the piano up three flights of stairs.  /  Biz üç sefer piyanoyu merdivenlerden yukarıya taşımak zorunda kaldık.

 

Stamp: Damga

The box was stamped with the maker’s name.  /  Kutu üreticinin adı ile damgalıydı.

 

Standard: Standart, normal

A standard letter was sent to all candidates.  /  Bütün adaylara standart bir mektup gönderildi. Televisions are a standard feature in most hotel rooms.  /  Televizyon, çoğu otel odasında standart bir özelliktir.

 

Stand: Ayakta durmak

She tried to stand.  /  O, ayakta durmaya çalıştı.

 

Stare: Gözünü dikmek, dik dik bakmak, bakma

He continued to stare at Adrienne while he spoke to Brandon.  /   O, Brandon’a konuşurken Adrienne’ye bakmaya devam etti.

 

Star: Yıldız

  Stars visible in the night.  /  Yıldızlar gece görünür.

 

Start: Başlangıç

If we don’t hurry, we’ll miss the start of the game.  /  Biz acele etmezsek oyunun başlangıcını kaçıracağız.

 

Statament: Açıklama, bildirim, beyan, ifade

Your statement is misleading.  /  Sizin beyanınız yanıltıcıdır.

 

State: Devlet, eyalet, belirtmek, ifade etmek

The facts are clearly stated in the report.  /  Gerçekler raporda açıkça belirtilmiştir.

 

Station: İstasyon, durak

 a railway station  /  bir tren istasyonu

 

Statue: Heykel

a statue of Apollo  /  Apollo’nun heykeli

 

Status: Durum, statü, hal

The great job brings with it status and a high income.  /  Büyük iş statü ile yüksek gelir getirir. What is the current status of our application?  /  Bizim başvurumuzun son durumu nedir?

 

Stay: Kalmak, durmak, ziyaret

She’ll have to stay here tonight.  /  O bu gece burada kalmak zorunda.

 

Steady: Sabit, istikrarlı, sürekli, kımıldama!

We are making slow but steady progress.  /  Biz yavaş ama istikrarlı ilerliyoruz.

 

Steal: Çalmak, hırsızlık yapmak

I’ll report you to the police if I catch you stealing again.  /  Ben sizi bir daha çalarken yakalarsam polise bildireceğim.

 

Steam: Buhar

steam power  /  buhar gücü

 

Steel: Çelik

The bridge is reinforced with huge steel girders.  /  Köprü muazzam çelik kirişlerle takviye edilmiştir.

 

Steep: Dik, sarp, keskin, aşırı

a steep hill  /  sarp bir tepe a steep decline in the birth rate  /  doğum oranında keskin bir düşüş

 

Steer: Yönlendirmek

He took her arm and steered her towards the door.  /  Onun kolunu tuttu ve onu kapıya yönlendirdi.

 

Step: Adım, basmak, basamak, kademe

a baby’s first steps  /  bebeğin ilk adımları She was sitting on the bottom step of the staircase.  /  O, merdivenin alt basamağında oturuyordu.

 

Stick: Çubuk, dal parçası, ayrılmamak, yapıştırmak

We collected dry sticks to fire.  /  Ateş için kuru ağaç dal parçaları topladık.

 

Sticky: Yapışkan, yapışkanlı, yapış yapış, rutubetli

sticky fingers covered with jam  /  reçelle kaplı yapış yapış parmaklar She felt hot and sticky after six hours on the bus.  /  O, otobüsteki altı saatten sonra sıcak ve rutubetli hissetti.

 

Stiff: Sert, katı, zor

stiff cardboard  /  sert karton The new proposals have met with stiff opposition.  /  Yeni öneriler katı muhalefet ile karşılaştı.

 

Still: Hâlâ, hareketsiz

Keep still while I brush your hair. /  Ben saçını yaparken hareketsiz dur. Are you still there?  /  Hâlâ orda mısın?

 

Sting: İğne, sokmak

The scorpion has a sting in its tail. /  Akrebin kuyruğunda iğnesi var.

 

Stir: Karıştırmak, hareketlenme

She stirred her tea.  /  O, çayını karıştırdı. She heard the baby stir in the next room.  /  O, bebeğin yan odada hareketlendiğini duydu.

 

Stock: Stok, mevcut, bulundurmak

That particular model is not currently in stock.  /  Bu özel model şu an stokta değildir.

 

Stomach: Mide, karın

stomach pains / mide ağrıları You shouldn’t exercise on a full stomach.  /  Siz tok karnına egzersiz yapmamalısınız.

 

Stone: Taş

Most of the houses are built of stone.  /  Evlerin çoğu taştan inşa edilmiştir. stone walls  /  taş duvarlar

 

Stop: Durmak, durdurmak, durak

I get off at the next stop.  /  Bir sonraki durakta ineceğim. We can stop here.  /  Burada durabiliriz.

 

Store: Mağaza, depo

animals storing food for the winter  /  hayvanlar kış için yiyecek depoluyor Thousands of pieces of data are stored in a computer’s memory.  /  Binlerce veri parçası bilgisayarın belleğinde saklanır. She entered the darkened store while her friend waiting outside.  /  Onun arkadaşı dışarda beklerken o karanlık mağazaya girdi.

 

Storm: Fırtına

A few minutes later the storm began.  /  Bir kaç dakika sonra fırtına başladı

 

Story: Öykü, hikaye

a story about time travel  /  zaman yolculuğu hakkında bir öykü adventure/detective/love stories  /  macera/dedektif/aşk hikayeleri

 

Stove: Soba, ocak

She put a pan of water on the stove.  /  O soba üzerine su dolu bir tava koydu.

 

Straight: Düz, doğru, dik

a straight line  /  düz bir çizgi

 

Strain: Gerilme, zorlama, gerginlik, baskı

Their marriage is under great strain at the moment.  /  Onların evliliği şu anda büyük bir baskı altında. You will learn to cope with the stresses and strains of public life.  /  Siz kamusal yaşamın stres ve gerginlikleriyle başa çıkmayı öğreneceksiniz.

 

Strangely: Garip biçimde

She’s been acting very strangely lately.  /  O son zamanlarda çok garip biçimde davranıyormuş.

 

Stranger: Yabancı

Sorry, I don’t know where the bank is. I’m a stranger here.  /  Üzgünüm, nerede banka olduğunu bilmiyorum. Burada bir yabancıyım.

 

Strange: Garip, tuhaf, yabancı

A strange thing happened this morning.  /  Bu sabah tuhaf bir şey oldu.

 

Strategy: Strateji, taktik

the government’s economic strategy  /  hükümetin ekonomik stratejisi

 

Stream: Akış, akıtmak, akarsu, dere

Stream of blood  /  Kan akışı mountain streams / dağ akarsuları

 

Street: Sokak, cadde

The bank is just across the street.  /  Banka caddenin tam karşısında.

 

Strength: Dayanıklılık, güç, kuvvet

Political power depends to economic strength.  /  Siyasi güç ekonomik dayanıklılığa bağlıdır.

 

Stressed: Stresli

He was feeling very stressed and tired.  /  O çok stresli ve yorgun hissediyordu.

 

Stress: Stres, vurgu

He stressed the importance of a good education.  /  O iyi bir eğitimni önemini vurguladı.

 

Stretch: Uzatma, esneme, germe

This sweater has stretched.  /  Bu kazar gergin. Stretch the fabric tightly over the frame.  /  Çerçevenin üzerine sıkıca bez uzatın.

 

Strictly: Kesinlikle, tam olarak

Smoking is strictly forbidden.  /  Sigara kesinlikle yasaktır.

 

Strict: Sıkı, katı, tam

He told me in the strictest confidence.  /  O sıkı gizlilik içinde bana söyledi.

 

Strike: Vurmak, saldırmak, grev

an air strike / bir hava saldırısı strike of teachers  /  öğretmenlerin grevi

 

Striking: Çarpıcı, dikkat çekici

She was undoubtedly a very striking young woman.  /  O kuşkusuz çok dikkat çekicigenç bir kadındı.

 

String: Tel, ip

He wrapped the package in brown paper and tied it with string.  /  O kahverengi kağıda sarılmış paketi tel ile bağladı.

 

Striped: Çizgili

a striped shirt  /  çizgili bir gömlek a blue and white striped jacket  /  mavi beyaz çizgili ceket

 

Stripe: Çizgi, şerit

a zebra’s black and white stripes  /  zebranın siyah ve beyaz çizgileri

 

Strip: Şerit, çizgi, soyunma, striptiz

Cut the meat into strips.  /  Şeritler halinde et kesin. the Gaza Strip  /  Gaze şeridi a strip show  /  strptiz gösterisi

 

Stroke: Okşamak

He stroked her hair affectionately.  /  Onun saçlarını sevgiyle okşadı.

 

Strong: Güçlü, kuvvetli

She wasn’t a strong swimmer. / O güçlü bir yüzücü değildi. strong muscles  /  kuvvetli kaslar

 

Structure: Yapı, bina

changes in the social and economic structure of society  /  toplumun sosyal ve ekonomik yapısındaki değişiklikler

 

Struggle: Mücadele, savaş, çaba

She will not give up her children without a struggle.  /  O, mücadele etmeden çocuklardan vazgeçmeyecek.

 

Student: Öğrenci

He’s a third-year student at the College of Art.  /  O, sanat lisesinde üçüncü sınıf öğrencisi.

 

Studio: Stüdyo

a television studio / bir televizyon stüdyosu

 

Study: Öğrenim, çalışma, eğitim

How long have you been studying English?  /  Ne zamandır İngilizce öğreniyorsun. Don’t disturb Jane, she’s studying for her exam.  /  Jane’i rahatsız etme, o sınavı için çalışıyor.

 

Stuff: Madde, şey

I don’t know how you can eat that stuff!  /  Ben bilmiyorum senin nasıl şeyler yiyebildiğini.

 

Stupid: Aptal, salak

I was stupid enough to believe him.  /  Ben ona inanacak kadar aptaldım.

 

Style: Stil, tarz, şekillendirmek

a style of management  /  yönetim tarzı

 

Subject: Konu, ders

books on many different subjects  /  birçok farklı konuda kitaplar Biology is my favourite subject.  /  Edebiyat benim favori dersim.

 

Substance: Madde, cisim

a sticky substance  /  yapışkan bir madde

 

Substantially: Önemli ölçüde, esasen

The plane was substantially damaged in the crash.  /  Uçak, kazada önemli ölçüde zarar gördü. The company’s profits have been substantially lower this year.  /  Şirketin kârı bu yıl önemli ölçüde daha düşük olmuştur.

 

Substantial: Önemli, büyük, oldukça

There are substantial differences between the two groups.  /  İki grup arasında önemli farklılıklar vardır.

 

Substitute: Yedek, vekil, yerine geçmek, değiştirme

Nothing can substitute for the advice your doctor is able to give you.  /  Hiçbir doktorunuzun size verebileceği tavsiyelerin yerine geçemez. Two substitutions were made during the game.  /  Oyun sırasında iki değiştirme yapılmıştır.

 

Succeed: Başarılı

You will have to work hard if you are to succeed.  /  Başarılıysanız sıkı çalışmak zorunda kalacaksınız. Our plan succeeded.  /  Planımız başarılı oldu.

 

Successful: Başarılı

I wasn’t very successful at keeping secret.  /  Ben sır tutmada başarılı değildim.

 

Success: Başarı, başarılı kimse

They didn’t have much success in life.  /  Onların hayatta çok başarısı yoktu. He’s proud of his daughter’s successes.  /  O kızının başarılarından gurur duyuyor.

 

Such: Böyle, öyle, bu gibi, o kadar

They had been invited to a Hindu wedding and were not sure what happened on such occasions.  /  Onlar bir Hindu düğününe davet edildi ve böyle durumlarda ne yapılacağından emin değillerdi.

 

Suck: Emmek, çekmek

He sucked the blood from a cut on his finger.  /  O parmağındaki bir kesikten kan emdi.

 

Suddenly: Aniden, birden

I suddenly realized what I had to do.  /  Aniden yapmam gerekeni anladım.

 

Sudden: Ani, beklenmedik, ansızın

Don’t make any sudden movements.  /  Ani hareketler yapmayın. His death was very sudden.  /  Onu ölümü çok ani oldu.

 

Suffering: Acı, cefa, ızdırap, acı çeken

This war has caused widespread human suffering.  /  Bu savaş geniş ölçüde insanın acı çekmesine neden oldu.

 

Suffer: Acı, acı çekmek, zarar görmek, muzdarip

Many companies are suffering from a shortage of skilled staff.  /  Birçok şirket kalifiye personel sıkıntısından muzdarip.

 

Sufficient: Yeterli, kâfi

Allow sufficient time to get there.  /  Oraya gitmek için yeterli zaman tanıyın. These reasons are not sufficient to justify the ban.  /  Bu sebepler yasağı haklı çıkarmak için yeterli değildir.

 

Sugar: Şeker

This juice contains no added sugar.  /  Bu meyve suyu şeker ilavesi içermez.

 

Suggestion: Öneri, teklif

Can I make a suggestion?  /   Bir öneride bulunabilir miyim?

 

Suggest: Önermek, teklif etmek

Can you suggest a good dictionary?  /  İyi bir sözlük önerebilir misiniz?

 

Suitable: Uygun

This programme is not suitable for children.  /  Bu program çocuklar için uygun değildir. a suitable place for a picnic  /  piknik için uygun bir yer

 

Suitcase: Bavul, valiz

He pulled a suitcase from the closet and opened it on the bed.  /  O dolaptan bir bavul çekti ve yatağın üzerine açtı.

 

Suited: Uygun

This diet is suited to everyone who wants to lose weight fast.  /  Bu diyet hızlı kilo vermek isteyen herkes için uygundur.

 

Suit: Uymak, uygun, takım elbise

Choose a computer to suit your particular needs.  /  Özel ihtiyaçlarınıza uygun bir bilgisayar seçin.

 

Summary: Özet

The following is a summary of our conclusions.  /  Aşağıdaki bizim sonuçlarımızın bir özetidir.

 

Summer: Yaz

the summer holidays  /  yaz tatili

 

Sum: Toplam, miktar, meblağ

Sum of costing  £60 /  Maliyet toplamı 60 pound

 

Sunday: Pazar

We went to picnic on Sunday.  /  Biz pazar günü pikniğe gittik.

 

Sun: Güneş

The sun was shining and birds were singing.  /  Güneş parlıyor ve kuşlar şarkı söylüyordu.

 

Superior: Üstün, üst

This model is technically superior to its competitors.  /  Bu model rakiplerine göre teknik olarak üstündür.

 

Supply: Tedarik, arz, sağlama, temin, karşılamak

foods supplying our daily vitamin needs  /  gıdalar bizim günlük vitamin ihitiyacımızı karşılıyor

 

Supporter: Taraftar, destekçi

I’m a Besiktas supporter.   /  Ben Beşiktaş taraftarıyım.

 

Support: Destek, yardım

There is strong public support for the change.  /  Değişim için güçlü bir halk desteği var.

 

Suppose: Varsaymak, farzetmek, tahmin etmek, sanmak

Prices will go up, I suppose.  /  Fiyatların artacağını tahmin ediyorum.

 

Surely: Şüphesiz, elbette, tabii

Surely we should do something about it?  /  Elbette biz bu konuda bir şeyler yapmalıyız.

 

Sure: Tabii, kesinlikle, elbette

Sure, no problem.  /  Tabii, sorun yok.

 

Surface: Yüzey

We’ll need a flat surface to play the game on.  /  Oyun oynamak için düz bir yüzeye ihtiyacımız var.

 

Surname: Soyadı

My surname is Gerrard.  /  Benim soyadım Gerrard.

 

Surprised: Şaşırmış, hayretle

Ona söylediğimde şaşırmış görünüyordu. I was surprised at how quickly she agreed.  /  Ben onun nasıl hızlı bir şekilde kabul ettiğine şaşırdım.

 

Surprise: Sürpriz, beklenmedik, şaşırtmak

It’s always surprised me how popular he is.  /  Onun nasıl popüler olduğu beni daima şaşırtmıştır.

 

Surprising: Şaşırtıcı, hayret verici

It’s surprising what people will do for money.  /  İnsanların para için yapacakları şaşırtıcı. She knew surprisingly little about her sister’s life.  /  O, şaşırtıcı bir şekilde kız kardeşinin hakkında az şey biliyordu.

 

Surround: Kuşatma, çevirme, çevreleme

Tall trees surround the lake.  /  Uzun ağaçlar gölü çevreliyor.

 

Surrounding: Etraftaki, çevresindeki

Oxford and the surrounding area  /  Oxford ve çevresindeki alan From the top of the hill you can see all the surrounding countryside.  /  Tepenin zirvesinden etraftaki bütün kırsal bölgeyi görebilirsiniz.

 

Survey: Anket, bakmak, incelemek, araştırmak

He surveyed himself in the mirror before going out.  /  O dışarı çıkmadan önce aynada kendine baktı.

 

Survive: Hayatta kalmak

She was the last surviving member of the family.  /  O, ailenin hayatta kalan son üyesiydi.  Of the six people injured in the crash, only two survived.  /  Kazada yaralanan altı kişiden sadece ikisi hayatta kaldı.

 

Suspect: Şüphe, şüphelenmek

Five suspects have been detained for questioning.  /  Beş zanlı sorgulanmak üzere gözaltına alındı.

 

Suspicion: Şüphe, kuşku

They drove away slowly to avoid arousing suspicion.  /  Onlar şüphe çekmemek için yavaş yavaş uzaklaştı.

 

Suspicious: Şüpheli, kuşkulu

They became suspicious of his behaviour and contacted the police.  /  Onlar onun davranışından şüphelendi ve polisle irtibata geçti.

 

Swallow: Yutmak

We must to chew food before swallowing.  /  Biz yiyeceği yutmadan önce çiğnemeliyiz.

 

Swearing: Küfür, küfretmek, kaba söz

Swearing is prohibited.  /  Küfretmek yasaktır.

 

Swear: Küfür, küfretmek, yemin etmek, söz vermek

I swear (that) I’ll never leave you.  /  Ben asla seni bırakmayacağıma söz veriyorum. She fell over and swore loudly.  /  O yere düştü ve yüksek sesle küfür etti.

 

Sweater: Kazak

T-shirt, sweater, gloves.  /  Tişört, kazak, eldiven

 

Sweat: Ter, terlemek

His hands began to sweat.  /  Elleri terlemeye başladı.

 

Sweep: Süpürme, tarama

Chimneys must sweep regularly.  /  Bacalar düzenli olarak süpürülmelidir.

 

Sweet: Tatlı, şeker, şekerim, tatlım

a sweet shop  /  tatlı dükkanı Would you like some more sweet?  /  Biraz daha tatlı ister misiniz? Don’t you worry, my sweet. /  Endişelenme şekerim.

 

Swelling: Şişme, şişik

Use ice to reduce the swelling.  /  Şişiği azaltmak için buz kullanın. 

 

Swell: Kabarma, şişme

Her arm was beginning to swell up where the bee had stung her.  /  Onun kolu arının soktuğu yerden şişmeye başlamıştı. Bacteria can cause gums to swell and bleed.  /  Bakteriler diş etinin şişmesine ve kanamasına neden olabilir.

 

Swimming Pool: Yüzme havuzu

an outdoor swimming pool  /  açık yüzme havuzu

 

Swimming: Yüzme

Swimming is a good form of exercise.  /  Yüzme iyi bir egzersiz şeklidir.

 

Swim: Yüzme, dolmak

I can’t swim.  /  Ben yüzemem. Her eyes were swimming with tears.  /  Onun gözleri yaşlarla doluydu.

 

Swing: Salıncak, sallanma

The kids were playing on the swings.  /  Çocuklar salıncakta oynuyordu.

 

Switch: Değiştirmek, şalter

When did you switch job?  /  Ne zaman iş değiştirdiniz?

 

Swollen: Şişmiş, kabarık

Her eyes were red and swollen from crying.  /  Onun gözleri ağlamaktan kızarmış ve şişmişti.

 

Symbol: Sembol, simge, işaret

Mandela became a symbol of the anti-apartheid struggle.  /  Mandela apartheid (ırkçı ayrımcılık) karşıtı mücadelenin bir sembolü haline geldi.

 

Sympathetic: Sempatik, sevimli, cana yakın, halden anlayan

a sympathetic character in a novel  /  romandaki sempatik bir karakter

 

Sympathy: Acısını paylaşma, halden anlamak, duygudaşlık, ilgi

I wish he’d show me a little more sympathy.  /  Keşke o bana biraz daha ilgili gösterseydi.

 

System: Sistem, düzen

a new system for assessing personal tax bills /   kişisel vergi faturalarının değerlendirilmesi için yeni bir sistem heating systems  /  ısıtma sistemleri

 

Table: Masa, masadakiler, tablo

a kitchen table  /  mutfak masası Table 2 shows how prices and earnings have increased over the past 20 years.  /  Tablo 2 son 20 yılda fiyatlar ve kazançlar üzerinde nasıl artış olduğunu gösteriyor.

 

Tablet: Tablet, hap, kitabe

Take two tablets with water before meals.  /  Yemeklerden önce su ile iki hap alın.

 

Tackle: Başarmak, becermek, uğraşmak, üstesinden gelmek, yakalamak, topu kapmak

Firefighters tackled a blaze in a garage last night.  /  İtfaiyeciler dün gece garajdaki yangının üstesinden geldi. He was tackled just outside the penalty area.  /  O cezas sahasının hemen dışında topu aldı.

 

Tail: Kuyruk

The dog ran up, wagging its tail.  /  Köpek kuyruğunu sallayarak yukarı koştu.

 

Take: Almak, çekmek, götürmek, tutmak

I forgot to take my bag when I got off the bus.  /  Otobüsten indiğimde çantamı almayı unuttum. It’s too far to walk. I’ll take you by car.  /  Yürümek için çok uzak. Ben sizi araba ile götüreceğim.

 

Talk: Konuşma, sohbet, görüşme, tartışma

We need to have a serious talk about money matters.  /  Bizim parasal konular hakkında ciddi bir konuşmaya ihtiyacımız var. Talks between management and workers broke down over the issue of holiday pay.   /   Yönetici ve çalışanlar arasındaki görüşmeler bayram harçlığı meselesi üzerine bozuldu.

 

Tall: Uzun

She’s tall and thin.  /  O uzun boylu ve zayıf. the tallest building in the world  /  dünyanın en yüksek binası

 

Tank: Tank, depo

a hot water tank  /  sıcak su deposu

 

Tape: Teyp, kaset, kaydetmek

Police seized various books and tapes.   /  Polis çeşitli kitaplar ve kasetler ele geçirdi. 

 

Tap: Musluk, tıklatmak, hafifçe dokunmak

bath taps  /  Banyo muslukları He felt a tap on his shoulder and turned.  /  omzunda hafif bir doonma hissetti ve döndü.

 

Target: Hedef, amaç

attainment targets  /  kazanım hedefeleri The university will reach its target of 5000 students next September.  /  Üniversite bir dahaki Eylül hedeflerine ulaşacak.

 

Task: Görev

It was my task to wake everyone up in the morning.  /  Sabahleyin herkesi uyandırmak benim görevimdi.

 

Taste: Tat, lezzet, tadınıa bakmak, tatmak

It tastes sweet.  /  Tatlı tadı. You can taste the garlic.  /  Yemeği tadabilirsiniz.

 

Taxi: Taksi

I came home by taxi.  /  Ben taksiyle eve geldim.

 

Tax: Vergi, vergilendirme

Interest payments are taxed as part of your income.  /  Faiz ödemeleri gelirinizin bir parçası olarak vergilendirilmektedir.

 

Teacher: Öğretmen

There is a growing need for qualified teachers of Business English.  /  İş İngilizcesinin nitelikli öğretmenleri için büyüyen bir ihtiyaç var.

 

Teaching: Öğretim, öğretme, öğretmenlik

He has now retired from full-time teaching  /  O, şimdi tam zamanlı öğretmenlikten emekli.

 

Teach: Öğretmek, ders vermek, eğitmek, öğretmenlik yapmak

She teaches at our local school.  /  O, bizim yerel okulumuzda öğretmenlik yapıyor.

 

Team: Takım, ekip

Whose team are you in?  /  Sen kimin takımındasın? The team is not playing very well this season.  /  Takım bu sezon çok iyi oynamıyor.

 

Tear: Gözyaşı, yırtık

Be careful, the fabric tears very easily. / Dikkatli ol, kumaş çok kolay bir şekilde yırtılır. Her tears flowed like a flood.  /  Onun gözyaşları sel gibi aktı.

 

Tea: Çay

Do you take sugar in your tea?  /  Çayınıza şeker alır mısınız?

 

Technical: Teknik

We offer free technical support for those buying our software.  /  Bizim yazılımımızı satın alanlar için bedava teknik destek sunuyoruz.

 

Technique: Teknik, yöntem, usül

marketing techniques  /  pazarlama teknikleri

 

Technology: Teknoloji

science and technology  / bilim ve teknoloji recent advances in medical technology  /  tıp teknolojisindeki son gelişmeler

 

Telephone: Telefon etmek, telefon

Please write or telephone for details.  /  Lütfen ayrıntılar için yazın veya telefon edin.

 

Television: Televizyon

We don’t do much in the evenings except watch television.  /  Bizim akşamları televizyon izlemek dışında yaptığımız fazla bir şey yok.

 

Tell: Söylemek, anlatmak

He told the news to everybody he saw.  /  O gördüğü herkese haberi söyledi.

 

Temperature: Sıcaklık

a rise in temperature  /  sıcaklıkta bir artış

 

Temporary: Geçici, eğreti

I’m looking for temporary work.  /  Ben geçici bir iş arıyorum.

 

Tendency: Eğilim, meyil

This material has a tendency to shrink when washed.  /  Bu malzeme yıkandığı zaman küçülmeye meyillidir.

 

Tend: Eğilimi olmak, yönelmek

Women tend to live longer than men.  /  Kadınlar erkeklerden daha uzun yaşamak eğilimindedir.

 

Tension: Tansiyon, gerilim

Family tensions and conflicts may lead to violence.  /  Aile gerilimleri ve çatışmaları şiddete yol açabilir.

 

Ten: On

There are ten people in the library.  /  Kütüphanede on kişi var.

 

Tenth: Onuncu

I was tenth in the competition.  /  Yarışmada onuncu oldum.

 

Tent: Çadır

camping tent  /  kamp çadırı

 

Term: Terim, dönem, süre

a technical/legal/scientific, etc. term  /  teknik/yasal/bilimsel vb. terim a long term of education  /  uzun bir eğitim dönemi

 

Terrible: Korkunç

a terrible experience  /  korkunç bir deneyim

 

Terribly: Korkunç, berbat bir şekilde, son derece

I’m terribly sorry, did I hurt you?  /  Ben son derece üzgünüm, seni incittim mi?

 

Test: Test, denemek, sınamak

We test your English before deciding which class to put you in.  /  Biz sizi hangi sınıfa koyacağımıza karar vermeden önce test edeceğiz.

 

Text: Metin

My job is to lay out the text and graphics on the page.  /  Benim işim metin ve grafikleri sayfa üzerine yerleştirmektir.

 

Thanks: Teşekkürler

We gave thanks to God for all our blessings.  /  Biz bütün nimetlerimiz için tanrıya teşekkür ettik.

 

Thank: Teşekkür, teşekkür etmek

In his speech, he thanked everyone for all their hard work.  /  Konuşmasında, o herkese bütün sıkı çalışmaları için teşekkür etti.

 

Thank you: Teşekkür ederim, teşekkür

The actor sent a big thank you to all his fans for their letters of support.  /  Aktör onların destek mektupları için bütün hayranlarına büyük bir teşekkür gönderdi.

 

Than: Göre, -den, -dan

I’m older than her.  /  Ben ondan daha yaşlıyım.

 

That: O, şu, -dığı

She said that the story was true.  /  O, hikayenin doğru olduğunu söyledi. That school. /  O okul

 

Theatre: Tiyatro

How often do you go to the theatre?  /  Ne sıklıkla tiyatroya gidiyorsun?

 

Theirs: Onlarınki

It’s a favourite game of theirs.  /  Bu onların sevdikleri bir oyun.

 

Their: Onların

Their parties are always fun.  /  Onların partileri daima eğlencelidir.

 

Theme: Tema, konu

The naked male figure was always the central theme of Greek art.  /  Çıplak erkek figürü her zaman Yunan sanatının merkezi teması oldu.

 

Themselves: Kendilerini, kendileri

The children were arguing amongst themselves.  /  Çocuklar kendi aralarında tartışıyorlardı.

 

Them: Onları, onlara, onlar

Tell them the news.  /  Onlara haberleri söyle. Did you eat all of them? /  Onların hepsini yedin mi?

 

Then: Sonra, ondan sonra, öyleyse, o halde

We lived in France and then Italy before coming back to England.  /  Biz İngiltere’ye dönmeden önce Fransa’da ve sonra İtalya’da yaşadık.

 

Theory: Teori, kuram

According to the theory of relativity, nothing can travel faster than light.  /  İzafiyet teorisine göre hiçbir şey ışıktan daha hızlı yol alamaz.

 

Therefore: Bu nedenle, bu yüzden

He’s only 17 and therefore not eligible to vote.  /  O sadece 17 yaşında, bu yüzden oy kullanmak için uygun değil.

 

There: Var, orada

There are two people waiting outside.  /  Dışarıda bekleyen iki kişi var. We went on to Paris and stayed there eleven days.  /  Biz Paris’e gittik ve orada on bir gün kaldık.

 

They: Onlar

‘Where are John and Liz?’ ‘They went for a walk.’  /  ‘John ve Liz nerede?’ ‘Onlar yürüyüşe gitti’

 

Thickly: Kalınca, kalın bir şekilde

thickly sliced bread  /  kalın dilimlenmiş ekmek

 

Thickness: Kalınlık

Use wood of at least 12 mm thickness.   /  En az 12 mm kalınlığında ahşap kullanın.

 

Thick: Kalın

Everything was covered with a thick layer of dust.  /  Her şey kalın bir toz tabakası ile kaplıydı.

 

Thief: Hırsız

a car thief  /  araba hırsızı

 

Thing: Şey, eşya

Bring your swimming things.  /  Yüzme eşyalarını getir. There’s another thing I’d like to ask you.  /  Sana sormak istediğim farklı bir şey var.

 

Thinking: Düşünme, düşünce

I had to do some quick thinking.  /  Ben biraz hızlı düşünmek zorundaydım. She explained the thinking behind the campaign.  /  O kampanyanın arkasındaki düşünceyi açıkladı.

 

Think: Düşünmek, sanmak, zannetmek

I think this is their house, but I’m not sure. /  Zannediyorum bu onların evi, ama emin değilim. What did you think about the idea?  /  Fikir hakkında ne düşündün.

 

Thin: İnce, zayıf

Cut the vegetables into thin strips.  /  Sebzeleri ince dilimler halinde kesin.

 

Third: Üçüncü

Our house in the third building.   /  Bizim evimiz üçüncü binanın içinde.

 

Thirsty: Susuz, susamış

We were hungry and thirsty.  /  Biz aç ve susuzduk.

 

Thirteen: On üç

Onların on üç yaşında ikizleri var.  /  Onların on üç yaşında ikizleri var.

 

Thirty: Otuz

The match will start thirty minutes later.  / Otuz dakika sonra maç başlayacak.

 

This: Bu

How long have you been living in this country?  /  Ne zamandır bu ülkede yaşıyorsunuz?

 

Thoroughly: İyice, tamamen, adamakıllı

I’m thoroughly confused.  /  İyice kafam karıştı.

 

Through: Tamamen, ayrıntılı, baştan sona, arasından

a thorough knowledge of the subject  /  konunun ayrıntılı bilgisi The police carried out a thorough investigation.  / Polis ayrıntılı bir soruşturma yürütmektedir.

 

Throw: Atmak, fırlatmak

She threw the ball up and caught it again.  /  O topu yukarı attı ve tekrar yakaladı.

 

Thumb: Baş parmak

She still sucks her thumb when she’s worried.  /  O hâlâ endişelendiği zaman parmağını emiyor.

 

Thursday: Perşembe

I don’t go to work Thursdays.  /  Ben Perşembe günleri işe gitmiyorum.

 

Thus: Böylece, bu nedenle, bunun için

Many scholars have argued thus.  /  Birçok bilgin bunun için tartıştı. We do not own the building. Thus, it would be impossible for us to make any major changes to it.  /  Biz bina sahibi değiliz. Bu yüzden her hangi bir önemli değişiklik yapmamız imkansız olurdu.

 

Ticket: Bilet, etiket

free tickets to the show  /  gösteri için ücretsiz biletler

 

Tidy: Düzenli, derli toplu

I spent all morning cleaning and tidying.  /  Bütün sabahı temizliğe ve düzenlemeye harcadım.

 

Tie: Kravat, bağ, bağlamak

a collar and tie  /  bir yaka ve kravat the ties of friendship  /  dostluk bağları

 

Tightly: Sıkıca, sıkı sıkı

He held on tightly to her arm.  /  Onun koluna sıkıca tutundu.

 

Tight: Sıkı, dar

The screw was so tight that it wouldn’t move.  /  Vida hareket edemeyecek kadar sıkıydı.

 

Timetable: Tarife, zaman çizelgesi, program

a train timetable  /  tren tarifesi

 

Time: Zaman, süre

The changing seasons mark the passing of time.  /  Değişen mevsimler zamanın geçişini işaret ediyor.

 

Tin: Kalay, teneke

a tin mine   /  bir kalay madeni

 

Tiny: Küçücük, minik

a tiny baby  /  minik bir bebek

 

Tip: İpucu, uç, bahşiş

She tipped ten dollar to waiter.  /  O, garsona on dolar bahşiş verdi.

 

Tired: Tired

I’m too tired even to think.  /  Ben düşünmek için bile çok yorgunum.

 

Tire: Lastik

a front tire  /  ön lastik

 

Tiring: Yorucu, eziyetli

Shopping can be very tiring.  /  Alışveriş çok yorucu olabilir.

 

Title: Başlık

His poems were published under the title of ‘Love and Reason’.  /  Onun şiirleri ‘Aşk ve Akıl’ başlığı altında yayımlandı.

 

Today: Bugün, günümüzde

Today is her tenth birthday.  /  Bugün onun onuncu doğum günü.

 

Toe: Ayak parmağı, parmak

Can you touch your toes?  /  Sen ayak parmaklarına dokunabilir misin?

 

Together: Birlikte, beraber

Together they climbed the dark stairs.  /  Onlar birlikte karanlık merdivenleri tırmandı.

 

Toilet: Tuvalet

I need to go to the toilet.  /  Benim tuvalete gitmeye ihtiyacım var.

 

Tomato: Domates

tomato plants  /  domates bitkileri

 

Tomorrow: Yarın

Today is Tuesday, so tomorrow is Wednesday.  /  Bugün Salı, yani yarın Çarşamba.

 

Tone: Ton, ses

a conversational tone  /  bir konuşma sesi

 

Tool: Araç, alet

Always select the right tool for the job.  /  İş için daima doğru aracı seçin.

 

Tooth: Diş

tooth decay  /  diş çürüğü

 

Too: Çok, de

The dress was too tight for me.  /  Elbise benim için çok dardı. Can I come too?  /  Ben de gelebilir miyim?

 

Topic: Konu, mesele, mevzu

The main topic of conversation was Tom’s new girlfriend.  /  Konuşmanın ana konusu Tom’un yeni kız arkadaşıydı.

 

Top: En, üst, tepe

He lives on the top floor.  /  O üst katta yaşıyor.

 

Totally: Tamamen, bütün olarak

They come from totally different cultures.  /  Onlar tamamen farklı kültürlerden geliyor. 

 

Total: Toplam

The club has a total membership of 300.  /  Kulüp toplam 300 üyeye sahip.

 

To: İçin, -e, -a, -e doğru

I am going to tell you a story.  /  Ben size bir hikaye anlatacağım.

 

Touch: Dokunuş, temas

She played the piano with a light touch.  /  O hafif bir dokunuşla piyano çaldı.

 

Tough: Zor, sert

a tough childhood  /  zor bir çocukluk

 

Tourist: Turist

Further information is available from the local tourist office  /  Yerel turizm ofisinden daha fazla bilgi edinlebilir.

 

Tour: Tur, turne, gezme

He toured America with his one-man show.  /  O tek kişilik gösterisi ile Amerika’yı gezdi.

 

 

 

Towards: Karşı, doğru, yönünde

This is a first step towards political union.  /  Bu siyasi birliğe doğru ilk adımdır.

 

 

 

Tower: Kule

the Eiffel Tower  /  Eyfel Kulesi

 

 

 

Town: Şehir, kasaba

They live in a rough area of town.  /  Onlar kasabanın engebeli bir alanında yaşıyor.

 

 

 

Toy: Oyuncak

a toy car  /  oyuncak araba

 

 

 

Trace: İz, ipucu, belirti

Police searched the area but found no trace of the escaped prisoners.  /  Polis bölgeyi aradı ama kaçan mahkumların izi bulunamadı.

 

 

 

Track: Parça, iz, rota, izlemek

We followed the bear’s tracks in the snow.  /  Biz karda ayının izini takip ettik.

 

 

 

Trade: Ticaret, alım-satım

trading partners   /  ticaret ortakları

 

 

 

Traditional: Geleneksel

traditional dress  /  geleneksel elbise

 

 

 

Tradition: Gelenek, adet

There’s a private tradition in our family.  /  Bizim ailede özel bir gelenek var.

 

 

 

 Traditional: Geleneksel

Their marriage is very traditional. / Onların evliliği çok geleneksel.

 

 

 

 

 

Traffic: Trafik

There’s always a lot of traffic at this time of day. / Günün bu saatlerinde her zaman çok fazla trafik olur.

 

 

 

Train: Tren

I like travelling by train.  /  Ben trenle seyahat etmeyi seviyorum.

 

There are regular train services to İstanbul and Ankara.  /  İstanbul ve Ankara’ya düzenli tren seferleri vardır.

 

 

 

 

 

Training: Eğitim, antrenman

staff training  /  personel eğitimi

 

 

 

Transfer: Aktarma, nakil, transfer

The patient was transferred to another hospital.  /  Hasta başka bir hastaneye nakledildi.

 

 

 

 

 

Transform: Dönüştürmek

It was an event that would transform my life.  / Benim hayatımı dönüştürecek bir olaydı.

 

 

 

Translate: Çevirmek, tercüme etmek

Her books have been translated into 24 languages.  /  Onun kitapları 24 dile tercüme edilmiştir.

 

 

 

Translation: Çeviri, tercüme

He specializes in translation from Turkish into English.  / O Türkçeden İngilizceye çeviri konusunda uzmanlaşmış.

 

 

 

Transparent: Şeffaf, saydam, transparan

The insect’s wings are almost transparent.  /  Böceğin kanatları neredeyse saydamdır.

 

 

 

Transport: Ulaştırma, taşıma, nakliye

the government’s transport policy  /  Hükümetin ulaştırma politikası.

 

Most of our luggage was transported by sea.  /  Bagajımızın çoğu deniz yoluyla taşındı.

 

 

 

Transportation: Taşımacılık

The club is providing free transportation to the stadium from downtown.  /  Kulüp şehir merkezinden stadyuma ücretsiz taşımacılık sağlamaktadır.

 

 

 

 

 

Trap: Tuzak

Some women see marriage as a trap.  /  Bazı kadınlar evliliği bir tuzak olarak görürler.

 

 

 

Travel: Seyahat, yolculuk etmek

I go to bed early if I’m will travel the next day. /  Ertesi gün yolculuk edecek olursam erken yatarım.

 

 

 

Traveller: Yolcu, gezgin

Stations can be dangerous places for the unwary traveller.  /  İstasyonlar dikkatsiz yolcular için tehlikeli yerler olabilir.

 

 

 

Treat: Davranmak, tedavi etmek

My parents still treat me like a child. /  Ebeveynlerim bana hâlâ çocuk gibi davranıyor.

 

This disease is usually treated with drugs and a strict diet.  /  Bu hastalık genellikle ilaç ve sıkı diyet ile tedavi edilmektedir.

 

 

 

Treatment: Tedavi etmek

She is responding well to treatment.  /  O tedaviye iyi yanıt veriyor.

 

 

 

Tree: Ağaç

an oak tree  /  bir meşe ağacı

 

 

 

Trend: Eğilim, akım

social trends / sosyal eğilimler

 

 

 

Trial: Deneme, duruşma, yargılama

She was detained without trial.  /  O yargılanmadan gözaltına alındı.

 

 

 

Triangle: Üçgen

a right-angled triangle   /  bir dik açılı üçgen

 

 

 

 

 

Trick: Hile, tuzak

He amused the kids with conjurer tricks.  /  O hokkabaz hileleri ile çocukları eğlendirdi.

 

They had to think of a trick to get past the guards.  /  Onlar korumaları geçmek için bir bir hile düşünmek zorunda.

 

 

 

Trip: Gezi, yolculuk

We went on a trip to the mountains.  /  Biz dağlara geziye gittik.

 

 

 

 Tropical: Tropikal, çok sıcak

a tropical island  /  tropikal bir ada

 

 

 

 

 

Trouble: Sorun, sıkıntı, problem

She was on the phone for an hour telling me her troubles.  /    O bir saattir telefonda bana sorunlarını anlatıyordu.

 

 

 

 

 

Trousers: Pantolon

a pair of grey trousers    / bir çift gri pantolon

 

 

 

 

 

Truck: Kamyon

a truck driver  / bir kamyon şoförü

 

 

 

True: Gerçek, doğru, asıl

Can you prove that what you say is true?/  Sen söylediklerinin gerçekliğini kanıtlayabilir misin?

 

 

 

Truly: Gerçekten, hakikaten

She truly believes that none of this is her fault.   /  O gerçekten onun için hiçbir hatası olmadığına inanıyor.

 

a truly magnificent performance  / hakikaten muhteşem bir performans

 

 

 

Trust: Güven

a partnership based on trust  /  güvene dayalı bir ortaklık

 

 

 

Truth: Gerçek, hakikat, doğru

Do you think she’s telling the truth?   / Sizce o doğru söylüyor mu?

 

 

 

 

 

Try: Denemek, teşebbüs etmek, gayret etmek, çalışmak

What are you trying to do?   /  Ne yapmaya çalışıyorsun?

 

Try these shoes. They should fit you.   /  Bu ayakkabıları deneyin. Onlar size uygun olmalıdır.

 

 

 

Tube: Tüp

a tube of toothpaste  / diş macunu tüpü

 

 

 

 

 

Tuesday: Salı

Tuesday is second day of the week.   / Salı haftanın ikinci günüdür.

 

 

 

Tune: Melodi

I don’t know the title but I recognize the tune.  /  Ben başlığı bilmiyorum ama melodiyi tanırım.

 

 

 

Tunnel: Tünel

a railway tunnel  / bir demiryolu tüneli

 

 

 

Turn: Dönüş, dönmek

The wheels of the car began to turn.  /  Arabanın tekerleri dönmeye başladı.

 

 

 

 

 

Turn Down: Geri çevirmek, reddetmek

Why did she turn down your invitation?  /   O, neden sizin davetinizi geri çevirdi?

 

 

 

Turn into: Çevirmek, dönüşmek

Our dream holiday turned into a nightmare.  /   Rüya tatilimiz bir kabusa dönüştü.

 

 

 

 

 

Turn off: Kapamak, söndürmek, sapmak

They’ve turned off the water while they repair a burst pipe. / Onlar patlak bir boruyu tamir ederken suyu kapattılar.

 

 

 

Turn on: Açmak, heyecanlandırmak, etkilemek, saldırmak

 

 

The dogs suddenly turned on each other. / Köpekler aniden birbirlerine saldırdı.

to turn on the heating / ısıtmayı açmak için

 

Turn out: Sonuçlanmak, üretmek, ortaya çıkmak

The factory turns out three thousand carpet a day. / Fabrika bir günde üç bin halı üretir.

Despite our worries everything turned out well. / Endişelerimize rağmen her şey iyi sonuçlandı.

 

 

 

TV: TV, televizyon

What’s on TV tonight? / Bu gece TV’de ne var?

 

Almost all homes have at least one TV set. / Hemen hemen her evde en az bir TV seti var.

 

 

 

Twin: İkiz

She’s expecting twins.  /  O ikiz bekliyor.

 

 

 

Twist: Bükülme

Twist the wire to form a circle.  /  Bir daire oluşturacak şekilde teli bükün.

 

 

 

Type: Tip, tür

different racial types  /  farklı ırk türleri

 

Bungalow are a type of house.  /  Bungalov bir ev tipidir.

 

 

 

Typical: Tipik

a typical Italian cafe / tipik bir İtalyan kafesi

 

 

 

Tyre: Lastik, tekerlek

a front tyre  / bir ön lastik

 

 

 

 

 

 

Ugly: Çirkin

 

 

an ugly face  /  çirkin bir yüz

 

 

 

Ultimate: Nihai, son

 

 

The ultimate decision was positive.  /  Nihai karar olumlu oldu.

 

 

 

 

 

Ultimately: En sonunda, nihayet

The campaign was ultimately successful.   /   Kampanya nihayet başarılı oldu.

 

 

 

Umbrella: Şemsiye

colourful beach umbrellas  /  renkli plaj şemsiyeleri

 

 

 

Unable: Aciz, -ebilmeme

She was unable to hide her excitement.  /  O, heyecanını gizleyemedi.

 

 

 

 

 

Unacceptable: Kabul edilemez

Such behaviour is unacceptable in a civilized society.  /  Böyle bir davranış medeni bir toplumda kabul edilemez.

 

 

 

Uncertain: Belirsiz

Our future looks uncertain.  /  Bizim geleceğimiz belirsiz görünüyor.

 

 

 

Uncle: Amca, dayı

I’ve just become an uncle.  /  Ben yeni amca oldum.

 

 

 

 

 

Uncomfortable: Rahatsız edici

I couldn’t sleep because the bed was so uncomfortable.  /  Ben uyuyamadım çünkü yatak çok rahatsız ediciydi.

 

 

 

Unconscious: Bilinçsiz, kendinden geçmiş, baygın

They found him lying unconscious on the floor.  /  Onlar, onu yerde baygın halde yatarken buldu.

 

 

 

Uncontrolled: Kontrolsüz

the uncontrolled growth of cities  / kentlerin kontrolsüz büyümesi

 

 

 

Under: Altında, altına, aşağı

Have you looked under the bed?  /  Yatağın altına baktınız mı?

 

 

 

Underground: Yer altı

underground cables/  yer altı kabloları

 

 

 

Underneath: Altında, altına, alt

The coin rolled underneath the piano.  / Para piyanonun altına yuvarlandı.

 

 

 

Understand: Anlamak

Do you understand the instructions?  /  Talimatları anlıyor musunuz?

 

 

 

Understanding: Anlayış, kavrama

Try to show a little more understanding.   /  Biraz daha anlayış göstermeye çalışın.

 

 

 

 

 

Underwater: Su altı

Take a deep breath and see how long you can stay underwater.   /  Derin bir nefes al ve su altında ne kadar kalabileceğini gör.

 

 

 

Underwear: İç çamaşırı

Pajamas, underwear, socks, bras in that corner.   /  Pijamalar, iç çamaşırı, çoraplar, sütyenler şu köşede.

 

 

 

Undo: Çıkarmak, çözmek

I undid the package and took out the books.  /  Paketi çözdüm kitaplaerı çıkardım.

 

 

 

Unemployed: İşsiz

How long have you been unemployed?  /   Ne zamadır işsizsiniz?

 

 

 

Unemployement: İşssizlik

unemployment statistics  / işsizlik istatistikleri

 

 

 

Unexpected: Beklenmedik

an unexpected result  /  beklenmedik bir sonuç

 

 

 

Unexpectedly: Beklenmedik bir şekilde

She died unexpectedly of a heart attack.  /  Obir kalp krizi sonucu beklenmedik bir şekilde öldü.

 

 

 

 

 

Unfair: Haksız, hileli, insafsız

unfair criticism   /  haksız eleştiri

 

 

 

Unfairly: İnsafsızca, adaletsiz bir şekilde

She claims to have been unfairly dismissed.   /   O adaletsiz bir şekilde işten çıkarıldığını düşünüyor.

 

 

 

 

 

Unfortunate: Şanssız, talihsiz

It was an unfortunate accident.  /  Talihsiz bir kazaydı.

 

 

 

Unfriendly: Düşmanca

an unfriendly atmosphere  /   düşmnca bir atmosfer

 

 

 

Unhappy: Mutsuz, üzgün

an unhappy childhood  /  mutsuz bir çocukluk

 

 

 

Uniform: Üniforma

The hat is a part of the school uniform.   /   Şapka okul üniformasının bir parçasıdır.

 

 

 

Unimportant: Önemsiz

This consideration was not unimportant.  /  Bu düşünce önemsiz değildi.

 

 

 

 

 

Union: Sendika, birlik

a union member  /  bir sendika üyesi

 

the European Union  /   Avrupa Birliği

 

 

 

Unique: Benzersiz, eşsiz, tek

Everyone’s fingerprints are unique.   /   Herkesin parmak izi benzersizdir.

 

a unique talent  /  Eşsiz bir yetenek

 

 

 

Unit: Birim, ünite

The basic unit of society is the family.  /   Aile toplumun temel birimidir.

 

 

 

Unite: Birleştirmek, birleşmek

Nationalist parties united to oppose the government’s plans.  /  Milliyetçi partiler hükümetin planlarına karşı birleşti.

 

 

 

United: Birleşik

the United States of America   /  Amerika Birleşik Devletleri

 

 

 

Universe: Evren, kainat

He lives in a little universe of his own.  /   O kendi küçük evreninde yaşıyor.

 

 

 

University: Üniversite

Is there a university in this town?  /  Bu kasabada üniversite var mı?

 

 

 

Unkind: Kırıcı, nezaketsiz, kaba

She never said anything unkind about anyone.  /  O asla herhangi biri hakkında kırıcı bir şey söylemedi.

 

 

 

Unknown: Bilinmeyen

The author is unknown outside Poland.   /  Yazar Polonya dışında bilinmemektedir.

 

 

 

Unless: -mezse, -mazsa, -madıkça, -medikçe

Unless something unexpected happens, I’ll see you tomorrow.   /    Beklenmedik bir şey olmazsa yarın seni göreceğim.

 

 

 

Unlike: Aksine, farklı

Music is quite unlike from other arts.   /   Müzik diğer sanatlardan oldukça farklıdır.

 

 

 

Unlikely: Olasılıksız, mümkün olmayan

They have built hotels in the most unlikely places.  /   Onlar en olmadık yerlerde oteller inşa etmişlerdir.

 

 

 

Unload: Boşaltmak, elden çıkarmak

The truck driver was waiting to unload.  /  Kamyon sürücüsü boşaltmak için bekliyor.

 

 

 

 

 

Unlucky: Şanssız

Thirteen is often considered an unlucky number.   /  On üç genellikle şanssız bir sayı olarak kabul edilir.

 

 

 

Unnecessary: Gereksiz

That last comment was a little unnecessary, wasn’t it?   /   Bu son açıklama biraz gereksiz değil mi?

 

 

 

Unpleasant: Nahoş, sıkıcı

She said very unpleasant things about you.   /  O, senin hakkında çok nahoş şeyler söyledi.

 

 

 

Unreasonable: Mantıksız, makul olmayan, akıl almaz

Unreasoble mistakes /  Akıl almaz hatalar

 

 

 

Unsuccesful: Başarısız

His efforts to get a job proved unsuccessful.  /  Bir iş için harcadığı çabalar başarısız oldu.

 

She made several unsuccessful attempts to see him.  /  Onu görmek için birkaç başarısız girişimde bulundu.

 

 

 

Untidy: Düzensiz, dağınık

an untidy desk  /  düzensiz bir masa

 

untidy hair  /  dağınık saç

 

 

 

Until: -e kadar

Let’s wait until the rain stops.  /  Yağmur durana kadar bekleyelim.

 

 

 

Unusual: Alışılmadık, sıradışı

She has a very unusual name.  /  Sıradışı bir adı var.

 

 

 

Unwilling: İsteksiz, gönülsüz

They are unwilling to invest any more money in the project.  /   Onlar projeye biraz daha fazla yatırım yapmaya isteksizdir.

 

 

 

Up: Yukarı, çıkış, artış, ayakta, yükselmiş

He jumped up from his chair. /  O sandalyesinden ayağa fırladı.

 

The sun was already up when they set off.  /  Onlar yola çıktığında güneş zaten yükselmişti.

 

 

 

Upon: Üzerine

The decision was based upon two considerations.  /  Karar iki düşünce üzerine temellendirildi.

 

 

 

Upper: Üst

the upper lip  /  üst dudak

 

 

 

Upset: Üzgün, alt üst olmak

Try not to let him upset you.  /  Onun seni üzmesine izin vermemeye çalış.

 

He arrived an hour late and upset all our arrangements. / O bir saat geç ulaştı ve bütün düzenlemeler alt üst oldu.

 

 

 

Upsetting: Üzücü, endişe verici

an upsetting experience  / üzücü bir deneyim

 

 

 

Upside down: Baş aşağı, ters

The painting looks like it’s upside down to me.  /  Resim bana ters gibi görünüyor.

 

 

 

Upstairs: Üst katta

The cat belongs to the people who live upstairs.  / Kedi üst katta yaşayan insanlara aittir.

 

 

 

Upward: Yukarı, yukarıya

an upward movement in property prices  /  emlak fiyatlarında yukarı yönlü bir hareket

 

 

 

Urban: Şehir, kentsel

urban life  /  kentsel yaşam

 

 

 

Urgent: Acil

‘Can I see you for a moment?’ ‘Is it urgent?’  /  ‘Bir an için seni görebilir miyim?’ ‘Acil mi?’

 

a problem that requires urgent attention  /  acil dikkat gerektiren bir sorun

 

 

 

Us: Bizi, bize

She gave us a picture as a wedding present.  /  O, düğün hediyesi olarak bize bir resim verdi.

 

 

 

Use: Kullanmak

Have you ever used this software before?  /  Bu yazılımı daha önce hiç kullandınız mı?

 

 

 

Used to: -dım, -dim, -dum, -düm

I used to live in London.  /  Ben Londra’da yaşardım.

 

I didn’t use to like him much when we were at school.  /  Ben okul zamanında ondan pek hoşlanmazdım.

 

 

 

Useful: Faydalı, kullanışlı

a useful gadget  /  yararlı bir alet

 

Some products can be recycled at the end of their useful time.  /  Bazı ürünler faydalı zamanının sonunda geri dönüştürülebilir.

 

 

Useless: Faydasız, kullanışsız, işe yaramaz

This pen is useless.  /  Bu kalem kullanışsız.

 

User: Kullanıcı

computer software users  /  bilgisayar yazılımı kullanıcıları

 

Use up: Tüketmek, harcamak, bitirmek

Making soup is a good way of using up leftover vegetables.   /   Çorba yapmak artık sebzeleri tüketmenin iyi bir yoludur.

 

Usual: Olağan, alışılmış, her zamanki

He came home later than usual.  /  O, eve her zamankinden daha geç geldi.

 

Usually: Genellikle

we usually go by car. / genellikle araba ile gideriz.

 

Yorumlar
Sen de Yaz