a: bir
There’s a waiting visitor for you. / Sizin için bekleyen bir ziyaretçi var.
Abandon: Terk etmek, bırakmak, uzaklaşmak, yüzüstü bırakmak
People often simply abandon their pets when they go abroad. / İnsanlar genellikle yurtdışına çıktıklarında evcil hayvanlarını yüzüstü bırakırlar.
Abondoned: Terk edilmiş
The child was found abandoned but unharmed. / Çocuk terk edilmiş olarak bulundu ama sağ salimdi.
Ability: Yetenek, beceri, hüner, -ebilme
The system has the ability to run more than one program at the same time. / Sistem aynı anda bir programdan daha fazlasını çalıştırabilir.
Able: -ebilen, yetenekli
You must be able to speak English for this job. / Bu iş için İngilizce konuşabilmelisiniz. ingilizce kelimeler
About: Hakkında, yaklaşık
What do you think about YDS? / YDS hakkında ne düşünüyorsunuz?
Above: Yukarıda, üzerinde
Seen from above the cars looked tiny. / Arabalar yukarıdan küçücük görünüyor.
Abroad: Yurt dışında, dışarıda, gurbette
She worked abroad for a year. / O bir yıl boyunca yurt dışında çalıştı.
Absence: Yokluk
The decision was made in my absence. / Karar benim yokluğumda alındı.
Absent: Yok
An absent expression. / Bir açıklama yok.
Absolute: Kesin, saf, mutlak, tam
Beauty cannot be measured by any absolute standard. / Güzellik herhangi bir mutlak standart tarafından ölçülemez.
Absolutely: Kesinlikle
You’re absolutely right. / Sen kesinlikle haklısın.
Absorb: Emmek
Plants absorb carbon dioxide from the air. / Bitkiler havadan karbondioksiti emer.
Abuse: Kötüye kullanmak, suistimal, kötüye kullanma, taciz.
The referee had been threatened and abused. / Hakem tehdit ve taciz edilmişti.
Academic: Akademik, bilimsel
An academic career / Bir akademik kariyer
Accent: Aksan, şive, ağız
She spoke English with an accent. / O bir aksan ile İngilizce konuştu.
Acceptable: Kabul edilebilir, uygun, makul
Children must learn socially acceptable behaviour. / Çocuklar toplumsal olarak kabul edilebilen davranışları öğrenmeli.
Accept: Kabul etmek
She’s decided not to accept the job. / O, işi kabul etmemeye karar verdi.
Access: Giriş, erişim
There is easy access by road. / Karayolu ile kolay erişim vardır.
Accident: Kaza, istenmeyen olay
He was killed in an accident. / O bir kazada öldü. The accident happened at 3 p.m. / Kaza saat 3.00’te oldu.
Accidental: Tesadüfi, kazara, rastlantı
As I turned around, I accidentally hit him in the face. / Dönerken kazara onun yüzüne vurdum.
Accommodation: Konaklama
Hotel accommodation is included in the price of your holiday. / Otel konaklaması tatilinizin fiyatına dahildir.
Accompany: Eşlik etmek
His wife accompanied him on the trip. / Onun karısı yolculukta ona eşlik etti.
According to: -e göre
According to Mick, it’s a great movie. / Mick’e göre o mükemmel bir film. You’ve been absent six times according to our records. / Bizim kayıtlarımıza göre altı kez yoksunuz.
Account: Hesap, açıklama
In English law a person is accounted innocent until they are proved guilty. / İngiliz kanununda bir insan suçu kanıtlanana kadar masum hesap edilir.
Accurate: Doğru, tam, kesin
The article accurately reflects public opinion. / Makale tamamıyla halkın görüşünü yansıtıyor.
Accuse: Suçlamak, itham etmek
The government was accused of incompetence. / Hükümet beceriksizlik ile suçlandı.
Achieve: Ulaşmak, elde etmek, başarmak
He had finally achieved success. / O, sonunda başarıya ulaşmıştı.
Achievement: Başarı
They were proud of their children’s achievements. / Onlar çocuklarının başarısından gururluydu.
Acid: Asit
Acknowledge: Onaylamak, kabul etmek
Are you prepared to acknowledge your responsibility? / Sorumluluğunuzu kabul etmeye hazır mısınız?
Acquire: Kazanmak, elde etmek
He has acquired a reputation for dishonesty. / O, sahtekarlık için bir ün kazanmıştır.
Across: Karşısında, içinden, karşıya, karşıdan karşıya
He walked across of field. / O, alanın karşısında yürüdü.
Act: Hareket, eylem, davranmak
The girl’s life was saved because the doctors acted so promptly. / Doktorlar derhal harekete geçtiği için kızın hayatı kurtuldu.
Action: Eylem, hareket, faaliyet
She began to explain her plan of action to the group. / O, gruba hareket planını açıklamaya başladı. Her quick action saved the child’s life. / Onun hızlı hareketş çocuğun hayatını kurtardı.
Active: Aktif, etken
Although he’s nearly 80, he is still very active. / O neredeyse 80 yaşında olmasına rağmen hâlâ çok aktif.
Activity: Etkinlik, faaliyet, aktivite
The streets were noisy and full of activity. / Kaslar fiziksel etkinlik sırasında kasılır ve rahatlar.
Actor: Aktör, erkek oyuncu
Actor Cem Yılmaz starred in many films. / Aktör Cem Yılmaz birçok filmde rol aldı.
Actress: Kadın oyuncu
Nicole Kidman is a actress / Nicole Kidman bir kadın oyuncudur.
Actual: Gerçek, asıl, güncel
The actual cost was higher than we expected. / Gerçek maliyeti beklediğimizden daha yüksekti. The wedding preparations take weeks but the actual ceremony takes less than an hour. / Düğün hazırlıkları haftalar alır fakat asıl tören bir saatten az zaman alır.
Actually: Aslında, gerçekten
We’re not American, actually. We’re Canadian. / Biz aslında Amerikan değiliz, biz Kanada’lıdıyız.
Ad: İlan, reklam, duyuru
We publishing an ad in the local newspaper. / Yerel gazetede bir reklam yayınlıyoruz.
Adapt: Uyarlamak, adapte etmek
Three of her novels have been adapted for television. / Onun romanlarından üçü televizyon için uyarlandı.
Add: Eklemek, katmak, ilave etmek
The juice contains no added sugar. / Meyve suyu ilave çeker içermez. Shall I add your name to the list? / Sizin adınızı listeye ekleyecek miyim?
Addition: İlave, ek, toplama
Children learning addition and subtraction. / Çocuklar toplama ve çıkarmayı öğreniyor.
Additional: Ek, ilave, ayrıca
Additionally, the bus service will run on Sundays, every two hours. / Ayrıca, otobüs hizmeti pazar günleri her iki saatte bir çalışacak.
Address: Adres, konuşma, söylev, ele almak
The letter was correctly addressed, but delivered to the wrong house. / Mektubun adresi doğruydu ama yanlış eve teslim edildi.
Adequate: Yeterli, uygun, elverişli
The room was small but adequate. / Oda küçük ama yeterli. He didn’t give an adequate answer to the question. / Soruya yeterli bir cevap vermedi.
Adjust: Ayarlamak, düzeltmek
This button is for adjusting the volume. / Bu düğme ses ayarı içindir.
Admiration: Hayranlık, beğeni, takdir
I have great admiration for her as a writer. / Ben, bir yazar olarak ona büyük hayranlık besliyorum.
Admire: Hayran, takdir etmek, çok beğenmek
I really admire your enthusiasm. / Ben gerçekten senin gayretine hayranım.
Admit: İtiraf etmek
Don’t be afraid to admit to your mistakes. / Yanlışlarınızı itiraf etmeye korkmayın.
Adopt: Evlat edinmek, benimsemek, kabul etmek
A campaign to encourage childless couples to adopt. / Çocuksuz çiftleri evlat edinmeye teşvik için bir kampanya. All three teams adopted different approaches to the problem. / Üç takımın hepsi problemlere karşı farklı yaklaşımları benimsedi.
Adult: Yetişkin, büyümüş
Young people preparing for adult life. / Genç insanlar yetişkin hayatı için hazırlanıyor. The adult population / Yetişkin nüfus
Advance: İlerleme, gelişme, avans
She closed the door firmly and advanced towards the desk. / O, kapıyı sıkıca kapattı ve masaya doğru ilerledi.
Advanced: Gelişmiş, ileri
Advanced technology / İleri teknoloji Advanced industrial societies / Gelişmiş sanayi toplumları.
Advantage: Avantaj, fayda, çıkar
She had the advantage of a good education. / O, iyi bir eğitim için avantaja sahipti. Each of these systems has its advantages and disadvantages. / Bu sistemlerden her birinin avantajları ve dezavantajları vardır.
Adventure: Macera, serüven, tehlikeli iş, risk
When you’re a child, life is one big adventure. / Sen çocukken hayat büyük bir maceraydı. Adventure stories / Macera hikayeleri
Advert: İlan, duyuru, reklam, değinmek, bahsetmek
The adverts on television / Televizyondaki reklamlar
Advertise: Duyurmak, ilan etmek, reklamını yapmak
If you want to attract more customers, try advertising in the local paper. / Müşrerilerinizi daha fazla çekmek isterseniz yerel gazeteye reklam yapmayı deneyin.
Advertisement: İlan, reklam, duyuru
Put an advertisement in the local paper to sell your car. / Arabanızı satmak için yerel gazeteye bir reklam verin.
Advertising: İlan, reklamcılık, duyurma
A good advertising campaign will increase our sales. / İyi bir reklam kampanyası satışlarımızı arttıracak. Cigarette advertising has been banned. / Sigara reklamcılığı yasaklandı.
Advice: Nasihat, tavsiye, öğüt
Follow your doctor’s advice. / Doktorunun tavsiyelerine uy.
Advise: Bildirmek, tavsiye etmek
She advises the government on environmental issues. / O, çevre konularında hükümete tavsiyelerde bulunur.
Affair: İlişki, mesele, iş, olay
Affairs of state / Devlet işleri She wanted the celebration to be a simple family affair. / O, kutlamanın basit bir aile meselesi olmasını istedi.
Affect: Etkilemek, arzu, heyecan, sevmek, hoşlanmak
How will these changes affect us? / Bu değişiklikler bizi nasıl etkileyecek. Your opinion will not affect my decision. / Sizin düşünceniz benim kararımı etkilemeyecek.
Affection: Sevgi, eğilim, düşkünlük
I have a great affection for New York. / New York için muazzam bir sevgiye sahibim.
Afford: Gücü yetmek, parası yetmek, zaman ayırabilmek, göze almak
Can we afford a new car? / Yeni bir araba almaya paramız yeter mi?
Afraid: Korku, korkmuş
Don’t be afraid. / Korkma Are you afraid of spiders?/ Örümceklerden korkuyor musun?
After: Sonra, ardından
I could come next week, or the week after. / Ben gelecek hafta veya sonraki hafta gelebilirim.
Afternoon: Öğleden sonra
Where were you on the afternoon of May 21? / 21 Mayıs, öğleden sonra neredeydiniz?
Afterwards: Sonra, daha sonra
Let’s go out now and food eat afterwards. / Haydi şimdi dışarı çıkalım ve daha sonra yemek yiyelim.
Again: Yine, tekrar, yeniden, bir daha
When will I see you again? / Seni bir daha ne zaman göreceğim?
Against: Karşı, aleyhinde
The evidence is against him. / Kanıtlar onun aleyhinde. The rain beat against the windows. / Yağmur pencereye karşı vuruyor.
Age: Yaş, çağ, devir, uzun bir zaman
He left school at the age of 18. / O, 18 yaşında okulu bıraktı. When I was your age I was already married. / Ben zaten senin yaşındayken evliydim. The age of the computer / Bilgisayar çağı Carlos left ages ago. / Carlos uzun yıllar önce ayrıldı.
Aged: Yaşında, yaşlı, ihtiyar
They have two children aged six and nine. / Onlar 6 ve 9 yaşında iki çocuğa sahip. Services for the sick and the aged / Hizmetler hasta ve yaşlılar için
Agency: Ajans, acenta, vasıta
An advertising agency. / Bir reklam ajansı. International aid agencies caring for refugees / Mülteciler için uluslararası yardım ajansları.
Agent: Ajan, temsilci, faktör
An insurance agent. / Bir sigorta acentası.
Aggressive: Agresif, saldırgan
He gets aggressive when he’s drunk. / O içtiği zaman agresifleşir.
Ago: Önce, evvel
She was here just a minute ago. / O henüz bir dakika önce buradaydı.
Agree: Kabul etmek, anlaşmak, hem fikir olmak
Next year’s budget has been agreed. / Gelecek yılın bütçesi kabul edildi.
Agreement: Anlaşma, sözleşme, uzlaşma.
International peace agreement / Uluslararası barış anlaşması
Ahead: Önde, ileri, ilerde, önceden
The road ahead was blocked. / Yol ilerde kapandı. Our team was ahead by six points. / Bizim takımımız altı puan önde.
Aid: Yardım, destek
This feature is designed to aid inexperienced users. / Bu özellik deneyimsiz kullanıcılara yardımcı olmak için tasarlanmıştır.
Aim: Amaç, hedef
We aim to be there around six. / Biz yaklaşık altı civarında orada olmayı hedefliyoruz.
Air: Hava, gökyüzü
Air pollution / Hava kirliliği
Aircraft: Uçak, mal ve yolcu taşımaya yarayan hava taşıtı
Airport: Havaalanı, havalimanı
Betül is waiting in the airport lounge. / Betül havalimanı salonunda bekliyor.
Alarm: Telaş, korku, tehlike işareti, alarm
Alarmed: Panik, paniğe kapılmış
She was alarmed at the prospect of travelling alone. / O yalnız seyahat ihtimalinde paniğe kapıldı.
Alarming: Korkutucu, endişe verici
The rainforests are disappearing at an alarming rate. / Yağmur ormanları korkutucu bir oranda azalıyor.
Alcohol: Alkol
He never drinks alcohol. / O asla alkol almaz.
Alcoholic: Alkolik
Alive: Canlı, sağ
We don’t know whether he’s alive or dead. / Onun canlı veya ölü olup olmadığını bilmiyoruz. Is your mother still alive? / Anneniz hala yaşıyor mu?
All: Tüm, hep, bütün, hepsi, tamamen
He lives all alone. / O hep yalnız yaşar. The coffee went all over my skirt. / Kahve tamamen üzerime döküldü.
Allied: Müttefik, bağlaşık, akraba
Many civilians died as a result of allied bombing. / Müttefik bombalamasının bir sonucu olarak birçok sivil öldü.
Allow: İzin vermek
We do not allow smoking in the hall. / Biz salonda sigara içilmesine izin vermeyiz.
All Right: Tamam, peki, fena değil, olur, anlaşıldı mı
‘I’m really sorry.’ ‘That’s all right, don’t worry.’ / ‘Ben gerçekten üzgünüm’ ‘Peki, tamam, endişelenme’
Ally: Müttefik, dost, birleşmek, ittifak
The prince allied himself with the Scots. / Prens İskoçlar ile ittifak kurdu.
Almost: Neredeyse, hemen hemen
Dinner’s almost ready. / Akşam yemeği neredeyse hazır. Their house is almost opposite ours. / Onların evi bizimkinin hemen hemen karşısında. They’ll eat almost anything. / Biz neredeyse hiçbir şey yemeyeceğiz.
Alone: Tek başına, yalnız.
He lives alone. / O yalnız yaşar. The shoes alone cost £200. / Ayakkabı maliyeti yalnız 200 sterlin.
Along: Boyunca, ileriye, birisi ile
We’re going for a swim. Why don’t you come along? / Biz yüzmeye gidiyoruz. Niçin bizimle gelmiyorsunuz?
Alongside: Yanında, yanı sıra
Traditional beliefs still flourish alongside a modern urban lifestyle. / Modern kentsel yaşam tarzının yanında geleneksel inançlar gelişim halinde.
Aloud: Yüksek sesle
The teacher listened to the children reading aloud. / Öğretmen yüksek sesle okuyan çocukları dinledi.
Alphabet: Alfabe, ilkeler, esaslar
Alpha is the first letter of the Greek alphabet. / Alfa Yunan alfabesinin ilk harfidir.
Alphabetical: Alfabetik
The names on the list are in alphabetical order. / Listedeki isimler alfabetik olarak listelenmiştir.
Already: Zaten, önceden
‘Lunch?’ ‘No thanks, I’ve already eaten.’ / Öğle yemeği? Hayır, teşekkürler, ben zaten yedim.
Also: Ayrıca, -de -da, keza, üstelik
She’s fluent in French and German. She also speaks a little Italian. / O Fransızca ve Almancada akıcıdır. Ayrıca İtalyancayı da biraz konuşur.
Alter: Değiştirmek, değişmek
Prices did not alter significantly during 2007. / Fiyatlar 2007 boyunca önemli ölçüde değişmedi.
Alternative: Alternatif, değişik
Do you have an alternative solution? / Alternatif bir çözümünüz var mı?
Alternatively: Alternatif olarak
The agency will make travel arrangements for you. Alternatively, you can organize your own transport. / Acenta sizin için seyahat düzenlemeleri yapacak. Alternatif olarak kendi taşımanızı organize edebilirsiniz.
Although: Rağmen, karşın, olduğu halde
Although small, the kitchen has been well designed. / Küçük olmasına rağmen mutfak iyi dizayn edilmiş.
Altogether: Tamamen, büsbütün, hepten
The train went slow until it stopped altogether. / Tren tamamen durana kadar yavaş gitti.
Always: Daima, her zaman
Always lock your car. / Daima arabanızı kitleyin. She always arrives at 7.30. / O daima 7.30’da varır.
a.m. : Gece yarısı 12 ile öğlen 12 arası.
Football match will start at 10 a.m. / Futbol maçı sabah saat 10’da başlayacak.
Amaze: Şaşırtmak, hayrete düşürmek, sürpriz
Amazed: Şaşırmış, hayret etmiş
Amazing: Şaşırtıcı, ilginç, hayret verici
An amazing achievement/discovery/success/performance / Şaşırtıcı bir başarı / keşif / sonuç / performans
Ambition: Hırs, tutku
She was intelligent but suffered from a lack of ambition. / O zekiydi ama hırs eksikliğden zarar gördü.
Ambulance: Ambulans, can kurtaran, hasta veya yaralı insanları hastaneye taşımak için özel ekipmanlarla hazırlanmış araç.
Among: Arasında, içinde
A house among the trees / Ağaçlar içinde bir ev
Amount: Miktar, anlamına gelmek
Amuse: Eğlendirmek, neşelendirmek, güldürmek
This will amuse you. / Bu sizi eğlendirecek.
Amused: Güldürmek, neşelendirmek
Janet was not amused. / Janet neşeli değildi.
Amusing: Eğlenceli, komik, gülünç
An amusing story/game/incident / Eğlendirici bir hikaye / oyun / olay She writes very amusing letters. / O, çok eğlendirici mektuplar yazar.
Analyse: Analiz etmek, çözümlemek
He tried to analyse his feelings. / O duygularını analiz etmeye çalıştı.
Analysis: Analiz, çözümleme, inceleme
The book is an analysis of poverty and its causes. / Kitap fakirlik ve nedenlerinin bir analizidir. At the meeting they presented a detailed analysis of twelve schools in a London borough / Toplantıda bir Londra kasabasındaki 12 okulun detaylı analizini sundular.
Ancient: Eski, çok eski, eskiden kalma
Ancient history/civilization / Eski tarih / medeniyet Ancient Greece / Eski Yunan
And: ve, ile, de
A table and two chairs / Bir masa ve iki sandalye Bread and butter / Ekmek ve tereyağı
Anger: Öfke, kızgınlık
Jan slammed her fist on the desk in anger. / Jan kızgınlığında masaya yumruk attı.
Angle: Açı, köşe, çarpıtmak, olta ile balık tutmak
A 45° angle / 45 derecelik bir açı The photo was taken from an unusual angle. / Fotoğraf sıradışı bir açıdan çekilmiştir.
Angry: Öfkeli, kızgın, hiddetli
Her behaviour really made me angry. / Onun davranışı gerçekten beni kızdırdı.
Animal: Hayvan
A small furry animal / Küçük tüylü bir hayvan
Ankle: Ayak bileği
My ankles have swollen. / Benim ayak bileklerim şişmiş.
Anniversary: Yıl dönümü
He was died on the anniversary of his wife’s death. / O karısının ölümünün yıl dönümünde öldü.
Announce: Duyurmak, bildirmek, ilan etmek
The government yesterday announced to the media plans to create a million new jobs. / Hükümet dün bir milyon yeni iş kurmak için planlarını medyaya duyurdu.
Annoy: Kızdırmak, sinirlendirmek, rahatsız etmek
I’m sure she does it just to annoy me. / Eminim o sadece beni kızdırmak için yapıyor.
Annoyed: Kızgın, rencide
Annoying: Can sıkıcı
This interruption is very annoying. / Bu kesinti çok can sıkıcı
Annual: Yıllık
An annual meeting/event/report / Bir yıllık toplantı / etkinlik / rapor
Annually: Yıllık, yılda bir kez, her yıl
The exhibition is held annually. / Sergi her yıl düzenlenmektedir.
Another: Başka, farklı, bir başka
We need another computer. / Bizim bir başka bilgisayara ihtiyacımız var.
Answer: Yanıt, cevap
I repeated the question, but she didn’t answer. / Ben soruyu tekrarladım, fakat o cevap vermedi.
Anti-: Karşı, zıt, muhalif, anti, önlemek
Antisocial / Toplum düzenini reddeden Antifreeze / Donmayı önleyici
Anticipate: Tahmin etmek, beklemek, öngörmek
Our anticipated arrival time is 8.30. / Varış süresinin 8.30 olduğunu tahmin ediyoruz.
Anxiety: Kaygı, endişe
If you’re worried about your health, share your anxieties with your doctor. / Sağlığınızdan endişe ederseniz kaygılarınızı doktorunuzla paylaşın.
Anxious: Endişeli, kaygılı
Parents are naturally anxious for their children. / Ebeveynler doğal olarak çocukları için endişelenir.
Any: Herhangi biri, hiç, her
He wasn’t any good at French. / O Fransızcada hiç iyi değildi.
Anybody: Herhangi biri, kimse, hiç kimse
Is there anybody who can help me? / Bana yardım edebilecek herhangi biri var mı?
Anyone: Kimse, herhangi biri, hiç kimse
Is anyone there? / Orada kimse var mı? Did anyone see you? / Siz hiç kimseyi gördünüz mü?
Anything: Bir şey, herhangi bir şey, hiçbir şey, her şey
Would you like anything else? / Başka bir şey ister misiniz?
Anyway: Zaten, neyse, nasıl olsa, yine de, her halükarda
It’s too expensive and anyway the colour doesn’t suit you. / O çok pahalı ve zaten rengi size uygun değil The water was cold but I took a shower anyway. / Su soğuktu ama ben yine de bir duş aldım.
Anywhere: Herhangi bir yere, hiçbir yerde
I can’t see it anywhere. / Ben onu hiçbir yerde göremem. He’s never been anywhere outside Britain. / O İngiltere dışında hiçbir yerde bulunmadı.
Apart: Ayrı, arası (uzaklık veya zaman)
We’re living apart now. / Biz şimdi ayrı yaşıyoruz.
Apart From: Hariç, ek olarak, başka
Apart from their house in London, they also have a villa in Spain. / Londra’daki evlerinden başka, onların bir de İspanya’da villaları var.
Apartment: Daire, apartman dairesi
You can visit the whole palace except for the private apartments. / Özel daireler hariç tüm sarayı ziyaret edebilirsiniz.
Apologize: Özür dilemek
Why should I apologize? / Neden özür dilemeliyim? We apologize for the late departure of this flight. / Bu uçuşun geç kalkışı için özür dileriz.
Apparent: Açık, bariz, aşikar, belli
It was apparent from her face that she was really upset. / Onun yüzünden belliydi gerçekten üzgün olduğu.
Apparently: Görünüşe göre, belli ki, anlaşılan
Apparently they will divorced soon. / Görünüşe göre onlar yakında boşanmış olacak.
Appeal: İtiraz, başvuru, temyiz
The company is appealing against the ruling. / Şirket, karara karşı itiraz ediyor.
Appearance: Görünüş, kılık kıyafet
Judging by appearances can be misleading. / Görünüşe bakarak yargılamak yanıltıcı olabilir.
Appear: Görünmek, gözükmek
He appears a perfectly normal person. / O Gayet normal bir insan olarak görünür.
Apple: Elma
A garden with three apple trees. / Üç elma ağacı ile bahçeler.
Application: Uygulama, başvuru, dilekçe
A passport application / Bir pasaport uygulaması
Apply: Uygulamak, başvurmak, kullanmak
He has applied to join the army. / Orduya katılmak için başvurdu.
Appoint: Atamak, belirlemek, tayin etmek
They have appointed a new head teacher at my son’s school. / Oğlumun okuluna yeni bir baş öğretmen atadılar.
Appointment: Randevu, atama, tayin
Do you have an appointment? / Bir randevunuz var mı? I’ve got a dental appointment at 3 o’clock. / Saat 3’te bir diş randevum var.
Appreciate: Takdir etmek, beğenmek
Her family doesn’t appreciate her. / Ailesi onu takdir etmez.
Approach: Yaklaşım, girişim, yol, teşebbüs
Appropriate: Uygun, yerinde
He questioned the appropriateness of their methods. / Onların yöntemlerinin uygunluğunu sorguladı. Jeans are not appropriate for a formal party. / Kot resmi bir parti için uygun değildir.
Approval: Onay, kabul, onaylama
She desperately wanted to win her father’s approval. / Umutsuzca babasının onayını kazanmak istedi.
Approve: Onaylamak, kabul etmek
Do you approve of my idea? / Benim fikrimi onaylıyor musunuz? The committee unanimously approved the plan. / Komite oy birliği ile planı onayladı.
Approximate: Yaklaşık, yakın, benzer
The cost given is only approximate. / Sadece yaklaşık fiyat verildi.
Approximately: Yaklaşık olarak, takriben
The journey took approximately seven hours. / Yolculuk yaklaşık olarak yedi saat sürdü. The two buildings were approximately equal in size. / İki bina yaklaşık olarak aynı boyutta.
April: Nisan
She was born in April. / O, nisanda doğdu. We went to Japan last April. / Geçen nisanda Japonya’ya gittik.
Area: Alan, bölge
Desert areas / Çöl bölgeleri There is heavy traffic in the downtown area tonight. / Kent merkezinde bu gece yoğun bir trafik vardır.
Argue: Tartışmak, iddia etmek
My brothers are always arguing. / Kardeşlerim sürekli tartışıyor.
Argument: Tartışma, iddia, münakaşa
After some heated argument a decision was finally taken. / Hararetli bir tartışmadan sonra nihayet bir karar alındı.
Arise: Ortaya çıkmak, doğmak, kaynaklanmak
A new crisis has arisen. / Yeni bir kriz ortaya çıkmış.
Arm: Kol, dal, silah
The country was arming against the enemy. / Ülke düşmana karşı silahlanıyor.
Armed: Silahlı, zırhlı, ateşli
An international armed conflict / Uluslararası silahlı bir çatışma An armed robbery / Silahlı bir hırsız
Army: Ordu
Her husband is in the army. / Onun kocası orduda After leaving school, Mike went into the army. / Mike okuldan ayrıldıktan sonra orduya girdi.
Around: Çevresinde, etrafında
They walked around the lake. / Onlar göl çevresinde yürüdü
Arrange: Düzenlemek, ayarlamak, organize etmek
Can I arrange an appointment for Monday? / Pazartesi için bir randevu ayarlayabilir miyiz? She arranged the flowers in vase. / O, vazodaki çiçekleri düzenledi.
Arrangement: Düzenleme, anlaşma, tertip
She’s happy with her unusual living arrangements. / O sıradışı yaşam düzenlemeleri ile mutlu. We can come to an arrangement over the price. / Biz fiyatlar üzerinde bir düzenlemeye gidebiliriz.
Arrest: Tutuklamak
She was arrested on suspicion of murder. / O, cinayet şüphesi ile tutuklandı.
Arrival: Varış, geliş
There are 120 arrivals and departures every day. / Her gün 120 varış ve geliş vardır. The first arrivals at the concert got the best seats. / Konserde ilk gelenler en iyi koltukları alır.
Arrive: Varmak, ulaşmak, başarmak, gelmek
I’ll wait until they arrive. / Ben onlar ulaşana kadar bekleyeceğim. A letter arrived for you this morning. / Bu sabah sizin için bir mektup geldi.
Arrow: Ok, Ok işareti
Use the arrow keys to move the cursor. / İmleci hareket ettirmek için ok tuşlarını kullanın.
Art: Sanat, sanatsal, hüner, ustalık
Contemporary art / Çağdaş sanat Collection of art and antiques / Sanat ve antika koleksiyonu
Article: Makale, madde, eşya, nesne, sözleşmeyle bağlanmak
Have you seen that article about young fashion designers? / Genç moda tasarımcıları hakkındaki makaleyi gördünüz mü? Articles of clothing / Giyim eşyaları
Artificial: Yapay, suni
Job interview is a very artificial situation. / İş görüşmesi çok yapay bir durumdur.
Artist: Sanatçı, ressam
A graphic artist / Bir grafik sanatçısı
Artistic: Sanatsal, sanatçı ruhlu, güzel sanatlarla ilgili
The artistic works of the period / Dönemin sanatsal eserleri She comes from a very artistic family. / O çok sanat ruhlu bir aileden geliyor.
As: Olarak, gibi, kadar, iken, olduğu gibi
As she grew older she gained in confidence. / O yaşlanırken güven kazandı. She’s very tall, as is her mother. / O annesi gibi uzun.
Ashamed: Mahcup, utanmış
Aside: Bir tarafa, bir yana
She pulled the curtain aside. / O bir tarafa perde çekti.
Aside from: -den başka, dışında
Ask: Sormak, istemek, rica etmek
Can I ask a question? / Ben bir soru sorabilir miyim? All the students were asked to complete a questionnaire. / Bütün öğrencilerin bir anket doldurmaları istendi.
Asleep: Uykuda, uyumuş
The police found him asleep in a garage. / Polis onu garajda uyurken buldu.
Aspect: Görünüm, görünüş, yön, cephe
The book aims to cover all aspects of city life. / Kita şehir hayatının bütün yönlerini kapsıyor.
Assistance: Yardım, destek
He can walk only with the assistance of crutches. / O yalnız koltuk değneklerinin yardımı ile yürüyebilir.
Assistant: Yardımcı, asistan, tezgahtar
Assistant Attorney General William Weld / Yardımcı başsavcı William Weld
Assist: Yardım, destek, sayı yapma pası
Anyone willing to assist can contact with this number. / Yardımcı olmayı isteyen herkes bu numara ile irtibat kurabilir.
Associate: Ortak, arkadaş, dost, birleştirmek, çağrıştırmak, bağdaştırmak, ilişkilendirmek
I always associate the smell of baking with my childhood. / Fırının kokusu bana daima çocukluğumu çağrıştırır. Most people immediately associate addictions with drugs, alcohol and cigarettes. / İnsanların çoğu uyuşturucu, alkol ve sigarayı bağımlılık ile ilişkilendirir.
Associated: İlişkili, birleşmiş
Salaries and associated costs have risen substantially. / Maaşlar ve ilişkili maliyetler önemli ölçüde artmıştır.
Association: Dernek, ortaklık, iş birliği
Football Association / Futbol derneği
Assume: Üstlenmek, farz etmek, saymak, varsaymak
In the story the god assumes the form of an eagle. / Hikayede tanrı bir kartal şeklinde varsayılır. The court assumed responsibility for the girl’s. / Mahkeme kızın sorumluluğunu üstlendi.
Assure: Sağlamak, temin etmek, garanti etmek
This achievement has assured her a place in the history books. / Bu başarı onun tarih kitaplarındaki yerini garanti etti.
At: -de, -da, -ye, -ya, -e, -a, savaşçı, asker
At the corner of the street / Caddenin köşesinde They arrived late at the airport. / Onlar havaalanına geç geldi. We left at 2 o’clock. / Biz saat 2’de ayrıldık.
Atmosphere: Atmosfer
Pollution of the atmosphere / Atmosfer kirliliği Saturn’s atmosphere / Satürnün atmosferi
Atom: Atom, zerre, çok az miktar
The splitting of the atom / Atom bölme
Attach: Eklemek, bağlamak, takmak, iliştirmek
Attached: Bağlı, ekli, takılı
I’ve never seen two people so attached to each other. / Ben birbirine öyle bağlı iki insan görmemiştim. The research unit is attached to the university. / Araştırma ünitesi üniversiteye bağlıdır.
Attack: Saldırı, atak, hücum
A woman was attacked and robbed by a gang of youths. / Genç bir çete tarafından bir kadın saldırıya uğradı ve soyuldu. The man attacked him with a knife. / Adam bir bir bıçakla ona saldırdı.
Attempt: Girişim, teşebbüs, denemek
I will attempt to answer all your questions. / Bütün sorularınızı cevaplamayı deneyeceğim. The prisoners attempted to escape, but failed. / Mahkumlar kaçmaya çalıştı, fakat başarısız oldu.
Attempted: Teşebbüs etmek, denemek, kalkışmak
We were shocked by his attempted suicide. / Biz onun intihar girişiminden şok olduk.
Attend: Katılmak, devam etmek, bir yere gitmek, hazır bulunmak, hizmet etmek
Our children will attend the same school. / Çocuklarımız aynı okula gidecek. The meeting was attended by 90% of shareholders. / Hissedarların % 90’ı toplantıya katıldı.
Attention: Dikkat, ilgi, özen
She tried to attract the waiter’s attention. / O garsonun dikkatini çekmeye çalıştı.
Attitude: Tutum, tavır, davranış
If you want to pass your exams you’d better change your attitude! / Sınavlarınızı geçmek istiyorsanız tavırlarınızı değiştirseniz daha iyi olur.
Attorney: Avukat
Attract: Çekmek, cezbetmek
The exhibition has attracted thousands of visitors. / Sergi binlerce ziyaretçi çekti.
Attraction: Cazibe, çekicilik
Buckingham Palace is a major tourist attraction. / Buckingham sarayı önemli bir turist çekim merkezidir.
Attractive: Cazip, ilgi çekici
I like John but I don’t find him attractive physically. / Ben John’u beğenirim ama fiziksel olarak onu çekici bulmuyorum.
Audience: İzleyici, dinleyici, seyirci
The audience clapping for 10 minutes. / Seyirci 10 dakikadır alkışlıyor. Movie audiences / Film izleyicileri
August: Ağustos
Aunt: Teyze, hala, yenge
My aunt lives in Canada. / Teyzem Kanada’da yaşıyor.
Author: Yazar
Who is your favourite author? / En sevdiğiniz yazar kim?
Authority: Otorite, yetki, uzman, bilirkişi
in a position of authority / bilirkişi pozisyonunda Only the manager has the authority to sign cheques. / Sadece yönetici çekleri imzalama yetkisine sahiptir.
Automatic: Otomatik, kendi kendine olan
A fully automatic driverless train / Tam otomatik sürücüsüz tren Automatic transmission / Otomatik vites
Autumn: Sonbahar, güz
in the autumn of 2013 / 2013’ün sonbaharında It’s been a very mild autumn this year. / Bu yıl sonbahar çok ılıman oldu.
Available: Mevcut, geçerli, hazır, müsait
We’ll send you a copy as soon as it becomes available. / Hazır olur olmaz size bir kopya göndereceğiz.
Average: Ortalama
The average of 4, 5 and 9 is 6. / 4, 5 ve 9’un ortalaması 6’dır.
Avoid: Önlemek, kaçınmak
The name was changed to avoid confusion with another firm. / Başka bir firma ile karışıklığı önlemek için adı değiştirildi.
Awake: Uyanık, farkına varmak
I was still awake when he came to bed. / O yatağa gittiği zaman ben hâlâ uyanıktım.
Award: Ödül, karar, hüküm, vermek
The judges awarded equal points to both finalists. / Uzmanlar her iki finalisti eşit puanla ödüllendirdi.
Aware: Farkında, haberdar, uyanık
He was aware of the problem. / O, sorunun farkındaydı.
Away: Uzak, uzakta, deplasmanda
The beach is a mile away. / Sahil bir mil uzakta.
Awful: Korkunç, berbat, müthiş, oldukça büyük
The weather last summer was awful. / Geçen yaz hava berbattı.
Awfully: Çok, son derece, müthiş bir şekilde
I’m awfully sorry for this problem. / Ben bu problem için çok üzgünüm.
Awkward: Garip, beceriksiz, sakar, ters, kullanışsız
There was an awkward silence. / Bir garip sessizlik vardı. Don’t ask awkward questions. / Garip sorular sorma.
Baby: Bebek
A newborn baby / Yenidoğan bir bebek My sister expecting a baby / Kız kardeşim bir bebek bekliyor
Back: Geri, arka, sırt, desteklemek
If you can’t drive in forwards, try backing it in. / İleri süremezseniz geriye sürmeyi deneyin. Doctors have backed plans to raise the tax on cigarettes. / Doktorlar sigara üzerindeki vergiyi arttırmak için yapılan planlara destek verdi.
Background: Geçmiş, arka plan, özgeçmiş
In spite of their very different backgrounds, they immediately became friends. / Çok farklı geçmişleri olmasına rağmen hemen arkadaş oldular.
Backward: Geri, ters, geriye
Bacteria: Bakteri
Bacterial infections / Bakteriyel enfeksiyonlar
Bad: Kötü, fena, berbat
I’m having a really bad day. / Ben gerçekten kötü bir gün geçiriyorum. A bad teacher / Kötü bir öğretmen
Badly: Kötü bir şekilde, fena halde
Badly designed / Kötü tasarlanmış
Bad-tempered: Kötü huylu, aksi, ters
She gets very bad-tempered when she’s tired. / O yorulduğunda çok kötü huylu olur.
Bag: Çanta, torba, poşet, yakalamak
A plastic bag / Plastik bir çanta A shopping bag / Bir alışveriş çantası
Baggage: Bagaj, valiz, şımarık kadın
We loaded our baggage into the car. / Bagajımızı arabaya yükledik.
Bake: Fırında pişirmek, kurutmak, pişirmek, yemekli toplantı
The delicious smell of baking bread / Ekmek pişirmenin lezzetli kokusu
Balance: Dengelemek, uyum, terazi, balans
She balanced the cup on her knee. / O fincanı dizinde dengeledi.
Ball: Top, küre
Football Ball / Futbol topu
Ban: Yasaklamak, men etmek
Lift a ban / Yasağı kaldırmak
Bandage: Bandaj, sargı, sarmak
Don’t bandage the wound too tightly. / Yarayı çok sıkı bir şekilde sarma.
Band: Bant, grup, orkestra, şerit, bantlamak, şerit yapmak
He persuaded a small band of volunteers to help. / O yardımcı olmak için küçük bir gönüllü grubu ikna etti.
Bank: Banka, parasal işleri yapmak, sahil, kıyı
a bank loan / Bir banka kredisi My salary is paid directly into my bank. / Benim maaşım doğrudan bankama ödenir.
Bar: Bar, çizgi, kalıp, engellemek, baro
We met at a bar called the Flamingo. / Biz Flamingo denilen bir barda buluştuk. The hotel has a restaurant, bar and swimming pool. / Otelin restoranı, barı ve yüzme havuzu var.
Bargain: Pazarlık, kelepir, anlaşma
bargain prices / pazarlık fiyatları He and his partner had made a bargain to tell each other everything. / O ve partneri birbirlerine her şeyi anlatmak için anlaşma yapmıştı.
Barrier: Bariyer, engel, set, korkuluk
Show your ticket at the barrier. / Engelde biletini göster. the removal of trade barriers / Ticari engelleri kaldırılması
Base: Temel, taban, esas, dayandırmak, adi
They decided to base the new company in York. / York’ta yeni şirketti temellendirmeye karar verdiler.
Based: Merkezli, kurulmuş, yerleşik, dayanmış
The movie is based on a real-life incident. / Film gerçek hayattaki bir kazaya dayanmış.
Basically: Temel olarak, aslında, esasında
Yes, that’s basically correct. / Evet, aslında doğru. The two approaches are basically very similar. / İki yaklaşım temel olarak çok benzer.
Basic: Temel, basit, ana, esas
the basic principles of law / Hukukun temel ilkeleri Drums are basic to African music. / Davullar Afrika müziğinin temelidir.
Basis: Temel, esas, kaynak, ilke, kaide, prensip
The basis of a good marriage is trust. / İyi bir evliliğin kaidesi güvendir.
Bath: Banyo, küvet, yıkamak, yıkanmak
I think I’ll have a bath and go to bed. / Ben yıkanmayı ve yatağa gitmeyi düşünüyorum.
Bathroom: Banyo
Go and wash your hands in the bathroom. / Git ve banyoda ellerini yıka. Where’s the bathroom? / Banyo nerede?
Battery: Pil, batarya, akü, dizi, seri, kötü muamele
a car battery / Bir araba aküsü He faced a battery of questions. / O, bir dizi soru ile karşı karşıya.
Battle: Savaş, çatışma, mücadele
a legal battle for compensation / tazminat için yasal bir savaş
Bay: Defne, koy, körfez, havlamak
the Bay of Bengal / Bengal körfezi
Beach: Plaj, sahil, karaya çekmek
Tourists sunbathing on the beach / Turistler sahilde güneşleniyor
Beak: Gaga, burun, ağız, hakim
The gull held the fish in its beak. / Martı balığı gagasında tuttu.
Bear: Ayı, spekülatör, taşımak, götürmek
Beard: Sakal
Goat’s beard / Keçi sakalı
Beat: Dövmek, yenmek, vuruş, darbe
Beautiful: Güzel, harika, hoş, nefis, tatlı
a beautiful woman / güzel bir kadın She looked stunningly beautiful that night. / O gece şaşırtıcı şekilde güzel görünüyordu.
Beautifully: Güzelce, hoşça
She sings beautifully. / O güzelce şarkı söylüyor. a beautifully decorated house / güzelce dekore edilmiş bir ev
Beauty: Güzellik, güzel, nadide
a woman of great beauty / muazzam güzellikte bir kadın
Be: Olmak, var olmak, bulunmak
I’ll be seeing him soon. / Yakında onu görüyor olacağım.
Because: Çünkü, dolayı, yüzünden, -dığı için
He walked slowly because of his bad leg. / Ayağı kötü olduğu için yavaşça yürüdü.
Become: Olmak, haline gelmek, -laşmak, -leşmek
The bill will become law next year. / Tasarı gelecek yıl yasalaşacak. She’s studying to become a teacher. / O bir öğretmen olmak için çalışıyor.
Bed: Yatak, zemin, yatırmak, yatak yapmak
Could you give me a bed for the night? / Gece için bana bir yatak verebilir misiniz? There’s a shortage of hospital beds. / Hastanede yatak eksikliği var.
Bedroom: Yatak odası
Clara is sleeping in bedroom. / Clara yatak odasında uyuyor.
Beef: Sığır eti, et, şikayet etmek
Did you eat beef? / Sığır eti yedin mi? What’s his latest beef? / Onun en son şikayeti nedir?
Beer: Bira
a beer glass / bir bardak bira
Before: Önce, önceki
You should have told me so before. / Çok önce bana söylemeliydin.
Begin: Başlamak, doğmak
Shall I begin? / Başlayacak mıyım? She began by thanking us all for coming. / O geldiğimiz için hepimize teşekkür ederek başladı. At last the guests began to arrive. / Sonunda misafirler gelmeye başladı.
Beginning: Başlangıç, baş, kaynak
We missed the beginning of the movie. / Filmin başını kaçırdık. We’re going to Japan at the beginning of July. / Temmuzun başında Japonya’ya gidiyoruz.
Behalf: Adına
On behalf of the department I would like to thank you all. / Bölüm adına size teşekkür etmek istiyorum. Mr Jackson isn’t be here, so his wife will accept the prize on his behalf. / Bay Jackson burada değil, bundan dolayı ödülü onun adına karısı alacak.
Behave: Davranmak, hareket etmek, terbiyeli olmak
They behaved very badly towards their guests. / Onlar misafirlerine çok kötü bir şekilde davrandı. He behaved like a true gentleman. / Gerçek bir beyfendi gibi davrandı.
Behaviour: Davranış, tutum, hareket, tavır
His behaviour towards her was becoming more and more aggressive. / Ona karşı tutumu daha da saldırganlaşıyordu.
Behind: Arkasında, geride
Belief: İnanç, iman, kanı, düşünce
The incident has shaken my belief towards her. / Olay ona karşı inancımı sarstı.
Believe: İnanmak, güvenmek
Believe me, she’s not right for you. / İnan bana, o senin için doğru değil. I believed his lies for years. / Yıllardır onun yalanlarına inandım.
Bell: Zil, çan, bağırmak
wedding bells / düğün çanları door bell/ kapı zili
Belong: Ait, -nin olmak, aidiyet, üyesi olmak, ilgili olmak
to feel a sense of belonging / aidiyet duygusu hissetmek
Below: Aşağıda, altında, aşağı, alt, düşük rütbede
They live on the floor below. / Onlar alt katta yaşıyor. See below for references. / Referanslar için aşağı bakın.
Belt: Kemer, kayış, kuşak
a belt buckle / bir kemer tokası
Bend: Viraj, dirsek, eğmek, eğilmek
There is a sharp bend in the road / Yolda keskin bir viraj var
Beneath: Altında, altta
The boat sank beneath the waves. / Tekne dalgaların altında battı.
Benefit: Yarar, fayda, kazanç, avantaj
We should spend the money for something that will benefit to everyone. / Biz herkese yararlı olacak bir şey için para harcamalıyız.
Bent: Bükülmüş, kıvrık, eğilim, yetenek, istek
He was bent double with laughter. / O gülmekten iki büklüm oldu.
Beside: Yanında, dışında, kıyasla
He sat beside her all night. / Bütün gece onun yanında oturdu. My painting looks childish beside yours. / Benim resmim seninkinin yanında çocukça görünüyor.
Best: En iyi, en çok, yenmek
We all want the best for our children. / Biz çocuklarımız için en iyisini isteriz.
Bet: Bahis, iddia
Better: Daha iyi, daha güzel
I know better him / Onu daha iyi biliyorum
Betting: Bahis, bahse girme
illegal betting / yasa dışı bahis
Between: Arasında, ortasında
The house was near a park but there was a road in between. / Ev bir parkın yakınındaydı; fakat aralarında bir yol vardı.
Beyond: Ötesinde, öte, -den öte, ayrıca, öbür dünya
Snowdon and the mountains beyond were covered in snow. / Snowdon ve ötesinde dağlar karla kaplıydı.
Bicycle: Bisiklete, bisiklete binmek
He got on his bicycle and went away. / O, bisiklete bindi ve uzaklaştı.
Bid: Teklif, ihale, teklif vermek, fiyat vermek, deklare etmek, söylemek
I did bid £2000 for the painting. / Ben tablo için 2000 sterlin fiyat verdim. A French firm will be bidding for the contract. / Bir Fransız firması anlaşma için teklif verecek.
Big: Büyük, önemli, kocaman, çok
This shirt isn’t big enough. / Bu gömlek yeterince büyük değil. You’re a big girl now. / Şimdi büyük bir kızsın. You are making a big mistake. / Önemli bir hata yapıyorsun.
Bike: Bisiklet, motosiklet, bisiklete binmek, motosiklete binmek
I usually go to work by bike. / Ben genellikle işe bisiklet ile giderim.
Bill: Fatura, tasarı, senet, fatura etmek, fatura çıkarmak
She always pays her bills on time. / O, daima faturalarını zamanında öder. Bill of Education Reform / Eğitim Reformu Tasarısı
Billion: Milyar
Worldwide sales reached 2.5 billion. / Dünya çapında satışlar 2.5 milyara ulaştı. half a billion dollars / yarım milyar dolar
Bin: Çöp kutusu, kova, kutu, ambar, kömürlük
a rubbish bin / bir çöp kutusu a bread bin / bir ekmek kutusu
Biology: Biyoloji
How far is human nature determined by biology? / İnsan doğası biyoloji tarafından ne kadar belirlenebilir?
Bird: Kuş, güdümlü mermi, adam, kız
Eagle a kind of bird. / Kartal bir kuş türüdür.
Birth: Doğum, doğuş yavrulama, köken, kaynak
Please state your date and place of birth. / Lütfen doğum yerinizi ve tarihini belirtiniz. Anne was French by birth but lived most of her life in Italy. / Anne köken olarak Fransız ama hayatının çoğunun İtalya’da geçirdi.
Birthday: Doğum günü, yaş günü
Oliver’s 13th birthday / Oliver’in 13. doğum günü
Biscuit: Bisküvi, kurabiye, çörek, kuru pasta, açık kahverengi
a packet of chocolate biscuits / bir paket çikolatalı bisküvi
Bite: Isırmak, sokmak, lokma
The dog gave me a playful bite. / Köpek bana eğlenceli bir ısırık verdi. She took a couple of bites of the sandwich. / O, sandviç lokmasından bir çift aldı.
Bitter: Acı, sert, keskin, acılı, şiddetli
a long and bitter dispute / uzun ve acı bir tartışma Black coffee leaves a bitter taste in the mouth. / Siyah kahve ağızda acı bir tat bırakır.
Bitterly: Acı bir şekilde, acı acı, için için, şiddetle, keskin bir şekilde
They complained bitterly. / Onlar, acı acı şikayet ettiler.
Black: Siyah, kara
Everyone at the funeral was dressed in black. / Cenazede herkes siyah giymişti.
Blade: Kılıç, bıçak ağzı, yaprak
Blame: Suçlamak, sorumlu tutmak
Blank: Boşluk, açık, yazısız kağıt, silmek
Please fill in the blanks. / Lütfen boşlukları doldurunuz. If you can’t answer the question, leave a blank. / Soruya cevap vermezseniz boş bırakınız.
Blind: Kör, gizli, görmeyen, anlayışsız, düşüncesiz
One of her parents is blind. / Onun ebeveynlerinden biri kör.
Block: Engellemek, kapanmak, bloke etmek, durdurmak
His way was blocked with two massive rock. / Onun yoldu iki büyük kayak ile kapatıldı.
Blonde: Sarışın
Is she a natural blonde? / O doğuştan sarışın mı?
Blood: Kan, kan bağı, akrabalık, huy
He lost a lot of blood in the accident. / O, kazada çok kan kaybetti.
Blow: Darbe, üfleme, esinti
She received a severe blow on the head. / O, kafasına şiddetli bir darbe aldı. He was knocked out by a single blow to the head. / O kafasına ladığı bir tek darbe ile nakavt oldu. Blow with your nose / Burnunuzla üfleyin
Blue: Mavi
The room was decorated in vibrant blues and yellows. / Oda canlı mavi ve sarı renklerle dekore edilmiş. She was dressed in blue. / O mavi giymişti.
Board: Binmek, tahta, pano, kurul, komisyon, bir yerde kalmak
Passengers are waiting to board. / Yolcular binmeyi bekliyor. He boarded at his aunt’s house until he found a place of his own. / O, kendisine bir yer bulana kadar teyzesinin evinde kaldı.
Boat: Tekne, kayık, gemi, kayıkla gezmek
a fishing boat / bir balıkçı teknesi You can take a boat trip along the coast. / Sahil boyunca bir tekne gezisi yapabilirsiniz.
Body: Vücut, gövde, beden
His whole body was trembling. / Bütn vücudu titriyordu. He has a large body, but thin legs. / O iri bir vücuda sahip fakat bacakları ince.
Boil: Kaynatmak, kaynamak, haşlamak, kızışma, galeyan, son radde
Water was boiling. / Su kaynıyordu.
Bomb: Bomba, fiyasko, başarısızlık, bombalamak, fiyasko ile sonuçlanmak
Terrorists bombed several army barracks. / Teröristler birkaç askeri kışla bombaladı.
Bone: Kemik, kemikten yapılmış
The dog was gnawing at a bone. / Köpek bir kemik kemiriyordu. She had a beautiful face with very good bone structure. / O çok iyi bir kemik yapısı ile güzel bir yüze sahipti.
Book: Kitap, rezervasyon, yer ayırtmak
Book early to avoid disappointment. / Hayal kırıklığını önlemek için erken rezervasyon yaptırın. My favourite book is Nar Ağacı / Benim en sevdiğim kitap Nar Ağacı
Boot: Çizme, bot, bagaj, kovalamak, tekme atmak
cowboy boots / kovboy çizmeleri Did you lock the boot? / Bagajı kilitledin mi?
Border: Sınır, kenar, sınır koymak, çerçevelemek
a national park on the border between Kenya and Tanzania / Kenya ve Tanzanya arasındaki sınırda bir milli park.
Bore: Sıkmak, sıkıntı, delik, oyuk
Bored: Sıkılmış, bıkkın, bunalmış
There was a bored expression on her face. / Onun yüzünde bıkkın bir ifade vardı.
Boring: Sıkıcı, can sıkıcı
a boring job / sıkıcı bir iş
Born: Doğmuş, doğum
I was born in 1976. / Ben 1976’da doğdum. He was born in a small village in northern Spain. / O, Kuzey İspanya’da bir küçük köyde doğdu.
Borrow: Ödünç almak, alıntı yapmak
Can I borrow your umbrella? / Şemsiyeni ödünç alabilir miyim?
Boss: Patron, iş veren, yönetmek, idare etmek
Both: İkisi de, her ikisi de
Both women were French. / Kadınların ikisi de Fransızdı. We were both tired. / İkimiz de çok yorulduk.
Bother: Zahmet, sıkıntı, rahatsız etmek, can sıkmak; Bother! : Allah’ın belası, baş belası
That sprained ankle is still bothering her. / Burkulan ayak bileği hâlâ onu rahatsız ediyor.
Bottle: Şişe, biberon, içki
A milk bottle / Bir süt şişesi
Bottom: En alt, dip, alttaki, dipteki
Put your clothes in the bottom drawer. / Elbiselerini alttaki çekmeceye koy.
Bound: Bağlı, mecbur, sınır, sınırlamak, sıçramak, zıplamak
You’re bound to pass the exam. / Sınavınızı geçmeye mecbursunuz.
Bowl: Çanak, kase, tas, yuvarlamak, çevirmek, bovling oynamak
a salad/fruit/sugar bowl / bir salata/meyve/şeker kasesi a bowl of soup / bir kase çorba
Box: Kutu, sandık, kulübe, loca, yumruk, kutuya koymak, yumruk atmak
She kept all the letters in a box. / O, tüm mektupları bir kutu içinde tuttu.
Boy: Erkek, erkek çocuk, oğlan
I used to play here as a boy. / Ben bir çocukken burada oynardım. They have two boys and a girl. / Onların iki erkek ve bir kız çocuğu var.
Boyfriend: Erkek arkadaş
My boyfriend is very handsome. / Benim erkek arkadaşım çok yakışıklı.
Brain: Beyin, akıl, zeka, kafa
She died of a brain tumour. / O bir beyin tümörü yüzünden hayatını kaybetti.
Branch: Şube, dal, kol, branş
She climbed the tree and hid in the branches. / O ağaca tırmandı ve dallarına saklandı.
Brand: Marka, damga, damgalamak, derin etki bırakmak
Which brand of toothpaste do you use? / Sen hangi diş macunu markasını kullanıyorsun?
Brave: Cesur, yiğit, kahraman
Be brave! / Cesur ol! I wasn’t brave enough to tell her what I thought of her. / Ben onun için düşündüğümü, ona söylemek için yeterince cesur değilim.
Bread: Ekmek, para
wholemeal bread / kepek ekmeği
Break: Kırmak, kesmek, mola, ara
She worked all day without a break. / O, bütün gün aralıksız çalıştı.
Breakfast: Kahvaltı
Do you want bacon and eggs for breakfast? / Kahvaltı için pastırma ve yumurta ister misiniz? They were having breakfast when I arrived. / Ben vardığımda onlar kahvaltı yapıyordu.
Breast: Göğüs, meme, göğüslemek
She put the baby to her breast. / O, bebeği göğsüne koydu.
Breath: Nefes, soluk, esinti
I took a deep breath. / Derin bir nefes aldım.
Breathe: Nefes almak
The air was so cold we could hardly breathe. / Hava çok soğuktu ve biz güçlükle nefes alabiliyorduk.
Breed: Cins, tür, nesil
a breed of sheep / bir koyun cinsi
Brick: Tuğla, tuğladan yapılmış
The school was built of brick. / Okul tuğladan inşa edildi.
Bridge: Köprü, köprü kurmak, briç
Who was on the bridge when the collision took place? / Çarpışma gerçekleştiği zaman köprüde kim vardı?
Brief: Kısa, özet
a brief visit / Kısa bir ziyaret.
Briefly: Kısa bir zaman için, kısaca, özetle
Let me tell you briefly what happened. / Kısaca bana ne olduğunu anlat.
Bright: Aydınlık, parlak, zeki
a bright room / aydınlık bir oda I like bright colours. / Parlak renkleri severim.
Brilliant: Parlak, zeki, görkemli, çok başarılı, pırlanta
What a brilliant idea! / Ne parlak bir fikir.
Bring: Getirmek, kazandırmak, neden olmak,
Don’t forget to bring your books / Kitaplarını getirmeyi unutma. She brought her boyfriend to the party. / O, partiye erkek arkadaşını getirdi.
Broad: Geniş, genel, yaygın
broad shoulders / geniş omuzlar two metres broad and one metre high / iki metre genişliğinde ve bir mete yüksekliğinde
Broadcast: Yayın
We watched a live broadcast of the speech. / Konuşmanın canlı yayınını izledik.
Broadly: Geniş, geniş olarak, genel olarak, açık olarak
Broken: Bozuk,kırık, arızalı
pieces of broken glass / kırık cam parçaları
Brother: Kardeş, erkek kardeş
He’s my brother. / O benim erkek kardeşim.
Brown: Kahverengi
My mom has brown eyes. / Annemin gözlerin kahverengidir.
Brush: Fırçalamak, süpürmek, değmek
You must brush your teeth for oral and dental health. / Ağız ve diş sağlığınız için dişinizi fırçalamalısınız.
Bubble: Kabarcık, baloncuk, fokurdamak, köpürmek
water bubbles / Su kabarcıkları
Budget: Bütçe, stok
a big-budget movie / büyük bütçeli bir film. We decorated the house on a tight budget. / Dar bir bütçe ile evi dekore ettik.
Build: Yapmak, inşa etmek, yapı
They have permission to build 200 new houses. / Onlar 200 yeni konut inşa etmek hakkına sahip.
Building: Bina, inşa, yapı
A structure such as a house or school that has a roof and walls / çatı ve duvarları olan ev veya okul gibi bir bina.
Bullet: Mermi, kurşun
He was killed by a bullet in the head. / O kafasına bir kurşun sıkılarak öldürüldü.
Bunch: Demet, grup, salkım, deste yapmak
She picked me a bunch of flowers. / O, bana bir demet çiçek topladı.
Burn: Yakmak, yanmak
A welcoming fire was burning in the fireplace. / Şöminede bir karşılama ateşi yanıyordu.
Burnt: Yanmış, kavrulmuş
Your hand looks badly burnt. / Eliniz fena yanmış görünüyor.
Brust: Patlamak, infilak etmek
That balloon will burst if you blow it up any more. / Biraz daha üflerseniz balon patlayacak.
Bury: Gömmek, gizlemek
He was buried in Highgate Cemetery. / O Highgate mezarlığına gömüldü.
Bus: Otobüs, otobüsle taşımak
Shall we walk or go by bus? / Biz yürüyecek miyiz; yoksa otobüsle mi gideceğiz? a school bus / bir okul otobüsü
Bush: Çalı, çalılık arazi
Business: İş, faaliyet, ticaret
a business investment / Bir iş yatırımı
Businessman: İş adamı
My uncle is a businessman. / Benim amcam bir iş adamı.
Busy: Meşgul, yoğun, istek
a very busy life / çok yoğun bir hayat Are you busy tonight? / Bu akşam meşgul müsün?
But: Fakat, lakin, ama, ancak, sadece, yalnızca, itiraz
His mother won’t be there, but his father might. / Annesi orada olamayacak; fakat babası olabilir. I’d asked everybody but only two people came. / Ben herkese rica ettim ama sadece iki kişi geldi.
Butter: Tereyağı, yağcılık
Fry the onions in butter. / Tereyağda soğan kızartma. Do you want butter or margarine on your toast? / Tostunuza tereyağı veya margarin ister misiniz?
Button: Düğme, buton, düğmelemek
shirt buttons / gömlek düğmeleri Ahmet pressed a button and waited for the lift. / Ahmet bir düğmeye bastı ve asansör için bekledi.
Buy: Satın almak, almak
Where did you buy that dress? / Bu elbiseyi nereden satın aldınız? He bought me a new coat. / O, bana yeni bir ceket satın aldı.
Buyer: Alıcı
Have you found a buyer for your house? / Evin için bir alıcı buldun mu?
By: Tarafından, göre, ile, yoluyla, aracılığı ile, yakın
He came by bus. / Otobüs ile geldi. Mary is respected by everyone. / Mary’ye herkes tarafından saygı duyulur. I need to know your answer by Friday. / Cumaya kadar senin cevabını bilmem gerekir. Bye: Hoşça kal, güle güle Bye! See you next week. / Güle güle! Haftaya görüşürüz.
Cabinet: Kabine, bakanlar kurulu, dolap, vitrinli dolap
a cabinet meeting / bir kabine toplantısı kitchen cabinets / mutfak dolapları
Cable: Kablo, kablolu yayın, kablolu televizyon
fibre-optic cable / fiber optik kablo
Cake: Kek, pasta, çörek, kalıp, kalıplaşmak, katılaşmak
a birthday cake / bir doğumgünü pastası
Calculate: Hesaplamak, saymak, tasarlamak, planlamak
We haven’t really calculated the cost of the vacation yet. / Biz, gerçekten henüz tatilin maliyetini hesaplamış değiliz.
Calculation: Hesaplama
Cathy did a rough calculation. / Cathy kaba bir hesaplama yaptı.
Call: Çağrı, davet, arama / demek, adlandırmak, söylemek
Were there any calls for me while I was out? / Ben dışardayken onlar beni hiç aradı mı? I left a message but he didn’t return my call. / Ben bir mesaj bıraktım ama o benim çağrıma geri dönmedi.
Called: Denilen, adlı
I don’t know anyone called Scott. / Ben Scott denilen birini tanımıyorum.
Calm: Sakin, durgun, huzurlu
The police appealed for calm. / Polis sakin olmasını rica etti.
Camera: Kamera, fotoğraf makinesi, gizli
a camera crew / bir kamera ekibi Are you prepared to tell your story on camera? / Kameraya anlatacağınız hikayeniz için hazır mısınız?
Campaign: Kampanya, seferberlik, savaş
an advertising campaign / bir reklam kampanyası
Camp: Kamp, kamp yapmak, kısa bir zaman için konaklamak
I camped overnight in a field. / Ben gece boyunca bir alanda kamp yaptım.
Camping: Kamp, kamp yapma
camping equipment / kamp ekipmanları
Can: Yababilmek, edebilmek, -ebilmek, kutu
I can run fast. / Ben hızlı koşabilirim. He couldn’t answer the question. / O, soruya cevap veremedi.
Cancel: İptal, fesih, kaldırmak
All flights have been cancelled because of bad weather. / Kötü hava şartlarından dolayı bütün uçuşlar iptal edildi. The wedding was cancelled at the last minute. / Düğün son dakikada iptal edildi.
Cancer: Kanser, kötü şey
Most skin cancers are completely curable. / Çoğu cilt kanseri tamamen tedavi edilebilir.
Candidate: Aday
one of the leading candidates for the presidential / başkanlık için önde gelen adaylardan biri There were a large number of candidates for the job. / İş için çok sayıda aday vardı.
Candy: Şeker, şekerleme
Who wants the last piece of candy? / Şekerin son parçasını kim ister?
Cannot: Yapamamak, edememek
I cannot believe the price of the tickets! / Biletlerin fiyatına inanamıyorum.
Capable: Yetenekli, kabiliyetli, -ebilmek
You are capable of better work than this. / Sen bundan daha iyi bir iş yapabilirsin. She’s a very capable teacher. / O çok kabiliyetli bir öğretmen.
Capacity: Kapasite, fonksiyon
The theatre has a seating capacity of 2000. / Tiyatro 2000 kişilik oturma kapasitesine sahiptir.
Cap: Kapak, başlık, örtmek
a lens cap / bir lens kapağı
Capital: Sermaye, kazanç, başkent, büyük, ölüm, ana, ilk harf
Capital city of Turkey is Ankara. / Türkiye’nin başkenti Ankara’dır. a capital offence / bir ölüm saldırısı English is written with a capital ‘E’. / English’in ilk harfi büyük E ile yazılır.
Captain: Kaptan, önder
The captain gave the order to abandon ship./ Kaptan gemiyi terk etme emrini verdi. She was captain of the hockey team at school. / O, okulun hokey takımında kaptandı.
Capture: Ele geçirmek, esir almak, yakalama
the capture of enemy territory / düşman topraklarını ele geçirmek
Car: Araba, otomobil
Where can I park the car? / Arabayı nereye park edebilirim?
Cardboard: Karton, mukavva
a cardboard box / bir karton kutu
Card: Kart
a piece of card / bir kart parçası an appointment card / bir randevu kartı Here’s my card if you need to contact me again. / Benimle tekrar iletişim kurmak isterseniz kartım burada.
Care: Bakım, dikkat, özen, ilgi
I don’t care. / Umrumda değil.
Career: Kariyer, meslek, koşmak
She has been concentrating on her career. / O, kariyerine konsantre olmuştur.
Careful: Dikkatli, titiz
Be careful! / Dikkatli ol! I’m very careful about washing my hands before eating / Yemekten önce ellerimi yıkama konusunda çok dikkatliyim.
Careless: Dikkatsiz, ilgisiz, kayıtsız
She threw her coat carelessly onto the chair. / O dikkatsiz bir şekilde ceketini sandalyeye attı.
Carpet: Halı
a bedroom carpet / bir yatak odası halısı
Carrot: Havuç, bir şeye ikna etmek için ödül sözü vermek
grated carrot / rendelenmiş havuç
Carry: Taşımak, getirmek, götürmek
He was carrying a suitcase. / O, bir bavul taşıyordu.
Case: Durum, dava, kasa, kutu
a pencil case / bir kalem kutusu In some cases people have had to wait several weeks for an appointment. / Bazı durumlarda insanlar bir randevu için birkaç hafta beklemek zorunda kalırmış.
Cash: Nakit, para
Customers are offered a 10% discount if they pay cash. / Nakit ödeme yaparlarsa müşterilere % 10 indirim sunuluyor.
Cast: Oyuncular, döküm
The whole cast performs wonderful. / Bütün oyuncuların performansı harika.
Castle: Kale, şato
a medieval castle / bir orta çağ kalesi
Cat: Kedi
cat climbed the tree. / kedi ağaca tırmandı.
Catch: Yakalamak, yetişmek
How many fish did you catch? / Ne kadar balık yakaladın?
Category: Kategori, grup, sınıf, zümre
The results can be divided into three main categories. / Sonuçlar üç ana kategoriye ayrılabilir.
Cause: Neden, sebep, yol açmak
Do they know what caused the fire? / Onlar yangının nedenini biliyor mu?
CD: CD, disk
His albums are available on CD and online. / Onun albümlerine CD veya çevrimiçi olarak ulaşılabilir.
Cease: Durdurmak, kesmek, vazgeçmek, son vermek
He ordered his men to cease fire. / O adamlarına yangını durdurmalarını emretti.
Ceiling: Tavan, iç kaplama
a large room with a high ceiling / yüksek tavanlı geniş bir oda The walls and ceiling were painted white. / Duvarlar ve tavan beyaza boyandı.
Celebrate: Kutlamak, anmak, övmek
Jake’s passed his exams. We’re going out to celebrate. / Jake sınavlarını geçti. Biz kutlama için dışarıya çıkıyoruz. How do people celebrate New Year in your country? / Sizin ülkenizde insanlar yeni yıl kutlamalarını nasıl yapar?
Celebration: Kutlama, anma, tören
birthday celebrations / doğum günü kutlamaları
Cell: Hücre, pil
the nucleus of a cell / bir hücrenin çekirdeği
Cell Phone: Cep telefonu
The use of cellular phones is not permitted on most aircraft. / Cep telefonu kullanımına çoğu uçakta izin verilmez.
Cent: Sent, doların yüzde biri
Centimetre: Santimetre
Central: Merkezi, asıl, en önemli
The central issue is that of widespread racism. / Asıl sorun ırkçılığın yaygınlığıdır. Prevention also plays a central role in traditional medicine. / Önleyici tedbir geleneksel tıpta merkezi bir rol oynar. the central point of the brain / beynin merkezi noktası
Centre: Merkez, orta
the centre of a circle / bir dairenin merkezi
Century: Yüzyıl, asır
eighteenth-century writers / On sekizinci yüzyıl yazarları
Ceremony: Tören, merasim
an awards/opening ceremony / bir ödül/açılış töreni
Certain: Belli, kesin, muhakkak, emin
She looks certain to win an Oscar. / O, Oscar ödülünü kazanmaya kesin gözüyle bakıyor.
Certainly: Kesinlikle, elbette, şüphesiz
Without treatment, she will certainly die. / Tedavi edilmezse o kesinlikle ölecek. Certainly, the early years are crucial to a child’s development. / Elbette, bir çocuğun gelişimi için ilk yıllar çok önemlidir.
Certificate: Sertifika, belge, diploma
a birth sertificate / bir doğum belgesi
Chain: Zincir, dizi
The doors were always locked and chained. / Kapılar her zaman kilitli ve zincirliydi.
Chair: Sandalye, koltuk, makam, başkanlık etmek
Sit on your chair! / Sandalyenize oturun.
Chairman: Başkan, reis
The chairman of the company presented the annual report. / Şirketin başkanı yıllık raporu sundu.
Chairwoman: Kadın başkan
Challenge: Meydan okumak, itiraz, davet, karşı gelmek, düelloya davet etmek
This discovery challenges traditional beliefs. / Bu keşif geleneksel inanışlara karşı geliyor.
Challenging: Zorlu, kamçılayıcı, boyun eğmez
challenging work / zorlu iş
Chamber: Resmi toplantılar için kullanılan oda, bölme, boşluk, oda
The members left the council chamber. / Üyeler konsey odasını terk etti.
Chance: Şans, fırsat, tesadüfi
Is there any chance of getting tickets for tonight? / Bu gece için bilet alma şansı var mı?
Change: Değiştirmek, değişim
There was no change in the patient’s condition overnight. / Gece boyunca hastanın durumunda değişiklik yoktu.
Channel: Kanal, bağlantı
What’s on Channel 4 tonight? / Kanal 4’te bu gece ne var?
Chapter: Bölüm, kısım
I’ve just finished Chapter 3. / Ben şimdi 3. bölümü bitirdim.
Character: Karakter, nitelik
Generosity is part of the Turkish character. / Cömertlik Türk karakterinin bir parçasıdır.
Chracteristic: Karakteristik, tipik, özgün, nitelik, vasıf
The two groups of children have quite different characteristics. / İki çocuk grubu tamamen farklı karakteristiğe sahiptir.
Charge: Ücret, talep, şarj etmek, doldurmak
The restaurant charged £20 for dinner. / Restoran akşam yemeği için 20 sterlin ücret istedi.
Charity: Hayır, sadaka, hayır kurumu
Many charities sent money to help the victims of the famine. / Birçok hayır kurumu açlık kurbanlarına yardım için para gönderdi.
Chart: Grafik, tablo, çizelge, planlamak, çizelge ile göstermek, haritasını çizmek
His job was to chart the progress of the spacecraft. / Onun işi uzay aracının ilerlemesini çizelge ile göstermekti.
Chase: Takip, kovalama, peşine düşmek
The thieves were caught by police after a short chase. / Hırsızlar kısa bir takibin ardından polis tarafından yakalandı.
Chat: Sohbet, konuşmak, söyleşmek
I just called in for a chat. / Ben sadece sohbet için aradım.
Cheap: Ucuz, değersiz
A good education is not cheap. / İyi bir eğitim ucuz değildir.
Cheaply: Ucuz bir şekilde, değersiz bir biçimde
I’m sure I could buy this more cheaply somewhere else. / Eminim bunu başka bir yerde daha ucuza alabilirdim. You can live very cheaply in Italy. / İtalya’da daha ucuz bir şekilde yaşayabilirsin.
Cheat: Hile, dolandırıcı, aldatmak
There’s a cheat you can use to get to the next level. / Bir sonraki seviyeye ulaşmak için kullanabileceğiniz hileler var.
Check: Kontrol, denetlemek
The drugs were found in their car during a routine check by police. / Polis tarafından yapılan rutin bir kontrol sırasında onların aracında uyuşturucu bulundu.
Cheerful: Neşeli, keyifli, neşelendirmek
You’re in a cheerful mood. / Sen neşeli bir ruh hali içindesin.
Cheese: Peynir
I ate some cheese. / Biraz peynir yedim.
Chemical: Kimyasal
Chemist: Kimyager, eczacı
You can obtain the product from all good chemists. / Ürünü tüm iyi eczacılardan elde edebilirsiniz.
Cheque: Çek
to pay by cheque / çek ile ödeme
Chest: Göğüs
a chest infection / bir göğüs enfeksiyonu
Chew: Çiğnemek
He is always chewing gum. / O, her zaman sakız çiğniyor.
Chicken: Tavuk, korkak
Chickens in the back yard. / Arka bahçedeki tavuklar.
Chief: Şef, baş ana, reis, amir, belli başlı
Child: Çocuk, evlat
I lived in London as a child. / Ben çocukken Londra’da yaşadım.
Chin: Çene, konuşmak
Chip: Çip
This mug has a chip in it. / Bu kupa içinde bir çip var.
Chocolate: Çikolata, koyu kahverengi
a box of chocolates / bir kutu çikolata
Choice: Seçim, tercih, seçkin
We aim to help students make more conscious career choices. / Biz öğrencilerin daha bilinçli kariyer seçimleri yapmasına yardımcı olmayı hedefliyoruz.
Choose: Tercih etmek, seçmek
Sarah chose her words carefully. / Sarah her sözünü dikkatle seçer.
Chop: Doğramak, kesmek, azaltmak
Add the finely chopped onions. / İnce doğranmış soğan ekleyin.
Church: Kilise
The procession moved into the church. / Kafile kiliseye hareket etti. How often do you go to church? / Ne sıklıkta kiliseye gidersiniz?
Cigarette: Sigara
a packet of cigarettes / bir paket sigara
Cinema: Sinema
I used to go to the cinema every week. / Ben her hafta sinemaya giderdim.
Circle: Daire, çember, bir grup insan, kuşatma
Draw a circle. / Bir daire çizin.
Circumstance: Durum, koşul, şart
The company reserves the right to cancel this agreement in certain circumstances. / Şirket bazı durumlarda bu anlaşmayı iptal etme hakkını saklı tutar.
Citizen: Vatandaş, yurttaş, hemşehri
British citizens living in other parts of the European Union. / Avrupa Birliği’nin diğer bölgelerinde yaşayan İngiliz vatandaşları.
City: Şehir, kent
one of the world’s most beautiful cities. / dünyanın en güzel şehirlerinden biri.
Civil: Sivil, iç
civil unrest / iç huzursuzluk civil society / sivil toplum
Claim: İddia etmek, talep etmek
The singer has denied the magazine’s claim that she is leaving the band. / Şarkıcı derginin gruptan ayrılacağı iddiasını reddetti.
Clap: Alkış, alkışlamak
Give him a clap! / Ona bir alkış verin.
Class: Sınıf, ders
We were in the same class at school. / Biz okulda aynı sınıftaydık. I was late for a class. / Ders için geç kaldım.
Classic: Klasik, geleneksel, klasik eser, kaliteli
English classics such as ‘Alice in Wonderland’ / Alice Harikalar Diyarında gibi İngiliz Klasikleri
Classroom: Sınıf, derslik
the use of computers in the classroom / derste bilgisayar kullanımı
Clean: Temiz, temizlemek
Have you cleaned your teeth? / Dişlerini temizledin mi?
Clear: Açık, net, temiz, temizlemek
Clear up that mess. / Bu pisliği temizleyin.
Clearly: Açıkça, anlaşılır biçimde, apaçık, net
It’s difficult to see anything clearly in this mirror. / Bu aynada herhangi bir şeyi açıkça görmek zor.
Clerk: Katip, katiplik yapmak, tezgahtarlık, memur
an office clerk / bir ofis memuru
Clever: Zeki, akıllı, becerikli
a clever child / Zeki bir çocuk
Click: Tıklamak, tıkırtı, kısa ve keskin bir ses
The door closed with a click. / Kapı bir tıkırtı ile kapandı.
Client: Müşteri, müvekkil
Lawyers must always consider the interests of their clients. / Avukatlar her zaman müvekkillerinin çıkarlarını göz önünde bulundurmalıdır.
Climate: İklim, hava, şartlar, çevre
the harsh climate of the Arctic regions / Arktik bölgelerin sert iklimi.
Climb: Tırmanmak, tırmanış, yükselmek, çıkmak
She climbed up the stairs. / O merdivenlerden yukarı çıktı. The car slowly climbed to the hill. / Araba yavaşça tepeye tırmandı.
Climbing: Tırmanış, dağcılık
a climbing accident / bir tırmanış kazası
Clock: Saat
It was ten past six by the kitchen clock. / Mutfak saatine göre altıyı on geçiyordu. The clock has stopped. / Saat durdu.
Close: Yakın, kapalı, kapatmak
She closed the gate behind her. / O, arkasındaki kapıyı kapattı. close meaning of words / kelimelerin yakın anlamı Our new house is close to the school. / Bizim yeni evimiz okula yakın. The two buildings are close each other. / İki bina birbirlerine yakın.
Closed: Kapalı
Keep the door closed. / Kapıyı kapalı tut.
Closet: Dolap, küçük oda, gizli, özel, mahrem, klozet, tuvalet
Cloth: Bez, kumaş, örtü
bandages made from strips of cloth / kumaş şeritlerden yapılan sargılar
Clothes: Giysi, elbise, çamaşır
I bought some new clothes for the trip. / Ben yolculuk için biraz yeni elbise satın aldım.
Clothing: Giyim, giysi, elbise
protective clothing / koruyucu elbise a clothing manufacturer / bir giyim üreticisi
Cloud: Bulut
The plane was flying in cloud most of the way. / Uçak, yolun çoğunda bulutların içinde uçuyordu.
Club: Kulüp
a golf club / bir golf kulübü Beşiktaş Gymnastics Club / Beşiktaş Jimnastik Kulübü
Coach: Antrenör, koç, çalıştırıcı, antrenman yaptırmak, yolcu otobüsü
a football coach / bir futbol antrenörü They went to Italy on a coach tour. / Onlar bir otobüs turu için İtalya’ya gitti.
Coal: Kömür
I put more coal on the fire. / Ben ateşe daha fazla kömür koydum.
Coast: Sahil, kıyı
We walked along the coast / Biz sahil boyunca yürüdük.
Coat: Ceket, palto, kat
I wore my coat / Ben paltomu giydim.
Code: Kod, şifre
Coffee: Kahve, kahverengi
a cup of coffee / bir fincan kahve
Coin: Para, madeni para
a euro coin / bir euro madeni para
Cold: Soğuk
cold rooms / soğuk odalar
Coldly: Soğukkanlılıkla, sakince
Collapse: Çöküş
the collapse of law and order in the area / bölgede hukuk ve düzenin çöküşü
Colleague: Meslektaş, iş arkadaşı
We were friends and colleagues for more than 20 years. / Biz yıldan daha fazla bir süredir arkadaş ve meslektaştık.
Collect: Toplamak, biriktirmek, derlemek, ödemeli
We’re collecting signatures for a petition. / Biz bir dilekçe için imza topluyoruz.
Collection: Koleksiyon, toplama, derleme
The painting comes from his private collection. / Tablo onun kendi özel koleksiyonundan geliyor.
College: Üniversite, kolej
He got interested in politics when he was in college. / O üniversitedeyken siyasetle ilgilendi.
Colour: Renk, boya, renklendirmek
He drew a monster and coloured it green. / O bir canava çizdi ve yeşile boyadı.
Coloured: Renkli, boyanmış
She was wearing a cream-coloured suit. / O krem renkli bir takım elbise giymişti.
Column: Kolon, sütun, direk
Nelson’s Column in London / Londra’daki Nelson Sütunu
Combination: Kombinasyon, birleşim, bileşim
What an unusual combination of flavours! / Ne sıradışı bir lezzet kombinasyonu!
Combine: Birleştirmek, toplamak, kaynaştırmak, birlik
Hydrogen and oxygen combine to form water. / Su oluşturmak için hidrojen ve oksijen birleştirilir.
Come: Gelmek, ulaşmak
She comes to work by bus. / O otobüsle işe gelir. Come here! / Buraya gel!
Comedy: Komedi, güldürü, komik olaylar
a romantic comedy / bir romantik komedi
Comfortable: Rahat, konforlu, rahatlatıcı
These new shoes are not very comfortable. / Bu yeni ayakkabılar çok rahat değil.
Comfortably: Rahat, konforlu bir şekilde
All the rooms were comfortably furnished. / Bütün odalar konforlu bir şekilde döşenmişti.
Comfort: Rahat, konfor, rahatlatmak
These tennis shoes are designed for comfort and performance. / Bu tenis ayakkabıları performans ve konfor için tasarlandı.
Command: Komuta, kumanda, buyurmak, hakim olmak, emretmek
She commanded the release of the prisoners. / O tutsakların serbest bırakılmasını emretti.
Comment: Yorum, değerlendirme, yorum yapmak
I can comment about their decision. / Ben onların kararı hakkında yorum yapabilirim.
Commercial: Ticari, mesleki, reklam
the commercial heart of the city / Şehrin ticari merkezi
Commission: Komisyon, heyet, görevlendirmek, atamak
Commit: İşlemek, suç işlemek, adamak
Most crimes were committed by young men. / Suçların çoğu genç adamlar tarafından işlendi.
Commitment: Taahhüt, söz vermek
Committee: Komite, kurul, komisyon
She’s on the management committee. / O yönetim kurulunda. The player was fined by the disciplinary committee. / Oyuncu disiplin kurulu tarafından para cezası ile cezalandırıldı.
Common: Ortak, yaygın, genel, halka açık alan, park
We went for a walk on the common. / Biz yürüyüş için halka açık alana gittik.
Commonly: Yaygın olarak, çoğunlukla, müşterek biçimde, ortak olarak
This is one of the most commonly used methods. / Bı yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biri.
Communicate: İletişim kurmak, haberleşmek
They communicated in sign language. / Onlar işaret diliyle iletişim kurdu.
Communication: İletişim, haberleşme, bağlantı, irtibat
Speech is the fastest method of communication between people. / Konuşma, insanlar arasında iletişimin en hızlı yöntemidir.
Community: Topluluk, cemaat, cemiyet
ethnic communities / etnik topluluklar
Company: Şirket, ortaklık
Company profits were 5% lower than last year. / Şirket geçen yıldan % 5 daha az kâr etti.
Compare: Karşılaştırmak, kıyaslamak, benzetmek
We compared the two reports carefully. / İki raporu dikkatlice karşılaştırdık.
Comparison: Karşılaştırma, kıyaslama, mukayese, benzetme
According to Durkheim, comparison was the most important method of analysis in sociology. / Durkheim’e göre, sosyolojide analiz yöntemlerinin en önemlisi karşılaştırmaydı.
Compete: Yarışmak, rekabet etmek
We can’t compete with them on price. / Biz fiyatta onlarla rekabet edemeyiz.
Competition: Yarışma, rekabet, çekişme
There is now intense competition between schools to attract students. / Şimdi okullarda öğrencileri çekmek için yoğun bir rekabet var.
Competitive: Rekabetçi, yarışçı
We need to work harder to remain competitive with other companies. / Diğer şirketlerle rekabetçiliğimizi sürdürmek için sıkı çalışmaya ihtiyacımız var.
Complain: Şikayet etmek, yakınmak
She never complains, but she’s obviously exhausted. / O, asla şikayet etmez ama belli ki yorulmuş.
Complaint: Şikayet
I’d like to make a complaint about the noise. / Ben gürültü hakkında bir şikayette bulunmak istiyorum.
Complete: Tamamlamak, doldurmak, bitirmek
The project should be completed within a year. / Proje bir yıl içinde tamamlanmış olmalıdır.
Completely: Tamamen, tam olarak
The explosion completely destroyed the building. / Patlama binayı tamamen yıktı.
Complex: Karmaşık
the complex structure of the human brain / insan beyninin karmaşık yapısı
Complicate: Zorlaştırmak, karıştırmak, içinden çıkılmaz hale getirmek
The issue is complicated beacuse the fact that a vital document is missing. / Mesele hayati bir belgenin eksik olması nedeniyle zorlaştı.
Complicated: Karmaşık, çetrefilli
The instructions look very complicated. / Talimatlar çok karmaşık görünüyor.
Computer: Bilgisayar
Our sales information is processed by computer. / Bizim satış bilgilerimiz bilgisayar tarafından işlenir.
Concentrate: Yoğunlaşmak, yoğunlaştırmak, yoğun madde
I decided to concentrate all my efforts on finding somewhere to live. / Ben bütün çabamı yaşamak için bir yer bulmak için yoğunlaştırmaya karar verdim.
Concentration: Konsantrasyon, odaklanma, yoğunlaşma
Tiredness affects your power of concentration. / Yorgunluk konsantrasyon gücünüzü etkiler.
Concept: Kavram, fikir, görüş, mefhum
He can’t grasp the basic concepts of mathematics. / O matematiğin temel kavramlarını idrak edemez.
Concern: Endişe, ilgi, merak
Don’t hesitate to ask if you have any queries or concerns about this work. / Bu çalışma hakkında herhangi bir endişeniz veya sorunuz varsa sormaktan çekinmeyin.
Concerned: İlgili, endişeli
Concerned parents held a meeting. / İlgili ebeveynler bir toplantı düzenledi.
Concerning: İlgili
He asked several questions concerning the future of the company. / O, şirketin geleceği ile ilgili birkaç soru sordu.
Concert: Konser
They’re in concert at Wembley Arena. / Onlar Wembley Arena’daki konserde.
Conclude: Sonuçlandırmak, sona ermek, bitirmek, sonuç çıkarmak, karara varmak
The programme concluded with Stravinsky’s ‘Rite of Spring’. / Program Stravinsky’nin ‘Bahar Ayini’ ile sona erdi.
Conclusion: Sonuç, karar, netice
The conclusion of the book was disappointing. / Kitabın sonucu hayal kırıklığıydı.
Concrete: Beton, somut
a slab of concrete / bir beton levha
Condition: Durum, koşul, şart
The house is in a generally poor condition. / Ev genel olarak kötü bir durumda.
Conduct: Davranış, idare, yönetmek, iletmek
improving standards of training and professional conduct / eğitim ve mesleki davranış gelişme standartları
Conference: Konferans, toplantı, kongre
The hotel is used for exhibitions, conferences and social events. / Otel sergiler, konferanslar ve sosyal etkinlikler için kullanılır.
Confidence: Güven, kendine güven, özgüven
A fall in unemployment will help to restore consumer confidence. / İşsizlikteki düşüş tüketici güvenin eski haline getirmeye yardımcı olacaktır. He answered the questions with confidence. / O, özgüvenle soruları cevapladı.
Confident: Emin, güvenli, kendine güvenen, kendinden emin
She was in a relaxed, confident mood. / O, rahat, kendinden emin bir ruh hali içindeydi.
Confine: Sınırlamak, hapsetmek
She was confined to bed with the flu. / O, grip ile yatağa hapsoldu.
Confined: Sınırlandırılmış, hapsedilmiş
Confirm: Onaylamak, doğrulamak, tasdik etmek
His guilty expression confirmed my suspicions. / Onun suçluluk ifadesi benim şüphelerimi doğruladı.
Conflict: Çatışma, anlaşmazlık, savaş, çekişme, bağdaşmamak
These results conflict with earlier findings. / Bu sonuçlar ilk bulgularla bağdaşmıyor.
Confront: Karşı koymak, karşı karşıya kalmak, yüzleştirmek, karşılaştırmak
He confronted her with a choice between her career or their relationship. / Kariyeri ve ilişkisi arasındaki bir tercih ile karşı karşıya kaldı.
Confuse: Şaşırtmak, karıştırmak, kafasını karıştırmak
People often confuse me and my twin sister. / İnsanlar sık sık benimle ikiz kardeşimi karıştırır.
Confused: Şaşkın, kafası karışmış
People are confused about all the different labels on food these days. / İnsanlar bugünlerde yiyeceklerdeki farklı etiketlerden dolayı şaşkın.
Confusing: Kafa karıştırıcı, şaşırtıcı
The instructions on the box are very confusing. / Kutudaki talimatlar çok kafa karıştırıcı. a very confusing experience / Çok şaşırtıcı bir deneyim
Confusion: Karışıklık, kargaşa, şaşkınlık, keşmekeş
He looked at me in confusion and did not answer the question. / O, şaşkınlık içinde bana baktı ve soruya cevap vermedi.
Congratulate: Tebrik etmek, kutlamak
I congratulated them all. Because they were very succesful / Ben onların hepsini tebrik ettim. Çünkü onlar çok başarılıydı.
Congratulation: Kutlama, tebrik
Congratulations on your exam results! / Sınav sonuçlar için tebrikler!
Congress: Kongre, toplantı, meclis
Congress will vote on the proposals tomorrow. / Meclis yarın önerileri oylayacak.
Connect: Bağlamak, birleştirmek
The towns are connected by train and bus services. / Kasabalar tren ve otobüs servisleri ile bağlanır.
Connected: Bağlı, ilgili, ilişkili, birleşik
The two issues are closely connected. / Bu konular yakından ilgili.
Connection: Bağlantı, bağ, ilişki
Scientists have established a connection between cholesterol levels and heart disease. / Bilim adamları kolesterol ve kalp hastalığı arasında bir bağlantı kurdu.
Conscious: Bilinçli
She’s very conscious of the problems involved. / O problemlerle ilgili çok bilinçli.
Consequence: Sonuç, netice, önem
Have you considered the possible consequences? / Olası sonuçları düşündünüz mü?
Conservative: Tutucu, muhafazakar, sağcı
Her style of dress was never conservative. / Onun giyim tarzı hiç muhafazakar değildi.
Considerable: Önemli, dikkate değer, önemli ölçüde, hayli
The project wasted a considerable amount of time and money. / Proje önemli ölçüde para ve zaman israfıydı.
Considerably: Dikkate değer ölçüde, önemli, çok
Interest rates on bank loans have increased considerably in recent years. / Banka kredilerindeki faiz oranları son yıllarda dikkate değer ölçüde arttı.
Consideration: Düşünme, önem, bedel
After a few moments’ consideration, he began to speak. / Bir kaç dakika düşündükten sonra konuşmaya başladı.
Consider: Düşünmek, dikkate almak
I’d like some time to consider. / Düşünmek için biraz zaman istiyorum.
Consist: Oluşmak, meydana gelmek
The committee consists of ten members. / Komite on üyeden oluşur.
Constant: Sabit, sürekli, daimi
constant interruptions / sürekli kesintiler Babies need constant attention. / Bebekler sürekli ilgiye ihtiyaç duyar.
Constantly: Sürekli, sık sık
Fashion is constantly changing. / Moda sürekli değişiyor. Heat the sauce, stirring constantly. / Sürekli karıştırarak sosu ısıtın.
Construct: İnşa etmek, kurmak, oluşturmak
When was the bridge constructed? / Köprü ne zaman inşa edildi?
Construction: İnşaat
Work has begun on the construction of the new airport. / Yeni havalimanının inşaatında çalışma başladı.
Consult: Danışmak, başvurmak
If the pain continues, consult your doctor. / Ağrı devam ederse doktorunuza danışın. Have you consulted your lawyer about this issue? / Bu konu hakkında avukatınıza danıştınız mı?
Consumer: Tüketici, alıcı
Tax cuts will boost consumer confidence. / Vergi indirimleri tüketici güvenini arttıracak.
Contact: Temas, bağlantı, irtibat kurmak, temasa geçmek
I’ve been trying to contact you all day. / Ben bütün gün sizinle iletişime geçmek için çalışıyorum.
Contain: İçermek, tutmak, kapsamak, ihtiva etmek
This drink doesn’t contain any alcohol. / Bu içecek hiç alkol içermez.
Container: Konteyner, kap
Food will protect longer if kept in an airtight container. / Hava geçirmez bir kapta tutulursa, yiyecek daha uzun süre korunacaktır. a container ship / bir konteyner gemisi
Contemporary: Çağdaş, modern, günümüze ait, akran
He was contemporary with the dramatist Congreve. / O oyun yazarı Congreve ile çağdaştı.
Content: İçerik, kapsam, memnun, hoşnut
He tipped the contents of the bag onto the table. / O, masanın üzerindeki çantanın içindekileri döktü. Fire has caused severe damage to the contents of the building. / Yangın binanın içinde ciddi zarara neden oldu.
Contest: Yarışma, rekabet
a singing contest / bir şarkı yarışması
Context: Bağlam, durum, şartlar
You should be able to guess the meaning of the word from the context. / Bağlamdan kelimenin anlamını tahmin edebilmelisiniz.
Continent: Kıta
the continent of Africa / Afrika kıtası
Continue: Devam etmek, sürdürmek
The exhibition will continue until 25 July. / Sergi 25 Temmuz’a kadar devam edecek.
Continuous: Sürekli, devamlı
You will see a continuous improvement in your health if you left smoking / Sigara içmeyi bırakırsanız, sağlığınızdaki sürekli iyileşmeyi göreceksiniz.
Contract: Sözleşme, anlaşma, daraltmak
The universe is expanding rather than contracting. / Evren daralmaktan ziyade genişliyor. The player is contracted to play until August. / Oyuncu Ağustos’a kadar oynamak için anlaştı.
Contrast: Kontrast, karşılaştırmak, tezat, çelişki
Her actions contrasted with her promises. / Onun hareketleri sözleri ile çelişkili.
Contrasting: Çok farklı, zıt, kontrast
bright, contrasting colours / parlak, zıt renkler
Contribute: Katkıda bulunmak, bağış yapmak
We contributed £5000 to the earthquake fund. / Biz deprem fonuna 5000 sterlin katkıda bulunduk.
Contribution: Katkı, destek, yardım
All contributions will be gratefully received. / Bütün katkılar memnuniyetle kabul edilecektir.
Control: Kontrol, denetim, hakimiyet
The whole territory is controlled by the army. / Bütün bölge ordu tarafından kontrol ediliyor. Can’t you control your children? / Sen çocuklarını kontrol edebilir misin?
Convenient: Uygun, elverişli, kullanışlı
A bicycle is usually more convenient than a car in towns. / Bisiklet kasabada genellikle arabadan daha kullanışlıdır.
Conventional: Geleneksel
You can use a microwave or cook it in a conventional oven. / Mikrodalga fırın kullanabilir ya da geleneksel fırında pişirebilirsiniz.
Convention: Kongre, toplantı, düzen, geleneksel yöntem
social conventions / sosyal toplantılar
Conversation: Konuşma, görüşme, sohbet
The main topic of conversation was the likely outcome of the election. / Sohbetin ana konusu seçimin muhtemel sonucuydu.
Convert: Dönüştürmek, çevirmek, değiştirmek
Hot water is converted to electricity by a turbine. / Sıcak su bir türbin aracılığıyla elektriğe dönüştürüldü.
Convince: İkna etmek, inandırmak
I’ve been trying to convince him to see a doctor. / Onu bir doktora görünmesi için ikna etmeye çalışıyorum.
Cook: Pişirmek, yemek yapmak, aşçı
John is a very good cook / John çok iyi bir aşçıdır. She was employed as a cook in a hotel. / O bir otelde aşçı olarak istihdam edildi.
Cooker: Ocak, tencere, fırın, pişirme kabı
an electric cooker / bir elektrikli ocak
Cookie: Kurabiye, bisküvi, çörek
Cooking: Yemek pişirme, pişirme, aşçılık, yemek
The restaurant offers traditional home cooking. / Restoran geleneksel ev yemekleri sunuyor.
Cool: Serin, soğuk, serinletmek, sakinleşmek
I think we should wait until tempers have cooled. / Bence sakinleşene kadar beklemeliyiz.
Cope: Başa çıkmak, uğraşmak, üstesinden gelmek
Desert plants are adapted to cope with extreme heat. / Çöl bitkileri aşırı ısı ile başa çıkmak için uyarlanmıştır.
Copy: Kopya, Kopyalamak, nüsha, çoğaltmak
Everything in the computer’s memory can be copied onto DVDs. / Bilgisayarın belleğindeki her şey DVDlere kopyalanabilir.
Core: Çekirdek, göbek, merkez
the earth’s core / dünyanın çekirdeği
Corner: Köşe, köşede, köşeye sıkıştırmak, köşe vuruşu
Write your address in the top right-hand corner of the letter. / Mektubun sağ üst köşesine adresinizi yazın. I hit my knee on the corner of the table. / Dizimi masanın köşesine vurdum.
Correct: Doğru, hatasız, uygun, düzeltmek, doğrulamak
Their eyesight can be corrected in just a few minutes by the use of a laser. / Onlar görme yeteneği bir lazer kullanılarak sadece bir kaç dakika içinde düzeltilebilir. Answered all the questions correctly. / Bütün sorular doğru şekilde cevaplandı.
Cost: Maliyet, fiyat
I didn’t get it because it cost too much. / Ben fiyatı çok fazla olduğu için onu almadım. Tickets cost ten dollars each. / Her bir biletin maliyeti on dolar.
Cottage: Kulübe, kır evi
a holiday cottage / bir tatil kulübesi
Cotton: Pamuk, pamuklu
Use a cotton ball to apply the lotion. / Losyon uygulamak için bir top pamuk kullanın.
Cough: Öksürük
She gave a little cough to attract my attention. / O benim dikkatimi çekmek için biraz öksürdü.
Could: Can’in geçmiş hali, -ebilidir, -ebilmek, -ebileceği
I couldn’t hear what they were saying. / Ben onların söylediklerini duyamadım. Could I use your phone, please? / Senin telefonunu kullanabilir miyim?
Council: Konsey, meclis, kurul
In Britain, the Arts Council gives grants to theatres. / İngilte’de Sanat Konseyi tiyatrolara hibe verir.
Count: Saymak
Billy can’t count yet. / Billy henüz sayamıyor.
Counter: Karşı, ters, aykırı, tezgah, gişe, sayaç
You need to reset the counter. / Sayacınızı sıfırlamanız gerekir.
Country: Ülke, memleket
leading industrial countries / önde gelen sanayileşmiş ülkeler
Countryside: Kırsal bölge
The surrounding countryside is windswept and rocky. / Kırsal bölgenin çevresi rüzgarlı ve kayalık.
County: İlçe, yerel yönetim bölgesi
county boundaries / ilçe sınırları
Couple: İki, birkaç, çift, eş, karı-koca, birleştirmek, bağlamak, çiftleşmek
We went there a couple of years ago. / Biz bir kaç yıl önce oraya gittik. The couple were married in 2006. / Çift 2006’da evlendi.
Courage: Cesaret
He showed great courage and determination. / O büyük cesaret ve kararlılık gösterdi.
Course: Kurs, seyir, rota, yön, koşmak
a two-year postgraduate course leading to a master’s degree / İki yıllık lisansüstü kurs yüksek lisans derecesini sağlıyor.
Court: Mahkeme, kort (tenis oynanan alan), saray
Her lawyer made a statement outside the court. / Onun avukatı mahkeme dışında bir açıklama yaptı.
Cousin: Kuzen
She’s my cousin. / O, benim kuzenim.
Cover: Kapak, örtü, kapatmak, örtmek
a cushion cover / bir yastık örtüsü
Covered: Kapalı, kaplı, örtülü, kapanmış
The walls were covered with pictures. / Duvarlar resimlerle kaplıydı.
Covering: Kaplama, örtü
He pulled the plastic covering off the dead body. / Ölünün üzerine plastik örtü çekti.
Cow: İnek, büyük dişi hayvan
Cow eats grass / İnek ot yer.
Crack: Çatlak, çatlama, çatırtı
Cracks began to appear in the walls. / Çatlaklar duvarlarda görünmeye başladı.
Cracked: Kırık, çatlak
cracked plates / çatlak tabaklar
Craft: Zanaat, sanat, beceri, hüner, gemi
Crash: Kaza, gürültü, çarpmak, batmak, parçalanmak
A truck went out of control and crashed into the back of a bus. / Bir kamyon kontrolden çıktı ve otobüsün arkasına çarptı.
Crazy: Deli, çılgın, çıldırmış, aptal, mecnun
What a crazy idea! / Ne çılgın bir fikir!
Cream: Krem, kaymak, kremalı
a cream linen suit / bir krem keten takım elbise
Create: Oluşturmak, yaratmak
Scientists were disagree about how the universe was created. / Bilim adamları evrenin nasıl yaratıldığı hakkında anlaşamadı.
Creature: Yaratık, varlık, yaratılmış
She was an exotic creature with long red hair and brilliant green eyes. / O, kırmızı uzun saçı ve parlak yeşil gözleri ile egzotik bir yaratıktı.
Credit Card: Kredi kartı
All credit cards are accepted at our hotels. / Bizim otellerimizde tüm kredi kartları kabul edilir.
Credit: Kredi, alacak, itibar, kredi vermek
a credit agreement / bir kredi anlaşması The bank refused further credit to the company. / Banka şirkete daha fazla kredi vermeyi reddetti.
Crime: Suç, cezalandırmak
the connection between drugs and organized crime / Uyuşturucu ve organize suçlar arasındaki bağlantı
Criminal: Suçlu, ceza
Crisis: Kriz, buhran, bunalım
We provide help to families in crisis situations. / Biz kriz durumlarındaki ailelere yardım sağlarız.
Crisp: Gevrek, sert, kıtır kıtır, canlı, kuru
The air was crisp and clear and the sky was blue. / Hava kuru ve açıktı ve gökyüzü maviydi.
Criterion: Kriter, ölçüt
The main criterion is value for money. / Ana kriter paranın miktarıdır.
Critical: Kritik, ciddi, hassas, önemli, eleştirici
a critical moment in our country’s history / Ülkemizin tarihinde kritik bir an.
Criticism: Eleştiri, tenkit, kınama
People in public life must always be open to criticism / Kamusal yaşamdan insanlar daima eleştiriye açık olmalıdır.
Criticize: Eleştirmek, değerlendirmek
The decision was criticized by environmental groups. / Karar çevre grupları tarafından eleştirildi.
Crop: Ürün, mahsül, kısa saç stili
Sugar is an important crop on the island. / Şeker adada önemli bir üründür
Cross: Çapraz, karşıya geçmek, kesişen, geçmek
They crossed the finishing line together . / Birlikte bitiş çizgisini geçtiler.
Crowd: Kalabalık, topluluk, yığın
Police had to break up the crowd. / Polis kalabalığı dağıtmak zorunda kaldı.
Crowded: Kalabalık, sıkışık, dolu
London was very crowded. / Londra çok kalabalıktı.
Crown: Taç, hükümdarlık, taht, taç giydirmek, süslemek
Crucial: Çok önemli, zor, kritik
The next few weeks are going to be crucial. / Önümüzdeki birkaç hafta çok önemli olacak.
Cruel: Zalim, acımasız, gaddar, merhametsiz, korkunç
I can’t stand with people who are cruel to animals. / Ben hayvanlara karşı zalim insanlarla duramam.
Cry: Ağlamak, haykırmak, çoğlık, bağırmak, çığlık atmak
Her suicide attempt was really a cry for help. / Onun intihar girişimi gerçekten bir yardım haykırışıydı.
Cultural: Kültürel
Ottoman’s cultural heritage / Osmanlının kültürel mirası
Culture: Kültür
Istanbul is a beautiful city full of culture and history. / İstanbul tarih ve kültür dolu güzel bir şehirdir.
Cupboard: Dolap
kitchen cupboards / mutfak dolapları
Cup: Fincan, bardak, kupa
Would you like a cup of tea? / Bir fincan çay ister misiniz?
Curb: Frenlemek, sınırlamak, zaptetmek
curbs on government spending / hükümet harcamaları üzerinde sınırlandırmalar
Cure: Tedavi, iyileştirmek
Doctors cannot effect a cure if the disease has spread too far. / Hastalık çok fazla yayılırsa doktorlar tedaviyi etkileyemez. The cure took six weeks. / Tedavi altı hafta sürdü.
Curious: Meraklı, tuhaf, ilginç, acayip
They were very curious about the people who lived upstairs. / Onlar üst katta yaşayan insanlar hakkında çok meraklıydı.
Curl: Kıvırmak, bükmek, kıvırma, bükle, lüle
The baby had dark eyes and dark curls. / Bebeğin gözleri ve koyu bukleleri vardı.
Curly: Kıvırcık, bukleli
I wish my hair was curly. / Keşke saçım kıvırcık olsaydı.
Current: Akım, akıntı, geçerli, bugünkü
He swam against a strong current. O, güçlü bir akıntıya karşı yüzdü.
Currently: Şu anda, bugünlerde, halen
The hourly charge is currently £35. / Şu anda saatlik ücret 35 sterlindir.
Curtain: Perde, bölme, perdeyi kapatmak, perdelemek
a shower curtain / bir duş perdesi We left just before from the final curtain. / Final perdesinden az önce ayrıldık.
Curve: Eğri, kavis, viraj, eğmek, bükülmek
The road curved around the bay. / Körfez boyunca yol virajlı.
Custom: Gelenek, görenek, adet, töre, ısmarlama, sipariş üzerine yapılmış
the custom of giving presents at birthday / Doğum gününde hediye verme geleneği.
Customer: Müşteri, alıcı
The firm has excellent customer relations. / Firmanın müşteri ilişkileri mükemmeldir.
Customs: Gümrük, gelenekler
a customs officer / Bir gümrük memuru.
Cut: Kesmek, kesim, kesik
Blood poured from the deep cut on his arm. / Kolundaki derin kesikten kan döküldü.
Cycle: Devir, bisiklet, devir yaptırmak, bisiklete binmek
I usually cycle home through the park. / Ben genellikle park içinden eve bisiklet sürerim.
Cycling: Bisiklete binme
Cycling is Europe’s second most popular sport. / Bisiklete binme Avrupanın ikinci en popüler sporudur.
Dad: Baba, babacığım
Do you live with your mum or your dad? / Anneniz ve babanız ile mi yaşıyorsunuz?
Daily: Günlük
Invoices are signed on a daily basis. / Faturalar günlük olarak imzalanır.
Damage: Zarar, hasar, zarar vermek, hasar vermek
Several vehicles were damaged in the crash. / Birkaç araç kazada hasar gördü. Smoking seriously damages your health. / Sigara, sağlığınıza ciddi zararlar verir.
Damp: Nem, rutubet, nemli, rutubetli
The cottage was cold and damp. / Kulübe soğuk ve nemliydi.
Dance: Dans, dans etmek
Do you want to dance? / Dans etmek ister misiniz?
Dancer: Dansçı, dansöz
She’s a fantastic dancer. / O harika bir dansçı.
Dancing: Dans etme, oynama, dans
There was music and dancing till two in the morning. / Sabah ikiye kadar müzik ve dans vardı.
Danger: Tehlike, tehdit
Children’s lives are in danger every time they cross this road. / Bu yoldan geçen çocukların hayatları her zaman tehlikede.
Dangerous: Tehlikeli
The situation is highly dangerous. / Durum son derece tehlikeli.
Dare: Cesaret etmek, meydan okumak, kalkışmak
How dare you talk to me like that? / Bana böyle konuşmaya nasıl cesaret ederisiniz?
Dark: Karanlık, koyu
Are the children afraid of the dark? / Çocuklar karanlıktan korkar mı?
Data: Veri, bilgi
This data was collected from 69 countries. / Bu bilgi 69 ülkeden toplandı.
Date: Tarih, tarih atmak, flört, çıkmak
Thank you for your letter dated 24th March. / 24 Mart tarihli mektubun için teşekkür ederim.
Daughter: Kız, kız evlat, bağ, ilişki
We have two sons and a daughter. / Bizim iki oğlumuz ve bir kızımız var.
Day: Gün, gündüz
I saw Tom three days ago. / Ben üç gün önce Tom’u gördüm.
Dead: Ölü, ölmüş
He was shot dead by a gunman outside his home. / O, evinin önünde silahlı bir kişi tarafından vurularak öldürüldü.
Deaf: Sağır, işitme engelli, duyarsız
She was born deaf. / O, işitme engelli doğdu.
Deal: Çok, iş anlaşması, pazarlık, ele almak, değinmek
They spent a great deal of money. / Onlar muazzam çoklukta para harcadı.
Dear: Sevgili, değerli, aziz, içtenlikle, sevilen kimse
He’s one of my dearest friends. / O benim en değerli arkadaşlarımdan biri.
Death: Ölüm
the anniversary of his wife’s death / onun karısının ölüm yıl dönümü
Debate: Tartışma, müzakere, tartışmak, danışmak
We’re debating whether or not to go skiing this winter. / Biz bu kış kayağa gidip gitmeyeceğimizi tartışıyortuz.
Debt: Borç, borçlu olma
I need to pay off all my debts before I leave the country. / Ben ülkeyi terk etmeden önce tüm borçlarımı ödemeliyim.
Decade: On yıl
I saw him decade ago. / Ben onu on yıl önce gördüm.
Decay: Çürüme, bozulma
decaying city areas / çürüyen şehir alanları
December: Aralık
December the 12th and last month of the year. / Aralık yılın 12. ve son ayıdır.
Decide: Karar vermek, kararlaştırmak, sonuca varmak
It was difficult to decide between the two candidates. / Bu iki aday arasında karar vermek zor oldu.
Decision: Karar
He is really bad at making decisions. / O, karar almada gerçekten kötüdür. We finally reached a decision. / Biz sonunda bir karar vardık.
Declare: Bildirmek, açıklamak, beyan etmek, ilan etmek
Germany declared war on France on 1 August 1914. / Almanya 1 Ağustos 1914’te Fransa’ya savaş ilan etti.
Decline: Düşüş, gerileme, azalma, geri çevirmek
She declined a second glass of wine and called for a taxi. / Onlar ikinci bardak şarabı geri çevirdi ve bir taksi çağırdı.
Decorate: Süslemek, dekore etmek
They decorated the room with flowers and balloons. / Onlar odayı çiçekler ve balonlar ile süsledi.
Decoration: Dekorasyon, süsleme
the elaborate decoration on the carved wooden door / oyma ahşap kapı üzerinde özenli dekorasyon
Decorative: Dekoratif, süsleyici
purely decorative arches / tamamen dekoratif kemerler
Decrease: Azalma, düşüş, azaltmak, küçültmek
There has been some decrease in military spending this year. / Bu yıl askeri harcamalarda biraz düşüş olmuştur.
Deep: Derin
Dig deeper! / Daha derin kaz!
Deeply: Derinden, çok, son derece
She is deeply religious. / O son derece dindar.
Defeat: Yenilgi, mağlubiyet, engellemek, yenmek
The party faces defeat in the election. / Parti seçimlerde yenilgi ile karşı karşıya.
Defence: Savunma, koruma
The harbour’s sea defences are in poor condition. / Limanın deniz savunması kötü durum içinde.
Defend: Savunmak, korumak
The male ape defends his females from other males. / Erkek maymun dişi maymununu diğer erkeklerden korur.
Define: Tanımlamak, belirlemek, tarif etmek
Life imprisonment is defined as 60 years under state law. / Ömür boyu hapis devlet yasalarına göre 60 yıl olarak tanımlanır.
Definite: Kesin, belirli, açık
Can you give me a definite answer until tomorrow? / Yarına kadar bana kesin bir cevap verebilir misiniz?
Definitely: Kesinlikle, kesin olarak
The date of the move has not been definitely decided yet / Hareket tarihi henüz kesin olarak kararlaştırılmamıştır.
Definition: Tanım, tanımlama, açıklama, tarif
What’s your definition of happiness? / Sizin mutluluk tanımınız nedir?
Degree: Derece, aşama, lisans, diploma
an angle of ninety degrees / doksan derecelik bir açı Water freezes at 32 degrees Fahrenheit (32°F) or zero/nought degrees Celsius (0°C). / Su 32 Fahrenayt derece veya 0 santigrat derecede donar.
Delay: Gecikme, ertelemek, geciktirmek
He delayed telling her the news, waiting for the right moment. / Ona haberleri söylemeyi erteledi, doğru an için bekliyor.
Deliberate: Kasıtlı, bilerek, planlanmış, ağır
She spoke in a slow and deliberate way.
Delicate: Hassas, narin
The eye is one of the most delicate organs of the body. / Gözler vücudun en hassas organlarından biridir. Babies have very delicate skin. / Bebekler çok narin cilde sahiptir.
Delight: Zevk, keyif, sevinç, sevindirmek, hoşnut etmek
This news will delight his fans all over the world. / Bu haberler onun tüm dünyadaki hayranlarını sevindirecek.
Delighted: Memnun, keyifli, hoşnut, sevinmek
She was delighted by/at the news of the wedding. / O düğün haberlerine sevindi.
Deliver: Teslim etmek, dağıtmak, vermek, iletmek
Leaflets have been delivered to every house. / Broşürler her eve teslim edildi.
Delivery: Teslim
Last 28 days for delivery. / Teslimat için son 28 gün.
Demand: Talep, istek, talep etmek, istemek
I demand to see the manager. / Ben yöneticiyi görmek istiyorum. She demanded an immediate explanation. / O hemen bir açıklama talep etti.
Demonstrate: Göstermek, kanıtlamak
These results demonstrate convincingly that our campaign is working. / Bu sonuçlar kampanya çalışmamızın ikna edici olduğunu gösteriyor.
Dentist: Dişçi, diş doktoru
I went to dentist because my teeth decaying. / Dişlerim çürüdüğü için diş doktoruna gittim.
Deny: Reddetmek, yadsımak, yalanlamak, inkar etmek
The department denies responsibility for what occurred. / Bölüm yaşananların sorumluluğunu reddediyor.
Department: Bölüm, departman, bakanlık
the English department / İngilizce bölümü
Departure: Gidiş, kalkış, ayrılış
Flights should be confirmed 48 hours before departure. / Uçuşlar kalkıştan 48 saat önce teyit edilmelidir.
Depend: Bağlı, bağlı olmak, güvenmek
Deposit: Koymak, yatırmak
Millions were deposited in Swiss bank accounts. / Milyonlar İsviçreli banka hesaplarına yatırıldı.
Depress: Moralini bozmak, bastırmak, sıkmak
Wet weather always depresses me. / Yağışlı hava daima beni sıkar.
Depressed: Bunalımlı, depresif, kederli, bastırılmış, çok üzgün
Depressed mood / Depresif ruh hali
Depressing: İç karartıcı, moral bozucu
Looking for a job these days can be very depressing. / Bugünlerde bir iş bakmak çok moral bozucu olabilir.
Depth: Derinlik, dip
What’s the depth of the water here? / Burada suyun derinliği nedir?
Derive: Türetmek, çıkarmak
The word ‘politics’ is derived from a Greek word meaning ‘city’. / Politika kelimesi Yunanca şehir anlamına gelen bir kelimeden türetilmiştir.
Describe: Tanımlamak, anlatmak, betimlemek, açıklamak
The current political situation in Vietnam is described in chapter 8. / Vietnam’daki mevcut siyasi durum bölüm 8’de açıklanmıştır. Jim was described by his colleagues as ‘unusual’. / Jim arkadaşları tarafından sıra dışı olarak tanımlandı.
Description: Tanımlama, tarif, betimleme
general description of the software / yazılımın genel tanımı
Desert: Çöl, bozkır, terk etmek
She was deserted by her husband. / O kocası tarafından terk edildi. Finding of water very difficult in desert. / Çölde su bulmak çok zor.
Deserted: Issız, terk edilmiş, tenha
The office was completely deserted. / Ofis tamamen terk edilmişti.
Deserve: Hak etmek, layık olmak
They didn’t deserve to win. / Onlar kazanmayı hak etmedi.
Design: Dizayn, tasarı, tasarlamak, dizayn etmek
He designed and built his own house. / O kendi evini tasarladı ve inşa etti.
Desire: Arzu, istek
We all desire health and happiness. / Hepimiz sağlık ve mutluluk isteriz.
Desk: Masa, sıra, resepsiyon, büro
Desks were very beautiful designed. / Masalar çok güzel tasarlanmış.
Desperate: Umutsuz, çaresiz
Somewhere out there was a desperate man, cold, hungry, hunted. / Dışarda bir yerlerde üşümüş, aç ve avlanan umutsuz bir adam vardı.
Despite: Rağmen, karşın
Her voice was shaking despite all her efforts to control it. / Tüm kontrol çabalarına rağmen sesi titriyordu.
Destroy: Yıkmak, mahvetmek, yok etmek, harap etmek, imha etmek
They’ve destroyed all the evidence. / Onlar bütün kanıtları imha etti. You have destroyed my hopes of happiness. / Sen benim mutluluk umutlarımı yıktın.
Destruction: İmha, tahrip, tahribat, yıkma
weapons of mass destruction / kitle imha silahları
Detail: Detay, ayrıntı, detayına girmek
This issue will be discussed in more detail in the next chapter. / Bu konu sonraki bölümde daha detaylı olarak ele alınacaktır.
Determination: Belirleme, tespit, karar
factors influencing the determination of future policy / gelecek politikasının belirlenmesini etkileyen faktörler
Determined: Kararlı, azimli
I’m determined to succeed. / Ben başarılı olmak için kararlıyım.
Develop: Geliştirmek, gelişmek
The child is developing normally. / Çocuk normal bir şekilde gelişiyor. The company develops and markets new software. / Şirket yeni yazılım geliştirmekte ve pazarlamaktadır.
Development: Gelişme, ilerleme
a baby’s development in the womb / Anne karnındaki bir bebeğin gelişimi
Device: Cihaz, alet, makine
the world’s first atomic device / Dünyanın ilk atom cihazı
Devoted: Sadık, özverili
They are devoted to their children. / Onlar çocuklarına karşı özverilidir.
Devote: Adamak, tahsis etmek
She devoted herself to her career. / O, kendini kariyerine adadı.
Diagram: Diyagram, şema
The results are shown in diagram 2. / Sonuçlar şema 2’de gösterilir.
Diamond: Elmas, pırlanta
The lights shone like diamonds. / Işıklar elmas gibi parlıyordu.
Diary: Günlük, hatıra defteri
The writer’s letters and diaries will publish next year. / Yazarın mektupları ve günlükleri gelecek yıl yayımlanacak.
Dictionary: Sözlük
a Turkish-English dictionary / bir Türkçe-İngilizce sözlük
Die: Ölmek
Her husband died suddenly last week. / Onun kocası geçen hafta aniden öldü.
Diet: Diyet, rejim, perhiz, rejim yapmak
a healthy, balanced diet / sağlıklı, dengeli bir diyet I’m doing a diet to lose weight / Ben zayıflamak için diyet yapıyorum.
Difference: Fark, ayrım
There are no significant differences between the education systems of the two countries. / İki ülkenin eğitim sistemi arasında önemli farklılıklar yok.
Different: Farklı, çeşitli
American English is significantly different from British English. / Amerikan İngilizcesi, İngiliz İngilizcesinden önemli ölçüde farklıdır.
Difficult: Zor, güç, çetin
It’s really difficult to read your writing. / Yazınızı okumak gerçekten zor.
Difficulty: Zorluk, güçlük, sıkıntı
children with severe learning difficulties / ciddi öğrenme güçlüğü olan çocuklar
Dig: Kazmak, kazı
They dug deeper but still found nothing. / Onlar daha derin kazdı. Fakat hâlâ hiçbir şey bulunamadı.
Dinner: Akşam yemeği
What time do you serve dinner?/ Akşam yemeği servisiniz ne zaman?
Direct: Doğrudan, direkt, yönlendirmek, yönetmek, kontrol etmek
A new manager has been appointed to direct the project. / Projeyi yönetmek için yeni bir yönetici atanmıştır.
Direction: Talimat, yön, yönetim, istikamet
The aircraft was flying in a northerly direction. / Uçak kuzey yönüne uçuyordu.
Directly: Doğrudan doğruya, direkt olarak, doğruca
He drove her directly to her hotel. / Onu doğruca otele götürdü.
Director: Yönetmen, müdür, yönetici
He’s on the board of directors. / O, yöneticiler kurulandadır.
Dirt: Kir, pislik, çamur
His clothes were covered with dirt. / Onun elbiseleri kirle kaplıydı.
Dirty: Kirli, pis, edepsiz, kirletmek
a dirty brown carpet / kirli kahverengi bir halı
Disabled: Özürlü, engelli, sakat
He was born disabled. / O, engelli doğdu.
Disadvantage: Dezavantaj, zarar, aleyhte durum
One major disadvantage of the area is the lack of public transport. / Bölgenin önemli bir dezavantajı toplu taşıma eksikliğidir.
Disagree: Uyuşmamak, anlaşamamak, katılmıyorum
Even friends disagree sometimes. / Arkadaşlar bile bazen anlaşamaz.
Disagreement: Anlaşmazlık, uyuşmazlık, ihtilaf
There is disagreement among archaeologists about age of the sculpture. / Heykelin yaşı hakkında arkeologlar harasında bir anlaşmazlık var.
Disappear: Gözden kaybolmak, kaybolmak
The plane disappeared behind of a cloud. / Uçak bir bulutun arkasında kayboldu.
Disappoint: Hayal kırıklığına uğratmak
I hate to disappoint you, but I’m just not interested. / Sizi hayal kırıklığına uğratmak istemem ama şimdi ilgilenmiyorum.
Disappointed: Hayal kırıklığına uğramış, kırgın
They were bitterly disappointed at the result of the game. / Onlar oyunun sonucunda acı bir şekilde hayal kırıklığına uğradılar.
Disappointing: Hayal kırıklığı
The outcome of the court case was disappointing for the family involved. / Dava sonucu ilgili aile için hayal kırıklığıydı.
Disappointment: Hayal kırıklığı, hüsran
Book early for the show to avoid disappointment. / Hayal kırıklığını önlemek için erken rezervasyon yaptırın.
Disapproval: Onaylamama, reddetme
disapproval of his methods / onun onaylanmayan yöntemleri
Disaster: Felaket, facia
Thousands people died in the disaster. / Binlerce insan felakette öldü.
Disc: Disk, cd
This recording is available online or on disc. / Bu kayıt online veya disk üzerinde mevcuttur.
Discipline: Disiplin, bilim dalı
Her determination and discipline were admirable. / Onun kararlılığı ve disiplini takdire değerdi.
Discount: İndirim, iskonto
They’re offering a 10% discount on all sofas this month. / Onlar bu ay bütün kanepelerde % 10 indirim sunuyor.
Discover: Keşfetmek, bulmak
Scientists are working to discover a cure for AIDS. / Bilim adamları AIDS için bir çare bulmaya çalışıyor.
Discovery: Buluş, bulgu, keşif, ortaya çıkarmak
The discovery of a child’s body in the river has shocked the community. / Nehirde bir çocuğun cesedinin bulunması toplumu şoke etti. Researchers in this field have made some important new discoveries. / Araştırmacılar bu alanda bazı önemli, yeni keşifler yapmışlar.
Discuss: Tartışmak, görüşmek
Have you discussed the problem with anyone? / Siz problemi herhangi biri ile görüştünüz mü? They met to discuss the possibility of working together. / Onlar birlikte çalışma olasılığını tartışmak için bir araya geldi.
Discussion: Tartışma, görüşme, müzakere
After considerable discussion, they decided to accept our offer. / Önemli tartışmadan sonra onlar bizim teklifimizi kabul etmeye karar verdi.
Disease: Hastalık, rahatsızlık
It is not known what causes the disease. / Hastalığın nedenleri bilinmemektedir.
Disgust: Nefret, iğrenme, iğrendirmek, tiksindirmek
The level of violence in the film really disgusted me. / Filmdeki şiddetin seviyesi gerçekten beni tiksindirdi.
Dish: Tabak, yemek, servis yapmak
a glass dish / bir cam tabak a vegetarian dish / bir vejetaryen yemeği
Dishonest: Sahtekar
Beware of dishonest traders in the tourist areas. / Turist bölgelerinde sahtekar tüccarlara dikkat edin.
Dislike: Antipati, nefret, hoşlanmama, sevmeme
He did not try to hide his dislike of his boss. / Patronuna olan antipatisini gizlemeye çalışmadı.
Dismiss: Reddetmek, görevden almak, işten çıkarmak
Display: Göstermek, sergilemek, ekran, görüntü
a breathtaking display of aerobatics / nefes kesen akrobatik bir görüntü
Dissolve: Eritmek, dağıtmak, bozmak, yok etmek, fesh etmek
Salt dissolves in water. / Tuz suda çözünür.
Distance: Mesafe, uzaklık, ara, uzakta tutmak
the distance of the earth from the sun / dünyanın güneşten uzaklığı
Distinguish: Ayırmak, ayırt etmek, ayrım yapmak
English law clearly distinguishes between murder and manslaughter. / İngiliz hukuku cinayet ve adam öldürme arasında net bir ayrım yapar.
Distribute: Dağıtmak, yaymak, vermek
The newspaper is distributed free. / Gazete ücretsiz olarak dağıtılmaktadır.
Distribution: Dağıtım, dağılım
the unfair distribution of wealth / zenginliğin haksız dağılımı
District: Bölge
the City of London’s financial district / Londra şehrinin finansal bölgesi
Disturb: Bozmak, rahatsız etmek
I’m sorry to disturb you, but can I talk to you for a minute? / Seni rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama bir dakika konuşabilir miyiz?
Disturbing: Rahatsız edici, huzur bozucu
a disturbing piece of news / haberlerin rahatsız edici bir parçası
Divide: Bölmek, ayırmak
The cells began to divide rapidly. / Hücreler hızlıca bölünmeye başladı.
Division: Bölünme, bölme, bölüm, ayırma
the division of labour between the sexes / Cinsiyetler arasındaki iş bölümü
Divorced: Boşanmış, ayrılmış
My parents are divorced. / Benim ebeveynlerim boşanmış.
Divorce: Boşanma, ayrılık
I’d heard they’re divorcing. / Onların boşandığını duymuştum.
Doctor: Doktor, hekim
You’d better see a doctor about that cough. / Bu öksürük ile ilgili doktora görünsen iyi olur.
Document: Belge, döküman, belgelemek
Save the document before closing. / Kapatmadan önce belgeyi kaydedin.
Do: Yapmak, etmek
What are you doing this evening? / Bu akşam ne yapıyorsun?
Dog: Köpek
I took the dog for a walk. / Ben yürüyüş için bir köpek aldım.
Dollar: Dolar
Do you have thousand dollar? / Bin dolarınız var mı?
Domestic: İç, yerli, ev, bölgesel
Output consists of both exports and sales on the domestic market. / Üretim hem iç pazardaki satışlardan hem de ihracattan oluşmaktadır.
Dominate: Hükmetmek, hakim olmak
As a child he was dominated by his father. / O bir çocukken babası tarafından yönetilirdi.
Door: Kapı, giriş, eşik
Close the door behind you, please. / Arkanızdaki kapıyı kapatın lütfen.
Dot: Nokta, işaret
There are dots above the letters i and j. / i ve j harflerinin üzerinde nokta vardır.
Double: Çift, ikili, iki kişilik, iki kat
Membership almost doubled in two years. / Üyeler iki yıl içinde neredeyse iki katına çıktı.
Doubt: Şüphe, kuşku, şüphelenmek
‘Do you think England will win?’ / İngilitere’nin kazanacağını düşünüyor musunuz?
Down: Aşağı, aşağıda, altına, altında
The stone rolled down the hill. / Taş tepeden aşağı yuvarlandı.
Downstairs: Alt katta, aşağıdaki
We’re painting the downstairs. / Alt katta boyama yapıyoruz.
Downward: Aşağıya doğru
the downward slope of a hill / bir tepenin aşağı doğru eğimi
Dozen: Düzine, çok sayı
three dozen red roses / Üç düzine kırmızı gül
Draft: Taslak, tasarı, görevlendirmek
I’ll draft a letter for you. / Senin için bir mektup tasarlayacağım.
Drag: Sürüklemek, çekmek, yavaşça hareket etmek
They dragged her from her bed. / Onu yatağından sürüklediler.
Drama: Drama, dram, bir tiyatro oyunu
I studied English and Drama at college. / Ben üniversitede İngilizce ve Drama eğitimi aldım.
Dramatic: Dramatik, çarpıcı, etkileyici, heyecanlı, dikkat çekici
Prices have fallen dramatically. / Fiyatlar dikkat çekici şekilde düştü.
Draw: Çekmek, çizmek, çekme, kura
She drew a house. / Obir ev çizdi. The movie is drawing large audiences. / Film geniş kitleleri çekiyor.
Drawer: Çekmece, dolap bölmesi, çek yazan kimse
the kitchen drawer / mutfak çekmecesi a cheque bearing the signature of the drawer / Çek yazan kimsenin imzasını taşıyan bir çek
Drawing: Çizim
I’m not very good at drawing. / Ben çizimde çok iyi değilim.
Dream: Hayal, rüya, hayal etmek, rüya görmek
I dreamt about you last night. / Dün gece rüyamda seni gördüm.
Dress: Elbise, kıyafet, giyinmek
She dressed the children in their best clothes. / O çocuklara en iyi kıyafetlerini giydirdi. She always dressed entirely in black. / O her zaman tamamen siyah giyinir.
Dressed: Giyinmiş
I can’t go to the door. I’m not dressed yet. / Ben kapıya gidemem. Henüz giyinmiş değilim.
Drink: İçmek, içki
What would you like to drink? / Ne içmek istersiniz? In hot weather, drink plenty of water. / Sıcak havada bol su iç. I don’t drink coffee. / Ben kahve içmem.
Drive: Sürme, sürüş, sürmek, kullanma
a drive through the mountains / dağlar arasında bir sürüş
Driver: Sürücü, şoför
The car comes equipped with a driver’s airbag. / Araba sürücü hava yastığı ile donatılmış şekilde geliyor.
Driving: Sürme, sürüş, araba kullanma
dangerous driving / tehlikeli sürüş
Drop: Damla, düşüş, düşmek, bırakmak, düşürmek
Mix a few drops of milk into the cake mixture. / Kek karışımı içine birkaç damla süt karıştırın. If you want the job, you must be prepared to take a drop in salary. / Sen iş istiyorsan maaşında bir düşüşe hazır olmalısın. There was a substantial drop in the number of people out of work last month. / Geçen ay işsiz insanların sayısında önemli bir düşüş vardı.
Drug: İlaç, uyuşturucu, ilaç vermek, uyuşturmak
He does not smoke or take drugs. / O sigara ya da uyuşturucu almaz. The drug has some bad side effects. / İlacın bazı kötü yan etkileri vardır.
Drugstore: Eczane
Drum: Davul, davul çalmak
a regular drum beat / düzenli bir davul ritmi
Drunk: Sarhoş, mest, ayyaş
Police arrested him for being drunk and disorderly / Polis sarhoş ve taşkın olduğu için onu tutukladı.
Dry: Kuru, kurak, kurutmak
He washed clothes and hung it out to dry. / O, elbiseleri yıkadı ve kuruması için dışarı astı.
Due: Nedeniyle, sayesinde, beklenen, zamanı gelmiş
The team’s success was largely due to her efforts. / Takımın başarısı büyük ölçüde onların çabaları sayesindeydi.
Dull: Donuk, mat, sıkıcı, soluk
The first half of the game was pretty dull. / Oyunun ilk yarısı çok sıkıcıydı. Her eyes were dull. / Onun gözleri çok donuk.
Dump: Çöplük, pis yer
How can you live in this dump? / Bu çöplükte nasıl yaşayabilirsiniz?
During: Sırasında, boyunca, esnasında
There are extra flights to Colorado during the winter. / Kış boyunca Colorado için ekstra seferler bulunmaktadır.
Dust: Toz, tozunu almak
I broke the vase while I was dusting. / Ben tozunu alırken vazoyu kırdım.
Duty: Görev, hizmet
My duty to report offenders to the police / Suçluları polise bildirmek benim görevim
Dying: Ölen, ölmekte olan, ölüm
people who are dying / ölen insanlar
Each: Her, her bir
Each answer is worth 20 points. / Her cevağ 20 puan değerindedir.
Each other: Birbiri, birbirine, birbirini
They looked at each other and laughed. / Onlar birbirine baktı ve güldü. We can wear each other’s clothes. / Biz birbirimizinm elbiselerein giyebiliriz.
Ear: Kulak
She whispered something in his ear. / Onun kulağına bir şeyler fısıldadı.
Early: Erken, ilk, eski, erkenden
We arrived early the next day. / Biz ertesi gün erkenden vardık.
Earn: Kazanmak, para kazanmak
He earns about $40000 a year. / O bir yılda yaklaşık 40000 dolar kazanır.
Earth: Dünya, toprak, yeryüzü
The earth revolves around the sun. / Dünya güneşin etrafında döner. I must be the happiest person on earth! / Yeryüzündeki en mutlu kişi olmalıyım.
Ease: Kolaylaştırmak, hafifletmek, rahat, kolaylık
The plan should ease traffic congestion in the town. / Plan kasabadaki trafik sıkışıklığını rahatlatmalı.
Easily: Kolayca, muhtemelen
The museum is easily accessible by car. / Araba ile kolayca müzeye erişilebilir.
East: Doğu, doğuya doğru
Travel of east / Doğu seyahati
Eastern: Doğu, doğuya ait
Eastern Europe / Doğu Avrupa
Easy: Kolay, basit, rahat
an easy exam / kolay bir sınav I’ll agree to anything for an easy life. / Rahat bir yaşam için her şeyi kabul edeceğim.
Eat: Yemek, yemek yemek, tüketmek
I don’t eat meat. / Ben et yemem. Would you like something to eat? / Bir şey yemek ister misiniz?
Ekonomic: Ekonomik, iktisadi, hesaplı
social, economic and political issues / sosyal, ekonomik ve siyasi konular.
Economy: Ekonomi, iktisat
Ireland was one of the fastest-growing economies in Western Europe in the 1990s. / İrlanda 1990’larda Batı Avrupa’da en hızlı büyüyen ekonomilerden biriydi.
Edge: Kenar
He stood on the edge of the cliff. / O, uçurumun kenarında durdu.
Edition: Baskı, yayın, tiraj
She collects first editions of Victorian novels. / O Viktoria dönemine ait romanların ilk baskılarını toplar. The dictionary is now in its eighth edition. / Sözlük şimdi 8. baskıda.
Editor: Editör, yayımcı
the editor of the Todays Zaman / Todays Zaman’ın editörü
Educated: Eğitim görmüş, okumuş, tahsilli, eğitimli
privately educated children / özel eğitimli çocuklar
Educate: Eğitmek, yetiştirmek, okutmak, eğitim almak
She was educated in the US. / O, ABD’de eğitim aldı.
Education: Eğitim, öğretim
She completed her education in 1995. / O eğitimini 1996’te tamamladı.
Effect: Etki, tesir, sonuç, kişisel eşyalar
The insurance policy covers all baggage and personal effects. / Sigorta poliçesi tüm bagajları ve kişisel eşyaları kapsar. The stage lighting gives the effect of a moonlit scene. / Sahne aydınlatması ay ışığının aydınlattığı sahne etkisi verir. the beneficial effects of exercise / egzersizin yararlı sonuçları
Effective: Etkili
Aspirin is a simple but highly effective treatment. / Aspitin basit ama son derece etkili bir tedavi yöntemidir.
Effectively: Etkin biçimde, etkili şekilde
The company must reduce costs to compete effectively. / Şirket etkin biçimde rekabet edebilmek için maliyetleri azaltmalıdır.
Efficient: Verimli, etkili
We offer a fast, friendly and efficient service. / Biz hızlı, samimi ve verimli bir hizmet sunuyoruz.
Effort: Çaba, gayret
We arrived with effort of driver / Şöfürün çabası ile ulaştık.
Egg: Yumurta
The female sits on the eggs until they hatch. / Dişi onlar yumurtadan çıkana kadar yumurtalarda oturur.
Eighteen: On sekiz
She is eighteen years old. / O, on sekiz yaşında
Eight: Sekiz
I was born eight years ago / Ben sekiz yıl önce doğdum.
Eighth: Sekizinci
the eighth century / sekizinci yüzyıl
Eighty: Seksen
My grandfather is eighty years old. / Benim büyük babam seksen yaşında.
Either: ya da, ikisinden biri,
I’m going to buy either a camera or a DVD player with the money. / Ben para ile bir camera ya da DVD oynatıcıdan birini almaya gidiyorum.
Elbow: Dirsek
He’s fractured his elbow. / Onun dirseği kırıktı.
Elderly: Yaşlı, ihtiyar
an elderly couple / ihtiyar bir çift
Elect: Seçmek
the newly elected government / yeni seçilen hükumet She became the first black woman to be elected to the Senate. / O, senato için seçilen ilk siyah kadın oldu.
Election: Seçim
In America, presidential elections are held every four years. / Aerika’da başkanlık seçimleri her dört yılda bir yapılır.
Electrical: Elektrik, elektrikli
an electrical fault in the engine / motorda bir elektrik arızası
Electric: Elektrik, heyecan verici
an electric generator / bir elektrik jeneratörü The atmosphere was electric. / atmosfer heyecan vericiydi.
Electricity: Elektrik
The electricity is off / Elektrik kapalı
Electronic: Elektronik
This dictionary is available in electronic form. / Bu sözlük elektronik ortamda mevcuttur.
Elegant: Zarif, şık, çekici
She was tall and elegant. / O uzun ve zarifti.
Element: Eleman, öge, unsur
Cost was a key element in our decision. / Maliyet bizim kararımızda önemli bir unsurdu.
Elevator: Asansör, kaldırıcı
I went up to the fifth floor with elevator. / Asansörle beşinci kata çıktım.
Eleven: On bir
She was chosen for the first eleven. / O, ilk on bir için seçildi.
Else: Başka, ilaveten, yoksa, aksi halde
What else did he say? / O başka ne söyledi? Ask somebody else to help you. / Yardım için başkasından rica et.
Elsewhere: Başka yer, başka yerde
The answer to the problem must be sought elsewhere. / Sorunun cevabı başka yerde aranmalıdır. Our favourite restaurant was closed, so we had to go elsewhere. / Bizim favori restoranımız kapalıydı, bu yüzden biz başka yere gittik.
Email: E-posta, elektronik posta, elektronik posta göndermek, e-posta göndermek
Patrick emailed me yesterday. / Patrick dün bana elektronik posta gönderdi.
Embarrassed: Mahcup, utangaç, utanmış
I’ve never felt so embarrassed in my life! / Ben hayatımda hiç böyle mahcup hissetmemiştim.
Embarrass: Utandırmak, sıkıntı vermek
I didn’t want to embarrass him by kissing her in front of her friends. / Ben arkadaşlarının önünde öperek onu utandırmak istemedim. The speech was deliberately designed to embarrass the prime minister. / Konuşma başbakana sıkıntı vermek için kasıtlı olarak tasarlanmıştı.
Embarrassing: Utanç verici, can sıkıcı, utandırıcı
an embarrassing mistake / utanç verici bir hata
Embarrassment: Utanma, sıkıntı
Her resignation will be a severe embarrassment to the party. / Onun istifası parti için ciddi bir sıkıntı olacaktır.
Emerge: Çıkmak, ortaya çıkmak
She finally emerged from her room at noon. / O, nihayet öğle saatlerinde odasından çıktı.
Emergency: Acil durum, tehlike
This door should only be used in an emergency. / Bu kapı sadece acil durumlarda kullanılmaktadır.
Emotional: Duygusal, hassas
a child’s emotional and intellectual development / çocuğun duygusal ve zihinsel gelişimi
Emotion: Duygu, his
He lost control of his emotions. / O duygularının kontrolünü kaybetti.
Emphasis: Vurgu, önem
The course has a vocational emphasis. / Kursun mesleki bir önemi vardır.
Emphasize: Vurgulamak
‘This must be our top priority,’ he emphasized. / “Bu bizim en önceliklimiz olmalı” diye vurguladı.
Empire: İmparatorluk
the Roman empire / Roma imparatorluğu
Employee: İşçi, eleman, personel, görevli, çalışan
The firm has over 500 employees. / Firma 500’ün üzerinde çalışana sahip.
Employ: İş vermek, istihdam etmek, çalıştırmak, görevlendirmek, kullanmak
How many people does the company employ? / Şirket ne kadar insanı istihdam eder?
Employer: İşveren, patron
They’re very good employers / Onlar çok iyi işverendir.
Employment: İş, görev, istihdam
conditions of employment / istihdam koşulları
Empty: Boş, boşaltmak,
He emptied the ashtrays, washed the glasses and went to bed. / O kül tablalarını boşalttı, bardakları yıkadı ve yatağa gitti.
Enable: Etkinleştirmek, olanak tanımak, izin vermek
The software enables you to create your own DVDs. / Yazılım kendi DVDlerinizi oluşturmanıza olanak sağlar.
Encounter: Karşılaşmak, rastlaşmak
Three of them were killed in the subsequent encounter with the police. / Onlardan üçü polisle sonraki karşılaşmalarında öldürüldü.
Encourage: Teşvik etmek, cesaretlendirmek, desteklemek
My parents have always encouraged me in my choice of career. / Ebeveynlerim kariyer seçimimde daima beni destekler. Banks actively encourage people to borrow money. / Bankalar aktif olarak insanları borç almaya teşvik eder.
Encouragement: Teşvik, destek
a few words of encouragement / birkaç destek sözü
End: Son, uç, bitirmek, bitmek
The road ends here. / Yol burada bitiyor. How does the story end? / Hikayenin sonu nasıl?
Ending: Son, bitirme, sona erme
the anniversary of the ending of the Pacific War / Pasifik Savaşı’nın bitiş yıl dönümü
Enemy: Düşman, hasım
He has a lot of enemies in the company. / Onun şirkette birçok düşmanı var. Poverty and ignorance are the enemies of progress. / Yoksulluk ve cehalet ilerlemenin düşmanlarıdır.
Energy: Enerji, güç, kuvvet
It’s a waste of time and energy. / O, enerji ve zaman kaybıdır.
Engaged: Meşgul, nişanlı
I was very engaged. / Ben çok meşgüldüm. When did you get engaged? / Siz ne zaman nişanlandınız?
Engage: Meşgu
It is a movie that engages both the mind and the eye. / O film gözleri ve zihni meşgul eder.
Engine: Motor, makine
My car had to have a new engine. / Arabamın yeni bir motoru olması gerekir.
Engineer: Mühendis
They’re sending an engineer to fix the phone. / Onlar telefonun tamiri için bir mühendis gönderdi.
Engineering: Mühendislik
The bridge is a triumph of modern engineering. / Köprü modern mühendisliğin başarısıdır.
Enjoyable: Eğlenceli, zevkli, keyifli
an enjoyable weekend / eğlenceli bir hafta
Enjoy: Hoşlanmak, eğlenmek, tadını çıkarmak, keyif almak
Thanks for a great evening. I really enjoyed it. / Harika akşam için teşekkürler. Ben gerçekten keyif aldım.
Enjoyment: Zevk, haz, eğlenme, keyif alma, mutluluk
The rules are there to ensure everyone’s safety and enjoyment. / Kurallar herkesin güvenliğini ve mutluluğunu sağlamak için vardır. Children like to share interests and enjoyments with their parents. / Çocuklar ebeveynleri ile ilgi ve zevklerini paylaşmaktan hoşlanırlar.
Enormous: Çok büyük, devasa, muazzam, kocaman
The problems facing the President are enormous. / Başkanın karşılaştığı sorunlar çok büyük.
Enough: Yeter, yeterli, yeterince
This house isn’t big enough for us. / Bu ev bizim için yeterince büyük değil.
Enquiry: Soruşturma, araştırma, sorgu, soru
a murder enquiry / bir cinayet soruşturması enquiries from prospective students / aday öğrencilerden gelen sorular
Ensure: Sağlamak, garantiye almak
Victory ensured them a place in the final. / Zafer, onların finaldeki yerini garantiye aldı.
Enter: Girmek, giriş, katılmak, içeri girmek
Knock before you enter. / İçeri girmeden önce kapıyı çalın.
Entertain: Ağırlamak, misafir etmek, eğlendirmek, hoşça vakit geçirmek
Barbecues are a good way of entertaining friends. / Barbekü arkadaşları ağırlamanın iyi bir yoludur.
Entertaining: Eğlendirici
I found the talk both informative and entertaining. / Ben konuşmayı bilgilendirici ve eğlendirici buldum. She was always so funny and entertaining. / O daima çok komik ve eğlenceliydi.
Entertainment: Eğlence, ağırlama
There will be live entertainment at the party. / Partide canlı eğlence olacaktır.
Enthusiasm: Coşku, heyecan, heves, şevk
I can’t say I share your enthusiasm for the idea. / Fikir için senin heyecanını paylaştığımı söyleyemem.
Enthusiastic: Hevesli, coşkulu, istekli, heyecanlı
an enthusiastic supporter / coşkulu bir destekçi
Entire: Tüm, bütün, tam, hepsi
The entire village was destroyed. / Tüm köy yıkıldı. I have never in my entire life heard such nonsense! / Ben bütün hayatım boyunca böyle bir saçmalık duymadım.
Entirely: Tamamen
I entirely agree with you. / Ben sizinle tamamen aynı fikirdeyim.
Entitle: Yetki vermek, ünvan vermek, hak etmek, isimlendirmek
You will be entitled to your pension when you reach 65. / 65 yaşına ulaştığınız zaman emekliliği hak edeceksiniz. He read a poem entitled ‘Salt’. / Tuz isimli bir şiiri okudu.
Entrance: Giriş, antre
the entrance to the museum / müze girişi I’ll meet you at the main entrance. / Ana girişte seninle buluşacağız.
Entry: Giriş, girdi, kayıt
The children were surprised by the sudden entry of their teacher. / Öğretmenleri aniden gireren çocukları şaşırttı.
Envelope: Zarf
a prepaid envelope / ön ödemeli bir zarf
Environmental: Çevresel
the environmental impact of pollution / kirliliğin çevresel etkileri
Environment: Çevre, ortam
An unhappy home environment can affect a child’s behaviour. / Mutsuz bir ev ortamı çocuğun davranışlarını etkileyebilir. measures to protect the environment / çevreyi korumak için önlemler
Equal: Eşit, aynı, denk, =
2x plus y equals 7 (2x+y=7) / 2x artı y eşittir 7 (2x+ty=7) A metre equals 39.38 inches. / Bir metre 39.38 inçe eşittir.
Equally: Eşit olarak, aynı derecede
Diet and exercise are equally important. / Diyet ve egzersiz aynı derecede önemlidir. We try to treat every member of staff equally. / Biz kadronun her üyesine eşit olarak davranmaya çalışıyoruz.
Equipment: Ekipman, donanım, teçhizat, araç, gereç
The equipment of the photographic studio was expensive. / Fotoğraf stüdyosunun ekipmanları pahalı.
Equivalent: Eş değer, karşılık
Send €20 or the equivalent in your own currency. / 20 euro ya da sizin kendi para biriminizdeki karşılığını gönderin.
Error: Hata, yanlışlık
No payments were made last week because of a computer error. / Bir bilgisayar hatasından dolayı geçen hafta ödeme yapılmadı.
Escape: Kaçış, kurtulma, kaçma
Two prisoners have escaped. / İki mahkum kaçtı. They were caught trying to escape. / Onlar kaçmaya çalışırken yakalandı.
Especially: Özellikle, bilhassa
I love Rome, especially in the spring. / Roma’yı seviyorum, özellikle baharda.
Essay: Deneme, girişim
His first essay in politics was a complete disaster. / Onun politikadaki ilk girişimi tam bir felaketti.
Essential: Gerekli, zorunlu, başlıca, asıl gerekli olan şey, şart
the essentials of English grammar / İngilizce gramerin şartları
Essentially: Esasen, aslında, başlıca
He was, essentially, a teacher, not a manager. / O aslında bir öğretmendi, yönetici değil.
Establish: Kurmak, belirlemek, saptamak, yapmak
The committee was established in 1912. / Komite 1912’de kuruldu.
Estate: Arazi, mülk, miras
He left estate valued at a million dollars. / Bir milyon değerinde miras bıraktı. a 3000-acre estate / 3000 dönümlük arazi
Estimate: Tahmin, tahmin etmek
The satellite will cost an estimated £400 million. / Uydu tahminen 400 milyon paunda mal olacak.
Euro: Euro, Avrupa Birliği para birimi
the value of the euro against the dollar / dolar karşısında euronun değeri
Even: Bile, dahi, hatta, eşit, düz
Our points are now even. / Puanlarımız şimdi eşit. You need an even surface to work on. / Üzerinde çalışmak için düz yüzeye ihtiyacınız var.
Evening: Akşam
I’ll see you tomorrow evening. / Yarın akşam seni göreceğim.
Event: Olay, durum, vaka
The election was the main event of 2008. / Seçim 2008’in ana olayıydı.
Eventually: Sonunda, nihayet, neticede
She hopes to get a job on the local newspaper and eventually work for ‘The Times’. / O yerel bir gezetede bir iş ve sonunda da The Times için çalışmayı umuyor.
Ever: Hiç, asla, hep
Everybody: Herkes
Have you asked everybody? / Herkese sordunuz mu?
Every: Her
She knows every student in the school. / O, okuldaki her öğrenciyi bilir.
Everyone: Herkes
Everyone has a chance to win. / Herkes kazanmak için bir şansa sahip. Everyone brought their partner to the party. / Herkes partiye partnerini getirdi.
Everything: Her şey
When we confronted him, he denied everything. / Onunla yüzleştiğimizde, o her şeyi inkar etti.
Everywhere: Her yer, her yerde
I’ve looked everywhere. / Ben her yere baktım. He follows me everywhere. / O her yerde beni takip eder.
Evidence: Kanıt, delil, bulgu, kanıtlamak
We found further scientific evidence for this theory. / Bu teori için daha fazla bilimsel kanıt bulduk.
Evil: Kötü, fena
the eternal struggle between good and evil / İyi ve kötü arasındaki sonsuz mücadele
Exact: Tam, kesin, doğru
She gave an exact description of the attacker. / O, saldırganın tam tanımını verdi.
Exactly: Tam olarak, aynen, kesinlikle
I know exactly how she felt. / Neler hissettiğini tam olarak biliyorum. Where exactly did you stay in France? / Fransa’da tam olarak nerede kaldınız?
Exaggerated: Abartılı, aşırı
He looked at me with exaggerated surprise. / O, aşırı şaşkınlıkla bana baktı.
Exam: Sınav
I got my exam results today. / Bugün sınav sonuçlarımı aldım.
Examination: Sınav, inceleme, muayene
successful candidates in TOEFL examinations / TOEFL sınavlarında başarılı olan adaylar.
Examine: İncelemek, sınamak, sorgulamak
These ideas will be examined in more detail in Chapter 10. / Bu fikirler bölüm 10’da daha detaylı incelenecek.
Example: Örnek, misal
This dictionary has many examples of how words are used. / Bu sözlükte kelimelerin nasıl kullanıldığını gösteren çok örnek var.
Excellent: Mükemmel
She speaks excellent French. / O mükemmel Fransızca konuşur.
Except: Hariç, haricinde, hariç, başka
I didn’t tell him anything except that I need the money. / Ben para ihtiyacının dışında ona herhangi bir şey anlatmadım.
Exception: İstisna
Most of the buildings in the town are modern, but the church is an exception. / Kasabadaki binaların çoğu modern, fakat kilise bir istisna.
Exchange: Değiştirmek, değiş tokuş, takas, bozdurma
You can exchange your currency for dollars in the hotel. / Otelde kendi para biriminizi dolar için bozdurabilirsiniz.
Excited: Heyecanlı, coşkulu
Some drivers become excited when they’re in traffic. / Bazı sürücüler trafikte oldukları zaman heyecanlanırlar.
Excite: Heyecanlandırmak, uyarmak, tahrik etmek
The prospect of a year in India greatly excited her. / Hindistan’da bir yıl ihtimali onu çok heyecanlandırdı.
Excitement: Heyecan, coşku, uyarılma
The news caused great excitement among her friends. / Haber, onun arkadaşları arasında büyük heyecana neden oldu.
Exciting: Heyecan verici
one of the most exciting developments in biology in recent years / son yıllarda biyolojideki en heyecan verici gelişmelerden biri
Exclude: Dışlamak, hariç tutmak, çıkarmak, dışında
The cost of borrowing has been excluded from the inflation figures. / Borçlanma maliyeti enflasyon rakamlarının dışında tutulmuştur.
Excluding: Hariç
Lunch costs £10 per person, excluding drinks. / Öğle yemeği ücreti kişi başına 10 sterlin, içecekler hariç.
Excuse: Bahane, mazeret, bağışlamak, affetmek
You must excuse my father. / Siz babamı bağışlamalısınız. Nothing cannot excuse for such rudeness. / Hiçbir şey böyle terbiyesizlik için bahane olamaz.
Executive: Yönetici, idareci, yürütme, yönetme
She has an executive position in a finance company. / O bir finans şirketinde yönetici pozisyonuna sahip.
Exercise: Egzersiz, alıştırma, egzersiz yapmak, uygulamak, kullanmak
How often do you exercise? / Ne sıklıkla egzersiz yaparsınız?
Ex: Önceki, eski
ex-wife / eski eş
Exhibit: Sergi, sergilemek, göstermek, sergilenen şey
The museum contains some interesting exhibits on Spanish rural life. / Müze İspanyol kırsal hayatının bazı sergilerini içerir.
Exhibition: Sergi, sergileme, teşhir, gösteri
Have you seen the Picasso exhibition? / Picasso sergisini gördünüz mü?
Existence: Varlık, var oluş
I was unaware of his existence until today. / Ben bugüne kadar onun varlığından habersizdim.
Exist: Var olmak, bulunmak
Does life exist on other planets? / Diğer gezegenlerde hayat var mı?
Exit: Çıkmak, çıkış
There is a fire exit on each floor of the building. / Binanın her katında yangın çıkışı var.
Expand: Genişletmek, büyütmek, genişlemek, büyümek
Metals expand when they are heated. / Metaller ısındığı zaman genişler.
Expectation: Beklenti, umut
There was a general expectation that he would win. / Onun kazanacağına dair genel bir beklenti var.
Expected: Beklenen
this year’s expected earnings / bu yılın beklenen kazançları
Expect: Beklemek, ummak
We are expecting a rise in food prices this month. / Biz bu ay gıda fiyatlarında bir artış bekliyoruz.
Expense: Gider, masraf, harcama
She always travels first-class regardless of expense. / O daima maliyet gözetmeden birinci sınıf seyahat eder.
Expensive: Masraflı, pahalı
I can’t buy it, it’s too expensive. / Ben onu alamam, çok pahalı.
Experienced: Deneyimli, tecrübeli
She’s very young and not very experienced. / O çok genç ve tecübeli değil.
Experience: Deneyim, tecrübe, yaşamak
Everyone experiences these problems at some time in their lives. / Herkes yaşamının bazı dönemlerinde böyle problemler yaşar.
Experiment: Deney, deneme
Expert: Uzman, bilirkişi
They are all expert in this field. / Onlar bu alanda uzmandır.
Explain: Açıklamak, anlatmak, izah etmek
First, I’ll explain the rules of the game. / İlk olarak, ben oyunun kurallarını açıklayacağım.
Explanation: Açıklama, izah
The book opens with an explanation of why some drugs are banned. / Kitap niçin bazı ilaçların yasaklandığının açıklaması ile başlar.
Explode: Patlamak, patlatmak
The firework exploded in his hand. / Havai fişek onun elinde patladı.
Explore: Keşfetmek, araştırmak
As soon as we arrived on the island we were eager to explore. / Biz adaya ulaşır ulaşmaz keşfetmek için istekliydik.
Explosion: Patlama, infilak
300 people were injured in the explosion. / Patlamada 300 kişi yaralandı.
Export: İhracaat, ihraç etmek, ihraç ürünü
the country’s major exports / ülkenin önemli ihraç ürünleri a ban on the export of live cattle / canlı sığır ihracaatında yasak
Expose: Ortaya çıkarmak, göstermek, sergilemek, gerçekleri açıklamak
My job as a journalist is to expose the truth. / Bir gazeteci olarak benim görevim gerçeği ortaya çıkarmaktır.
Express: Ekspres, hızlı, açık, nakliye
express delivery services / hızlı dağıtım hizmeti an air express company / bir hava nakliye şirketi
Expression: İfade, anlatım, tabir
an expression of support / bir destek ifadesi
Extend: Uzatmak, genişletmek, yaymak
There are plans to extend the no-smoking area. / Sigara içilmeyen alanı genişletmek için planlar var.
Extension: Uzatma, genişletme, ek, ilave
Extensive: Geniş, yaygın, büyük ölçüde
The fire caused extensive damage. / Yangın büyük ölçüde zarara neden oldu.
Extent: Derece, kapsam, ölçü
I was amazed at the extent of his knowledge. / Onun bilgi derecesine şaşırdım.
Extra: Ekstra, ilave, ek, ayrıca
I need to earn a bit extra this month. / Bu ay biraz ekstra kazanmalıyım.
Extraordinary: Olağanüstü, sıradışı
The president took the extraordinary step of apologizing publicly for his behaviour! / Başka davranışları için açıkça özür dileyerek olağanüstü bir adım attı.
Extreme: Aşırı, son derece
We are working under extreme pressure at the moment. / Biz şu anda aşırı basınç altında çalışıyoruz.
Extremely: Aşırı derecede, fazlasıyla
Their new CD is selling extremely well. / Onların yeni CDsi fazlasıyla iyi satılıyor.
Eye: Göz, bakış, gözetlemek, izlemek
There were tears in his eyes. / Gözlerinde yaş vardı.
Face: Yüz, cephe, yüzleşmek, bakmak, karşı karşıya
Most of the rooms face the sea. / Odaların çoğu denize bakıyor. The company is facing a financial crisis. / Şirket finansal bir krizle karşı karşıya.
Facility: Tesis, olanak, kolaylık
The hotel has special facilities for welcoming disabled people. / Otel engelli insanları karşılamak için özel tesislere sahiptir. the world’s largest nuclear waste facility / dünyanın en büyük nükleer atık tesisi
Fact: Gerçek, olgu, durum
How do you account for the fact that unemployment is still rising? / İşsizliğin hala arttığı gerçeğini siz nasıl açıklarsınız?
Factor: Etken, etmen, faktör
The result will depend on a number of different factors. / Sonuç, bir dizi farklı etkene bağlı olacaktır.
Factory: Fabrika, imalathane
a car factory / bir araba fabrikası factory workers / fabrika çalışanları
Fail: Başarısız, başarısız olmak, zayıf not, yapmamak
What will you do if you fail? / Başarısız olursan ne yapacaksın?
Failure: Başarısızlık
The success or failure of the plan depends on you. / Planın başarısı ya da başarısızlığı size bağlıdır.
Faint: Sönük, soluk, zayıf, baygın, hafif
The walkers were faint from hunger. / Yürüyüşçüler açlıktan bayıldı.
Fair: Adil, uygun, açık, güzel
In the end, a draw was a fair result. / Sonuçta beraberlik adil bir sonuçtu. The new tax is fairer than the old system. / Yeni vergi sistemi eski sistemden daha adil.
Fairly: Dürüstçe, oldukça
He has always treated me very fairly. / O her zaman bana çok dürüstçe davrandı.
Faith: İnanç, iman, güven, niyet
We’ve lost faith in the government’s promises. / Biz hükümetin vaatlerine olan inancımızı kaybettik.
Faithful: Sadık, imanlı, mümin, vefalı
I have been a faithful reader of your newspaper for many years. / Ben uzun yıllardır sizin gazetenizin sadık okuyucusuyum.
Faithfully: İnançla, içtenlikle, bağlılıkla, doğrulukla, tam olarak
The events were faithfully recorded in her diary. / Olaylar tam olarak onun günlüğüne kaydedildi. She promised faithfully not to tell anyone my secret. / O benim sırrımı kimseye anlatmayacağına içtenlikle söz verdi.
Fall: Düşmek, yıkılmak, dökülmek, sonbahar
I had a bad fall and broke my arm. / Ben kötü düştüm ve kolum kırıldı.
False: Yanlış, sahte
She gave false information to the insurance company. / O sigorta şirketine yanlış bilgi verdi.
Fame: Ün, şan, şöhret
She went to Hollywood in search of fame and fortune. / O, şöhret ve servet arayışı içinde Hollywood’a gitti.
Familiar: Tanıdık, aşina, bilinen
I couldn’t see any familiar faces in the room. / Ben odada hiç tanıdık yüz göremedim.
Family: Aile, soy, familya
It’s a family tradition. / O bir aile geleneği.
Famous: Ünlü, meşhur, tanınmış
One day, I’ll be rich and famous. / Bir gün, ben zengin ve ünlü olacağım.
Fancy: Fantezi, süslü, fahiş
a kitchen full of fancy gadgets / süslü araçlar dolu bir mutfak
Fan: Fan, yelpaze, vantilatör, hava vermek, hayran, fanatik
a big fan of Madonna / Madonna’nın büyük bir hayranı a fan heater / ısıtıcı bir fan
Far: Uzak, öteki
Who is that on the far left of the photograph? / Şu fotoğrafın uzak solundaki kim?
Farmer: Çiftçi
Farmers are working very hard. / Çiftçiler çok sıkı çalışıyor.
Farm: Çiftlik, çiftlik evi
a 200-hectare farm / 200 hektarlık çiftlik
Farming: Tarım, çiftçilik
modern farming methods / Modern tarım yöntemleri
Farther: Daha uzak
the farther shore of the lake / gölün daha uzak kıyısı
Farthest: En uzak
the part of the garden farthest from the house / Bahçenin evden en uzak bölümü
Fashionable: Moda, şık, modaya uygun
Such thinking is fashionable among right-wing politicians. / Böyle düşünceler sağcı politikacılar arasında moda.
Fashion: Moda, popüler giyim stili, popüler davranış,
Jeans are still in fashion. / Kot hâlâ moda.
Fasten: Tutturmak, bağlamak
Fasten your seatbelts, please. / Lütfen emniyet kemerlerinizi bağlayınız.
Fast: Hızlı
Don’t drive so fast! / Çok hızlı sürme!
Fat: Yağ, yağlı, şişman
This meat has too much fat on it. / Bu et üzerinde çok fazla yağ vardır.
Father: Baba
Father, I cannot lie to you. / Baba, sana yalan söyleyemem.
Faucet: Musluk
cold faucet / soğuk musluk
Fault: Hata, arıza, kusur, suç
It’s nobody’s fault. / Bu kimsenin hatası değil. Why should I say sorry when it’s not my fault? / Bu benim hatam değilken neden üzgünüm demeliyim?
Favour: İyilik, yardım, desteklemek, lehine
I will never ask for any favours from her. / Ben asla ondan herhangi bir yardım istemeyeceğim.
Favourite: Favori, gözde
The band played all my old favourites. / Grup benim eski favorilerimi çaldı. She loved all her grandchildren but Ann was her favourite. / O bütün torunlarını severdi ama Ann onun gözdesiydi.
Fear: Korku, korkmak, endişe, endişe etmek
She feared to tell him the truth. / Ona gerçeği söylemeye korktu.
Feather: Tüy
a peacock feather / bir tavus kuşu tüyü
Feature: Özellik, önemli bir parça
The latest model features alloy wheels and an electronic alarm. / Son model özellikleri alaşım jantlar ve bir elektonik alarm.
February: Şubat
I was born in February. / Ben Şubat ayında doğdum.
Federal: Federal
a federal republic / federal bir cumhuriyet
Feed: Beslemek, doyurmak
The baby can’t feed herself yet. / Bebek henüz kendisini besleyemez.
Fee: Ücret
Does the bank charge a fee for setting up the account? / Banka hesap ayarları için bir ücret talep ediyor mu?
Feel: Hissetmek, duygu
I was feeling guilty. / Kendimi suçlu hissediyordum.
Feeling: Duygu, duygusal, hassas, his, tutum, tavır
guilty feelings / suçluluk duyguları The general feeling of the meeting was against the decision. / Toplantının genel tutumu karara karşıydı.
Fellow: Aynı durumda veya aynı yolda olan kişiler için kullanılır, yoldaş, dost, arkadaş, ortak, adam
Female: Kadın, dişi, kız
More females than males are employed in the factory. / Fabrikada erkeklerden daha çok kadınlar istihdam edilmektedir.
Fence: Çit ile çevirmek, parmaklık, çit
Festival: Festival, şenlik
the Cannes film festival / Cannes film festivali
Fetch: Almak, getirmek, çekmek
She’s gone to fetch the kids from school. / O, çocukları okuldan almaya gitti.
Fever: Ateş, hararet, heyecan
He has a high fever. / Onun yüksek ateşi var.
Few: Azıcık, az, kıt, birkaç
Very few of his books are worth reading. / Onun kitaplarının çok azı okumaya değer.
Field: Alan, saha, tarla
People were working in the fields. / İnsanlar tarlada çalışıyordu.
Fifteen: On beş
He’s in the first fifteen. / O ilk on beş içinde.
Fifth: Beşinci
This is my fifth car. / Bu benim beşinci arabam.
Fifty: Elli
She was born in the fifties. / O ellilerde doğdu.
Fight: Kavga, dövüş, savaş, dövüşmek, mücadele, tartışma
Did you have a fight with him? / Onunla dövüştün mü?
Figure: Şekir, rakam, resim, figür
File: Dosya, klasör
A stack of files awaited me on my desk. / Bir yığın dosya masamda beni bekliyordu.
Fill: Doldurmak
Smoke filled the room. / Oda duman doldu.
Film: Film, film çekmek
They are filming in Moscow right now. / Onlar şu anda Moskova’da film çekiyor.
Final: Final, son, nihai
She reached the final of the 100m hurdles. / O, 100 metre engellinin finaline yükseldi.
Finally: Son olarak, nihayet, sonunda
The performance finally started half an hour late. / Gösteri nihayet yarım saat gecikmeyle başladı. I finally managed to get her attention. / Sonunda onun dikkatini çekmeyi başardı.
Finance: Finanse etmek, para sağlamak
The building project will be financed by the government. / Bina projesi hükümet tarafından finanse edilecek.
Financial: Finansal, parasal, mali
Tokyo and New York are major financial centres. / Tokyo ve New York önemli finansal merkezlerdir.
Find: Bulmak, keşfetmek
Look what I’ve found! / Bak, ne buldum! We’ve found a great new restaurant near the office. / Biz ofise yakın yeni muazzam bir restoran bulduk.
Fine: Hoş, ince, iyi, güzel, para cezası
The company was fined £20000 for breaching safety regulations. / Şirket güvenlik kurallarını ihlal ettiği için 20000 sterlin para cezasına çarptırıldı.
Finely: İnce, çok küçük taneler, güzel bir şekilde
a finely furnished room / güzel bir şekilde döşenmiş oda
Finger: Parmak
The old man wagged his finger at the youths. / Yaşlı adam gençlere parmağını salladı.
Finished: Bitmiş, tamamlanmış
Their marriage was finished. / Onların evlilikleri bitmişti.
Finish: Bitirmek, tamamlamak, son, bitiş
The story was a lie from start to finish. / Hikaye baştan sona yalandı.
Fire: Ateş, yangın, yakmak, ateş açmak
Soldiers fired on the crowd. / Askerler kalabalığın üzerine ateş açtı.
Firm: Firma, sabit, sert, sıkıca, sağlam
These peaches are still firm. / Bu şeftaliler hâlâ sert.
Firmly: Sıkıca, sabit bir şekilde
First: İlk, birinci
Besiktas is first sports club of Turkey. / Beşiktaş Türkiye’nin ilk spor kulübüdür.
Fish: Balık
I like to eat fish. / Balık yemeyi severim.
Fishing: Balık tutma
Let’s go fishing this weekend. / Bu hafta sonu balık tutmaya gidelim.
Fit: Uygun, formda
Top athletes have to be very fit. / Zirvedeki sporcular formda olmak zorundadır.
Five: Beş
five of Sweden’s top financial experts / İsveç’in en iyi finansal uzmanlarından beşi
Fixed: Sabit, değişmez, belirlenmiş
The money has been invested for a fixed period. / Belirlenmiş bir dönem için para yatırılmıştır. people living on fixed incomes / insanlar sabit gelirlerle yaşıyor.
Fix: Düzeltmek, çözmek, takmak, tamir etmek
I’ve fixed the problem. / Ben problemi çözdüm.
Flag: Bayrak
the Turkish flag / Türk bayrağı
Flame: Alev, parlak kırmızı veya turuncu renk, güçlü duygu
The building was in flames. / Bina alevler içindeydi.
Flash: Parlama, flaş, ani ışık
Flat: Düz, yassı, apartman dairesi
Do you live in a flat or a house? / Siz bir apartman dairesinde veya bir evde mi yaşıyorsunuz?
Flavour: Lezzet, tat
Flesh: Et, deri, insan ve hayvan vücudundaki deri ile kemik arasındaki yumuşak doku, meyve ve sebzelerin yumuşak kısmı
Tigers are flesh-eating animals. / Kaplanlar et yiyen hayvanlardır.
Flight: Uçuş
We’re booked on the same flight. / Biz aynı uçuşa rezervasyon yaptırdık. We met on a flight from London to Paris. / Biz Londra’dan Paris’e doğru yapılan bir uçuşta karşılaştık.
Float: Süzülmek, yüzmek
The smell of new bread floated up from the kitchen. / Yeni ekmeğin kokusu mutfaktan yukarı süzüldü.
Flood: Sel, taşkın, su ile dolmak
The cellar floods whenever it rains heavily. / Ağır bir şekilde yağmur yağdığı zaman kiler ile dolar.
Floor: Kat, zemin, taban, döşeme
The alterations should give us extra floor space. / Değişiklikler bize ekstra taban alanı vermelidir.
Flour: Un
Flour is raw material of bread. / Un ekmeğin ham maddesidir.
Flower: Çiçek, çiçeklenmek, çiçek açmak
The plant has a beautiful bright red flower. / Güzel parlak kırmızı çiçeği olan bir bitki. a garden full of flowers / çiçeklerle dolu bir bahçe
Flow: Akış, akım, akmak
Blood flowed from a cut on her head. / Onun başındaki kesikten kan aktı.
Flu: Grip
The whole family has the flu. / Bütün aile grip.
Fly: Uçmak, uçuş, böcek
A fly was buzzing against the window. / Bir sinek pencereye karşı vızıldıyordu.
Flying: Uçuş, uçan, uçma, uçakla seyahat
flying lessons / uçuş dersleri
Focus: Odak, odak noktası, odaklamak
She was the main focus of attention at the meeting. / O, toplantıda ilgi odağıydı. His comments provided a focus for debate. / Onun yorumları tartışma için bir odak noktası sağladı.
Fold: Katlama, kıvrım, katlamak, kıvırmak, cemaat
the folds of her dress / elbisesinin kıvrımları
Folding: Katlama, katlanabilir
a folding chair / katlanabilir bir sandalye
Follow: Takip etmek, izlemek
Follow me please. I’ll show you the way. / Lütfen beni takip edin. Size yol göstereceğim.
Following: Ardından, müteakip
He took charge of the family company following his father’s death. / O babasının ölümüne müteakip aile şirketinin sorumluluğunu aldı.
Food: Gıda, yiyecek, yemek
food and drink / yiyecek ve içecek Do you like Italian food? / İtalyan yemeğini sever misiniz?
Football: Futbol
a football match / bir futbol maçı
Foot: Ayak, adım, hesaplamak, ödemek
My feet are aching. / Ayaklarım ağrıyor.
Force: Zorlamak, kuvvet, güç
She forced herself to be polite to them. / Onlara karşı nazik olmak için kendini zorladı.
Forecast: Tahmin
Experts are forecasting a recovery in the economy. / Uzmanlar ekonomide bir iyileşme tahmin ediyor.
Foreign: Yabancı, dış
a foreign accent-language-student / yabancı bir aksan-dil-öğrenci
Forest: Orman, ağaçlandırmak
Thousands of hectares of forest are destroyed each year. / Her yıl binlerce hektar orman yok oluyor.
Forever: Sonsuza dek, ebediyen
I’ll love you forever! / Ben seni sonsuza dek seveceğim.
For: İçin, dolayı, nedeniyle, adına
There’s a letter for you. / Sizin için bir mektup var. Can you translate this letter for me? / Benim için bu mektubu çevirir misiniz? I am speaking for everyone in this department. / Ben bu departmandaki herkesin adına konuşuyorum.
Forget: Unutmak, hatırından çıkarmak
I never forget a face. / Ben bir yüzü asla unutmam.
Forgive: Affetmek, bağışlamak
We all have to learn to forgive. / Hepimiz affetmeyi öğrenmeliyiz.
Fork: Çatal, çatalla kaldırmak, bölünmek
to eat with a knife and fork / bıçak ve çatal ile yemek
Formal: Resmi
She has a very formal manner, which can seem unfriendly. / Onun soğuk görünen çok resmi bir tutumu vardı.
Former: Eski, önceki
the countries of the former Soviet Union / Eski Sovyetler Birliği ülkeleri
Formerly: Eskiden, önceden, vaktiyle
Namibia, formerly known as South West Africa / Namibya, eskiden Güney Batı Afrika olarak bilinirdi.
Form: Biçim, şekil, oluşturmak, kurmak
Storm clouds are forming on the horizon. / Ufukta fırtına bulutları oluşuyor.
Formula: Formül, reçete
This formula is used to calculate the area of a circle. / Bu formül çemberin alanını hesaplamak için kullanılırdı.
Fortune: Servet, şans, kısmet
That ring must be worth a fortune. / O yüzük bir servet değerinde olmalı.
Forty: Kırk
I living İstanbul for 40 years. / Ben 40 yıldır İstanbul’da yaşıyorum.
Forward: İleri, ileriye, ileri doğru
a forward pass / ileri doğru bir pas
Foundation: Temel, dayanak, vakıf
The builders are now beginning to lay the foundations of the new school. / İnşaatçılar şimdi yeni okulun temelini atmaya başlıyor. These stories have no foundation. / Bu hikayelerin hiçbir dayanağı yok. The money will go to the San Francisco AIDS Foundation. / Para San Francisco AIDS Vakfına gidecek.
Found: Temelini atmak, dayandırmak, bulundu
Her family founded the college in 1895. / Onun ailesi 1895’te kolejin temelini attı. Their marriage was founded on love and mutual respect. / Onların evliliği sevgi ve karşılıklı saygıya dayanıyordu.
Four: Dört
a coach and four player / bir çalıştırıcı ve dört oyuncu
Fourteen: On dört
Her sister is fourteen years old. / Onun kız kardeşi on dört yaşındadır.
Fourth: Dördüncü
Frame: Çerçeve, çerçevelemek
The photograph had been framed. / Fotoğraf çerçevelenmiş.
Freedom: Özgürlük, bağımsızlık, hürriyet
Enjoy the freedom of the outdoors. / Açık havada özgürlüğün tadını çıkarın.
Free: Ücretsiz, serbest, özgür, kurtarmak, serbest bırakmak, boş
Children under five travel free. / Beş yaş altı çocuklara seyahat ücretsiz.
Freely: Serbestçe, özgürce
EU citizens can now travel freely between member states. / AB vatandaşları şimdi üye ülkeler arasında serbestçe seyahat edebilirler. Freeze: Dondurmak, donmak, don, buz tutmak Water freezes at 0°C. / Su 0 santigrat derecede donar.
Frequent: Sık, sık görülen, devamlı
He is a frequent visitor to this country. / O bu ülkenin devamlı ziyaretçisidir.
There is a frequent bus service into the centre of town. / Şehir merkezine sık otobüs servisi vardır.
Frequently: Sık sık, sıkça, çoğunlukla
Buses run frequently between the city and the airport. / Otobüs çoğunlukla şehir ve hava alanı arasında çalışır.
Fresh: Taze, yeni, serin, tuz içermeyen su
Is this milk fresh? / Bu süt taze mi? Eat plenty of fresh fruit and vegetables. / Bol bol taze meyve ve sebze yiyin.
Freshly: Taze, yeni, taze taze
freshly ironed shirts / yeni ütülenmiş gömlek
Friday: Cuma
Friday is a holy day. / Cuma kutsal bir gündür.
Fridge: Buzdolabı
This dessert can be served straight from the fridge. / Bu tatlı buzdolabından doğruca servis edilebilir.
Friend: Arkadaş, dost, ahbap
This is my friend Tom. / Bu benim arkadaşım Tom.
Friendly: Dostça, samimi, arkadaşça, dostluk maçı
a warm and friendly person / sıcak ve samimi bir kişi
Friendship: Dostluk, arkadaşlık
It’s the story of an extraordinary friendship between a boy and a girl. / Bir erkek ve bir kız arasında olağanüstü bir dostluk hikayesi. Your friendship is very important to me. / Senin arkadaşlığın benim için çok önemli.
Frightened: Korkmuş, ürkmüş
a frightened child / korkmuş bir çocuk
Frighten: Korkutmak, dehşete düşürmek
Sorry, I didn’t mean to frighten you. / Seni korkutmak istemedim.
Frightening: Korkutucu, ürkütücü
The noise was frightening. / Ses korkutucuydu.
From: -den, -dan,
She began to walk away from him. / Ondan uzak yürümeye başladı. Is Portuguese very different from Spanish? / Portekizce, İspanyolcadan çok mu farklı? a letter from my brother / erkek kardeşimden bir mektup documents from the sixteenth century / on sekizinci yüzyıldan belgeler I’m from Italy. / ben İtalya’danım
Front: Ön, öndeki
the front wheels of the car / arabanın ön tekerleri
Frozen: Dondurulmuş, donmuş, soğuk
frozen peas / dondurulmuş bezelye
Fruit: Meyve
tropical fruits, such as bananas and pineapples / muz ve ananas gibi tropikal meyveler
Fry: Kızartma, kızartmak
the smell of bacon frying / Pastırma kızartmanın kokusu
Fuel: Yakıt, benzin, yakacak, yakıt almak
nuclear fuels / nükleer yakıtlar
Full: Tam, dolu, geniş
My suitcase was full of books. / Benim bavulum kitap doluydu.
Fully: Tamamen, tam olarak
We are fully aware of the dangers. / Biz tehlikelerin tamamen farkındayız.
Function: Fonksiyon, işlev, görev
Despite the electric cuts, the hospital continued to function normally. / Elektrik kesintilerine rağmen hastane normal olarak işlevine devam etti.
Fundamental: Temel, ana, esas
There is a fundamental difference between the two points of view. / İki bakış noktası arasında temel bir fark var.
Fund: Fon, sermaye, kaynak, finanse edilmek
The museum is privately funded. / Müze özel olarak finanse edilmektedir.
Funeral: Cenaze, cenaze töreni
Hundreds of people attended the funeral. / Cenaze törenine yüzlerce insan katıldı.
Fun: Eğlence
This game looks fun! / Bu oyun eğlenceli görünüyor.
Funny: Komik, eğlenceli
That’s the funniest thing I’ve ever heard. / Bu şimdiye kadar duyduğum en komik şey. a funny story / komik bir hikaye
Fur: Kürk, post
The animal is hunted for its fur. / Hayvan postu için avlandı.
Furniture: Mobilya
We need to buy some new furniture. / Biraz yeni mobilya satın almamız gerekir.
Further: Daha fazla, daha ileri, ek
For further details call this number. / Daha fazla detay için bu numarayı arayın.
Future: Gelecek, istikbal
future generations / gelecek nesiller
Gain: Kazanmak, kazanç, artma, artış, avantaj, kâr
Regular exercise helps prevent weight gain. / Düzenli egzersiz kilo artışını önlemeye yardım eder. Our loss is their gain. / Bizim kaybımız onların kârı.
Gamble: Kumar, riskli girişim, kumar oynamak
It was the biggest gamble of his political career. / Bu onun siyasi kariyerinin en büyük riskli girişimiydi.
Gambling: Kumar
heavy gambling debts / ağır kumar borçları
Game: Oyun
ball games, such as football or tennis / futbol veya tenis gibi top oyunları
Gap: Boşluk, fark, aralık, uçurum
Leave a gap between your car and the next. / Arabanız ile bir sonraki aracında bir boşluk bırakın.
Garage: Garaj, tamirhane
an underground garage / bir yeraltı garajı
Garbage: Çöp, süprüntü, zırva, boş laf
Don’t forget to take out the garbage. / Çöpü dışarı almayı unutmayın.
Garden: Bahçe, park
children playing in the garden / çocuklar bahçede oynuyor
Gas: Gaz
Air is a mixture of gases. / Hava bir gaz karışımıdır. a gas explosion / bir gaz patlaması
Gasoline: Benzin
I fill up the tank with gasoline about once a week. / Yaklaşık olarak haftada bir kez depoyu benzin ile doldururum.
Gate: Kapı, geçit
A crowd gathered at the factory gates. / Fabrika kapılarında bir kalabalık toplandı.
Gather: Toplamak, toplanmak, bir araya gelmek
A crowd soon gathered. / Kalabalık hemen bir araya geldi
Gear: Dişli, vites, vitese takmak
Careless use of the clutch may damage the gears. / Debriyajın dikkatsiz kullanımı dişlilere zarar verebilir.
General: Genel, umumi, general, komutan
the general belief / genel inanç This opinion is common among the general population / bu düşünce nüfusun genelinde yaygındır.
Generally: Genel olarak, genellikle
I generally get up at six. / Ben genellikle saat 6’da kalkarım.
Generate: Oluşturmak, meydana getirmek, üretmek
We need someone to generate new ideas. / Yeni fikirler oluşturmak için birisine ihtiyacım var.
Generation: Nesil, jenerasyon
My family have lived in this house for generations. / Benim ailem nesillerdir bu evde yaşadı.
Generous: Cömert, bol
a generous benefactor / cömert bir hayırsever
Gentle: Nazik, kibar, yumuşak, uysal
a quiet and gentle man / sessiz ve nazik bir adam
Gentleman: Beyefendi, centilmen
Thank you. You’re a real gentleman. / Teşekkür ederim. Siz gerçek bir beyefendisiniz.
Gently: Yavaşça, nazikçe, kibarca
She held the baby gently. / O yavaşça bebeği tuttu.
Genuine: Gerçek, hakiki, samimi, içten
Only genuine refugees can apply for asylum. / Sadece gerçek mülteciler sığınma için başvurabilir.
Geography: Coğrafya
The importance of the town is due to its geographical location. / Şehrin önemi coğrafi konumundan dolayıdır.
Get: Almak, edinmek
This room gets very little sunshine. / Bu oda çok az güneş ışığı alır.
Giant: Dev, kocaman
a giant crab / dev bir yengeç
Gift: Hediye, armağan
Thank you for your generous gift. / Cömert hediyeniz için teşekkür ederim.
Girlfriend: Kız arkadaş
I have a girlfriend. / Benim bir kız arkadaşım var.
Girl: Kız
Good morning, girls! / Günaydın kızlar!
Give: Vermek, ödemek, esneklik, uysallık
She gave her ticket to the woman at the check-in desk. / O check-in masasında kadına biletini verdi. Give your mother the letter. / Mektubu annene ver.
Glad: Memnun, hoşnut, sevinçli
She was glad when the meeting was over. / Toplantı bittiğinde o memnundu.
Glass: Cam, bardak, kadeh
a glass bottle / bir cam şişe He drank three whole glasses. / Üç tam bardak içti.
Global: Global, küresel, dünya çapında, evrensel
They sent a global email to all staff. / Onlar tüm personel için küresel bir e-posta gönderdi.
Glove: Eldiven
gardening gloves / bahçıvan eldivenleri
Glue: Tutkal, yapıştırıcı, yapıştırmak
She glued the label onto the box. / O, kutunun üzerine etiket yapıştırdı.
Goal: Hedef, amaç, gol
a penalty goal / bir penaltı golü
God: Tanrı, Allah
Do you believe in God? / Allah’a inanıyor musunuz?
Go: Gitme, gitmek, gidiş
He goes to work by bus. / O, otobüs ile işe gider.
Gold: Altın
The company name was spelled out in gold letters. / Şirketin adı altın harflerle dile getirildi.
Goodbye: Elveda, güle güle, hoşçakal, Allahaısmarladık
Say goodbye to Mary for me. / Benim için Mary’ye elveda de.
Good: İyi
I’m only telling you this for your own good. / Ben bunu sadece senin kendi iyiliğin için söylüyorum.
Goods: Mal, eşya, mülk
increased tax on goods and services / mal ve hizmetler üzerinde artan vergi
Govern: Yönetmek, idare etmek
The country is governed by elected representatives of the people. / Ülke halkın seçilmiş temsilcileri tarafından yönetilir.
Government: Hükumet
She has resigned from the Government. / O hükumetten istifa etti.
Governor: Vali, yönetici, müdür
a provincial governor / il valisi
Grab: Yakalamak, almak, kapmak, gasp, kapkaç
Someone grabbed me from behind. / Birisi beni arkamdan yakaladı.
Grade: Sınıf, derece, kalite, derecelendirmek
The containers are graded according to size. / Konteynerler boyuta göre sınıflandırılır.
Gradual: Kademeli, aşamalı
a gradual change in the climate / iklimde kademeli bir değişiklik
Gradually: Kademeli olarak, yavaş yavaş
Gradually, the children began to understand. / Yavaş yavaş, çocuklar anlamaya başladı.
Grain: Tahıl, tane, tanelemek, öğütmek
America’s grain exports / Amerika’nın tahıl ihracatı.
Gram: Gram, bir kilogramın binde biri
My father bought 500 gram of cherry / Babam 500 gram kiraz aldı.
Grammar: Gramer, dil bilgisi
the basic rules of grammar / teme dil bilgisi kuralları
Grandchild: Torun
Grandchild is a child of your son or daughter. / Torun, sizin bir çocuğunuzun oğlu veya kızıdır.
Granddaughter: Torun, kız torun
Grandfather: Dede, büyükbaba
Grand: Büyük, ulu, muhteşem
It’s not a very grand house. / O çok büyük bir ev değil.
Grandmother: Büyük anne, nine, anneanne, babaanne
Grandparent: Büyükbaba ve büyükanne
The children are staying with their grandparents. / Çocuklar büyükbaba ve büyükanneleri ile kalıyor.
Grandson: Torun, erkek torun
Grant: Hibe, bağış, burs, vermek, bağışlamak, burs vermek
student grants / öğrenci bursları
Grass: Çim, ot, otlatmak
The dry grass caught fire. / Kuru ot alev aldı.
Grateful: Minnettar, müteşekkir
He was grateful that she didn’t tell his parents about the incident. / Olayla ilgili ebeveynlerine konuşmadığı için ona minnettardı.
Grave: Mezar, kabir, ölüm
We visited Grandmother’s grave. / Biz büyükannenin mezarını ziyaret ettik.
Great: Büyük, harika, mükemmel, çok iyi, muazzam
A great crowd had gathered. / Büyük bir kalabalık toplanmıştı. He must have fallen from a great height. / O büyük bir yükseklikten düşmüş olmalı.
Greatly: Çok
People’s reaction to the film has varied greatly. / İnsanların filme tepkisi çok çeşitliydi.
Green: Yeşil
The room was decorated in a combination of greens and blues. / Yeşillik ve mavilerin kombinasyonu ile dekore edilen oda.
Grey: Gri, kül rengi
I don’t like grey colour. / Ben gri rengi sevmiyorum.
Grocery: Bakkal
the grocery bill / bakkal faturası
Ground: Zemin, yer, toprak
I found her lying on the ground. / Ben onu yerde yatarken buldum. He lost his balance and fell to the ground. / O dengesini kaybetti ve yere düştü.
Group: Grup, küme, topluluk, gruplandırmak
English is a member of the Germanic group of languages / İngilizce cermen dil topluluğunun bir üyesidir. ethnic groups / etnik gruplar
Grow: Büyümek, yetişmek, büyütmek, yetiştirmek
Fears are growing for the safety of a teenager who disappeared a week ago. / Bir hafta önce kaybolan bir gencin güvenliği için korkular büyüyor. Shortage of water is a growing problem. / Su kıtlığı büyüyen bir problemdir.
Growth: Büyüme, geliştirme
Lack of water will stunt the plant’s growth. / Su eksikliği bitkilerin büyümesini engelleyecek.
Guarantee: Garanti, güvence, garantiye almak, söz vermek
We guarantee to deliver your goods within a week. / Biz bir hafta içinde sizin mallarınızı teslim edeceğimize söz veriyoruz. This iron is guaranteed for a year against faulty workmanship. / Bu demir hatalı işçiliğe karşı bir yıl garantilidir.
Guard: Koruma, korumak, bekçi
The dog was guarding its owner’s luggage. / Köpek sahibinin bagajını koruyordu.
Guess: Tahmin
According to a guess, there were forty people at the party. / Bir tahmine göre partide kırk kişi vardı.
Guest: Konuk, misafir, davetli
I went to the theatre club as Helen’s guest. / Ben Helen’in misafiri olarak tiyatro kulübüne gittim.
Guide: Kılavuz, rehber, yol göstermek, yönlendirmek
Guilty: Suçlu, günahkar
Gun: Tabanca, tüfek, silah, ateş etmek, vurmak
The attacker held a gun to the hostage’s head. / Saldırgan rehinin kafasına silah dayadı.
Guy: Adam, herif
At the end of the film the bad guy gets shot. / Filmin sonunda kötü adam vurulur.
Habit: Alışkanlık, huy
You need to change your eating habits. / Sen yemek yeme alışkanlıklarını değiştirmelisin.
Hairdresser: Kuaför, berber
Hair: Saç, kıl
He’s losing his hair. (becoming bald) / O saçlarını kaybediyor. (kelleşiyor)
Half: Yarım, yarı
The glass was half full. / Bardak yarı doluydu.
Hall: Salon, hol, antre
a concert hall / bir konser salonu
Hammer: Çekiç, tokmak, çekiçlemek, dövmek
Hand: El, yardım, vermek, yardım etmek
Handle: Sap, kol
a long-handled spoon / uzun saplı kaşık She turned the handle and opened the door. / o kolu çevirdi ve kapıyı açtı.
Hang: Asmak, asılmak
There were several expensive suits hanging in the wardrobe. / Gardıropta asılı birkaç pahalı takım elbise vardı.
Happen: Olmak, meydana gelmek
Accidents like this happen all the time. / Bu gibi kazalar her zaman olur. You’ll never guess what’s happened! / Sen ne olduğunu asla tahmin edemeyeceksin.
Happily: Mutlulukla, ne mutlu ki
I’ll happily help, if I can. / Ben yapabilirsem mutlulukla yardım edeceğim.
Happy: Mutlu, memnun, kutlu
You don’t look very happy today. / Bugün çok mutlu görünmüyorsunuz.
Hard: Zor, sert, sıkı
You must try harder. / Daha sıkı çalışmalısınız.
Hardly: Zorlukla, neredeyse hiç
There was hardly a cloud in the sky. / Gökyüzünde neredeyse hiç bulut yoktu.
Harmful: Zararlı, kötü
the harmful effects of alcohol / Alkolün zararlı etkileri
Harm: Zarar, hasar, zarar vermek
Pollution can harm marine life. / Kirlilik deniz yaşamına zarar verebilir.
Harmless: Zararsız, masum
The bacteria is harmless to humans. / Bakteri insanlar için zararsızdır.
Hate: Nefret, kin, nefret etmek, kin beslemek
a strange relationship built on love and hate / sevgi ve nefret üzerine inşa edilmiş bir garip ilişki
Hat: Şapka
a woolly hat / bir yünlü şapka
Hatred: Nefret, kin, düşmanlık
There was fear and hatred in his voice. / Onun sesinde nefret ve korku vardı.
Have: Var, sahip olmak, yapmak, etmek, geçmiş zaman
I have a brother. / Benim bir erkek kardeşim var.
Have to: Zorunda olmak, -meli, -malı
Sorry, I’ve got to go. / Üzgünüm, gitmek zorundayım
Headache: Baş ağrısı, baş belası
Red wine gives me a headache. / Kırmızı şarap bana baş ağrısı verir.
Head: Baş, baştaki, tepe, ana
She has been appointed to head the research team. / O, araştırma ekibinin başına atandı.
Heal: İyileşmek, iyileştirmek, düzeltmek
This will help to heal your cuts and scratches. / Bu sizin kesik ve çiziklerinizi iyileştirmeye yardımcı olacaktır.
Health: Sağlık, sıhhat, afiyet, sağlık durumu
Exhaust fumes are bad for your health. / Egzoz dumanı sağlığınız için kötüdür.
Healthy: Sağlıklı, sağlığa faydalı
a healthy child / sağlıklı bir çocuk
Hear: Duymak, dinlemek
I can’t hear very well. / Ben çok iyi duyamıyorum.
Hearing: İşitme, duyma
The explosion damaged his hearing. / Patlama onun işitmesine zarar verdi.
Heart: Kalp, yürek, gönül
Diseases of heart / Kalp hastalıkları
Heat: Isı, sıcaklık, ısıtmak, ısınmak
Heat the oil and add the onions. / Yağı ısıtın ve soğan ekleyin.
Heating: Isıtma, ısınma
heating bills / ısınma faturaları
Heaven: Cennet, çok mutlu olunan yer, gökyüzü
I feel like I’ve died and gone to heaven. / Ben ölmüş ve cennete gitmiş gibi hissediyorum. Four tall trees stretched up to the heavens. / Dört uzun ağaç göklere kadar uzanıyordu.
Heavily: Ağır şekilde, şiddetle, aşırı derecede
He relies heavily on his parents. / O ebeveynlerine aşırı derecede güvenir.
Heavy: Ağır, aşırı, şiddetli, çok
She was struggling with a heavy suitcase. / O, ağır bir bavul ile mücadele ediyordu. My brother is much heavier than me. / Kardeşim benden çok daha ağırdır.
Heel: Topuk, topuk takmak
shoes with a high heel / yüksek topuklu ayakkabı
He: o (erkek), erkek 3. tekil şahıs
he was the perfect gentleman. / o mükemmel bir beyefendiydi
Height: Yükseklik, boy
Please state your height and weight. / Lütfen boyunuzu ve kilonuzu belirtiniz.
Hell: Cehennem, berbat
Being totally alone is my idea of hell on earth. / Tamamen yalnız olma, benim dünyadaki cehennem fikrimdir.
Hello: Merhaba, selam
Hello John, how are you? / Merhaba John, nasılsın? Hello, is there anybody there? / Merhaba, orada kimse var mı?
Helpful: Yararlı, faydalı, yardımcı
Sorry I can’t be more helpful. / Üzgünüm, ben daha fazla yardımcı olamam.
Help: Yardım
The offer of help came too late. / Yardım teklifi çok geç geldi. She stopped smoking with the help of her family and friends. / Ailesinin ve arkadaşlarının yardımı ile sigara içmeyi bıraktı.
Hence: Bundan dolayı, bu nedenle
We suspect they are trying to hide something, hence the need for an independent inquiry. / Onların bir şey saklamaya çalıştığından şüpheliyiz, bu nedenle bağımsız bir sorgu gerekli.
Here: Burada, işte!
Let’s get out of here. / Hadi buradan gidelim. Come over here. / Buraya gel. I live here. / Ben burada yaşıyorum.
Her: Onu, onun, o (3. tekil şahıs, bayan için)
She broke her leg. / O, bacağını kırdı.
Hero: Kahraman, yiğit, alp
one of the country’s national heroes / ülkenin ulusal kahramanlarından biri
Herself: Kendini, kendi, kendine, kendisi (3. tekil şahıs, bayan için)
She told me the news herself. / Jane kendi haberlerini bana anlattı.
Hers: Onunki, onun (3. tekil şahıs, bayan için)
a friend of hers / onun bir arkadaşı
Hesitate: Tereddüt, çekinmek, tereddüt etmek
She hesitated before replying. / O cevap vermeden önce tereddüt etti.
Hide: Gizlemek, saklamak
He hid the letter in a drawer. / O mektubu bir çekmecede sakladı.
High: Yüksek, üst
I can’t jump any higher. / Ben biraz daha yükseğe zıplayamam.
Highlight: En ilginç, en iyi, parlak, önemli olay, vurgulamak
One of the highlights of the trip was seeing the Taj Mahal. / Gezinin önemli olaylarından biri Taj Mahal’i görmekti.
Highly: Son derece, çok, büyük ölçüde
highly successful / son derece başarılı
Highway: Karayolu, otoyol, otoban
Highway patrol officers closed the road. / Karayolu devriye görevlileri yolu kapattı. an interstate highway / eyaletler arası otoyol
Hi: Merhaba, selam
Hi! What are you doing? / Merhaba! Ne yapıyorsun?
Hill: Tepe
Always take care when driving down steep hills. / Dik tepelerden aşağı sürerken daima dikkatli olun.
Him: Onu, ona, o (3. tekil şahıs, erkek)
When did you see him? / Onu ne zaman gördün?
Himself: Kendisi, kendini, kendi (3. tekil şahıs, erkek)
He introduced himself. / O kendini tanıttı.
Hip: Kalça
These jeans are too tight around the hips. / Bu kotlar kalça çevresinde çok dar.
Hire: Kiralama
a car hire firm / bir araba kiralama firması
His: Onun, onunki
The choice was his. / Onun seçimiydi.
Historical: Tarihi, tarihsel
the historical background of the war / savaşın tarihsel arka planı
History: Tarih, geçmiş
one of the worst disasters in recent history / yakın tarihin en kötü felaketlerinden biri
Hit: Vurmak, isabet, vuruş, popüler
a hit musical / popüler bir müzikal
Hobby: Hobi, merak
Her hobbies include swimming and gardening. / Yüzme ve bahçıvanlık hobilerim içindedir.
Hold: Tutmak, tutunma
I firmly hold books / Ben kitapları sıkıca tutarım
Hole: Delik, çukur
The bomb opened a huge hole in the ground. / Bomba yere büyük bir delik açtı.
Holiday: Tatil
Where are you going for your holidays this year? / Bu yıl tatil için nereye gidiyorsunuz?
Hollow: Boşluk, çukur, delik
Trunk of the tree was in hollow. / Ağacın gövdesi çukurdaydı.
Holy: Kutsal, mübarek, tanrısal
Kaaba is holiest temple of Islam. / Kabe İslamın en kutsal mabedidir.
Home: Ev
What time did you get home last night? / Dün gece eve ne zaman geldin?
Homework: Ev ödevi, ödev
I still haven’t done my geography homework. / Ben hâlâ coğrayfa ödevimi yapmadım.
Honest: Dürüst
an honest man / dürüst bir adam
Honestly: Dürüstçe, gerçekten, sahiden
I honestly can’t remember a thing about last night. / Ben sahiden geçen gece hakkında hiçbir şey hatırlamıyorum.
Honour: Onur, şeref, hürmet, saygı, onurlandırmak
a man of honour / onurlu bir adam
Hook: Kanca, çengel, kancayı takmak
Hang your towel on the hook. / Havlunuzu kancaya asın.
Hope: Umut, ummat, ümit etmek
There is now hope of a cure. / Şimdi tedavi için bir umut var.
Horizontal: Yatay, düz
horizontal lines / yatay çizgiler
How: Nasıl
He did not know how he ought to behave. / O nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. How are you? / Nasılsınız?
Horn: Boynuz, boynuzlamak
Horror: Korku, dehşet
People watched in horror while the plane crashed to the ground. / Uçak yere düşerken insalar korku içinde izledi.
Horse: At, beygir, at yarışı
He lost a lot of money on the horses. / O at yarışlarında çok para kaybetti.
Hospital: Hastane
I’m going to the hospital to visit my brother. / Ben kardeşimi ziyaret etmeye hastaneye gidiyorum.
Host: Ev sahibi, ağırlamak, ev sahipliği yapmak
South Africa hosted the World Cup finals. / Güney Afrika Dünya Kupası finallerine ev sahibi yaptı.
Hotel: Otel
We stayed at a hotel. / Biz bir otelde kaldık.
Hot: Sıcak, ateşli
Do you like this hot weather? / Siz bu sıcak havaları sever misiniz? Be careful. The plates are hot. / Dikkatli olun. Tabaklar sıcaktır.
Hour: Saat, zaman, vakit
It will take about an hour to get there. / Oraya varmak yaklaşık bir saat sürecek.
Household: Ev halkı
Most households now own at least one car. / Ev halkının çoğu en az bir araba sahibi.
House: Ev
He went to the house. / O eve gitti. What time do you leave the house in the morning? / Sabah kaçta evden ayrılırsınız?
However: Ancah, halbuki, oysa
She has the window open, however cold it is outside. / O pencereyi açtı; halbuki dışarısı soğuktu.
Huge: Kocaman, muazzam, dev, olağanüstü
a huge crowd / muazzam bir kalabalık
Human: İnsan, insani
Dogs can hear much better than humans. / Köpekler insanlardan çok daha iyi duyar.
Humorous: Komik, gülünç, nükteli, mizahi
a humorous look at the world of fashion / moda dünyasına nükteli bir bakış
Humour: Mizah, espri, şaka
Whatever you do, don’t lose your sense of humour. / Ne yaparsan yap, mizah duygunu kaybetme.
Hundred: Yüz
This vase is worth several hundred dollars. / Bu vazo birkaç yüz dolar değerinde.
Hundredth: Yüzüncü, yüzde bir
a/one hundredth of a second / bir saniyenin yüzde biri
Hungry: Aç, açlık acıkmış
I’m really hungry. / Ben gerçekten açım. She wasn’t feeling very hungry. / O, çok aç hissetmiyordu.
Hunt: Av, avlanmak, aramak
Lions sometimes hunt alone. / Aslanlar bazen yalnız avlanır. I’ve hunted everywhere but I can’t find it. / Ben her yeri aradım fakat onu bulamadım.
Hunting: Avcılık, avlanma, av
Since 1977 otter hunting has been illegal. / 1977’den beri su samuru avlamak yasaklanmıştır.
Hurry: Acele, telaş, acele etmek
What’s the your hurry? The train doesn’t leave for an hour. / Aceleniz nedir? Tren bir saat içinde ayrılmaz.
Hurt: Zarar, acı, incitmek, kırmak, yaralanmak
None of the passengers were badly hurt. / Yolculardan hiçbiri kötü bir şekilde yaralanmadı.
Husband: Koca, eş
This is my husband, Steve. / Bu benim kocam, Steve.
ice cream: dondurma
Who wants an ice cream? / Kim dondurma ister?
ice: buz
There was ice on the windows. / Pencerede buz vardı. My hands are as cold as ice. / Benim ellerim bu kadar soğuktur.
idea: fikir, düşünce, görüş
The surprise party was Jane’s idea. / Sürpriz parti Jane’in fikriydi.
ideal: ideal, amaç, mükemmel, kusursuz
political ideals / siyasi idealler
identify: belirlemek, tanımak, saptamak, kimliğini belirlemek
First of all we must identify the problem areas. / Her şeyden ön sorunlu alanları belirlemeliyiz.
if: eğer, ise, -se, -sa
If you see him, give him this note. / onu görürseniz, ona bu notu verin.
ignore: aldırmamak, görmezlikten gelmek, önemsememek
He ignored all the ‘No Smoking’ signs and lit up a cigarette. / O bütün ‘Sigara İçilmez’ işaretlerini görmezden geldi ve bir sigara yaktı.
I: ben
He and I are old friends. / O ve ben eski arkadaşız.
illegal: yasa dışı, kaçak, kanunsuz
illegal immigrants / kaçak göçler
ill: hasta, kötü,
He fell ill and died soon after. / O hastalandı ve kısa zaman sonra öldü.
illness: hastalık, rahatsızlık, hastalık dönemi
He died after a long illness. / Uzun bir hastalık döneminden sonra öldü.
illustrate: örneklemek, resimlemek, örneklerle açıklamak, tanımlamak, göstermek
Last year’s sales figures are illustrated in Figure 2. / Geçen yılın satış rakamları şekil 2’de gösterilmiştir.
image: resim, görüntü, imaj
The advertisements are intended to improve the company’s image. / Reklamlar şirketin imajını geliştirmeye yönelik. He stared at his own image reflected in the water. / O suya yansıyan kendi görüntüsüne baktı.
imaginary: hayali, sanal, gerçek dışı
We must listen to their problems, real or imaginary. / Gerçek ya da hayali, onların sorunlarını dinlemeliyiz.
imagination: hayal, hayal etme, tasavvur, hayal gücü
imagine: hayal etmek, düşünmek
I can’t imagine life without the children now. / Ben şimdi çocuklarsız bir hayat düşünemem. Close your eyes and imagine that you are in a forest. / Gözlerini kapat ve bir ormanda olduğunu hayal et.
immediate: hemen, acil, derhal, anında
RAM stores information for immediate access. / RAM anında erişim için bilgileri depolar.
immediately: hemen, derhal, acil olarak
She answered immediately. / Hemen cevap verdi.
immoral: ahlaksız, terbiyesiz
an immoral act / ahlaksız bir hareket
impact: etki, darbe, çarpma
the environmental impact of tourism / turizmin çevresel etkisi
impatient: sabırsız, aceleci
I’d been waiting for twenty minutes and I was getting impatient. / Yirmi dakikadır bekliyorum ve sabırsızlanmaya başlamıştım.
implication: etki, sonuç, ima etme, dolaylı anlatma
The development of the site will have implications for the surrounding countryside. / Sitenin gelişimi kırsal çevre için etkili olacaktır.
imply: ima etmek
Are you implying (that) I am wrong? / Benim hatalı olduğumu mu ima ediyorsunuz?
importance: önem, itibar, ehemmiyet
She stressed the importance of careful preparation. / O dikkatli hazırlığın önemini vurguladı.
important: önemli, mühim
Money plays an important role in his life. / Para onun hayatında önemli bir rol oynar. an important decision / önemli bir karar
import: ithalat, ithal etmek, ithal
goods imported from Japan into the US / mal Japonya’dan Amerika’ya ithal edildi. The country has to import most of its raw materials. / Ülke hammaddenin çoğunu ithal ediyor.
impose: uygulamaya koymak, zorlamak, yüklemek, empoze etmek, dayatmak
A new tax was imposed on fuel. / Yakıtta yeni bir vergi uygulamaya konuldu. The time limits are imposed on us by factors outside our control. / Zaman sınırları bizim kontrolümüz dışındaki faktörler tarafından bize dayatılır.
impossible: imkansız
It’s impossible for me to be there before eight. / Sekizden önce orada olmak benim için imkansız. one of the most impressive novels of recent years / son yılların en etkileyici romanlarından biri
improve: geliştirmek, iyileştirmek, düzeltmek
His quality of life has improved dramatically since the operation. / Onun yaşam kalitesi ameliyattan beri önemli ölçüde gelişmiştir.
improvement: gelişme, iyileşme, düzelme
Sales figures continue to show signs of improvement. / Satış rakamları iyileşme belirtileri göstermeye devam etmektedir.
impressed: etkilenmek, etkilenen, etkilenmiş
I must admit I am impressed. / Ben etkilendiğimi itiraf etmeliyim.
impress: etkilemek, etki, iz
He impressed her with his sincerity. / O samimiyeti ile onu etkiledi.
impression: izlenim, etki, intiba
My first impression for him was favourable. / Onun için ilk izlenimim olumluydu.
impressive: etkileyici
an impressive building with a huge tower / muazzam kuleli etkileyici bir bina
inability: yetersizlik, acizlik
the government’s inability to provide basic services / hükümetin temel hizmetleri sağlamak için yetersizliği
inch: inç, 2.54 santimetrelik bir uzunluk ölçü birimi
She’s a few inches taller than me. / o benden birkaç inç daha uzun.
incident: olay, hadise, kaza
His bad behaviour was just an isolated incident. / Onun kötü davranışı sadece münferit bir hadiseydi.
include: dahil, içermek
Does the price include tax? / Fiyata vergi dahil mi?
income: gelir, kazanç
a rise in national income / milli gelirde bir artış They receive a proportion of their income from the sale of goods and services. / Onlar mal ve hizmet satışından el edilen kazancın bir kısmını alır.
increase: arttırmak, artış, yükseltmek
an increase of nearly 20% / yaklaşık % 20 artış
increasingly: giderek, artan bir şekilde, gitgide artarak
It is becoming increasingly clear that this problem will not be easily solved. / Bu sorun kolayca çözülemez olduğu giderek daha açık hale gelmektedir.
indeed: gerçekten, aslında, doğrusu
I was very sad indeed to hear of your father’s death. / Babanızın öldüğünü duymak gerçekten çok üzüntü vericiydi.
independence: bağımsızlık, özgürlük
Cuba gained independence from Spain in 1898. / Küba 1898 yılında İspanya’dan bağımsızlığını kazandı.
independent: bağımsız, serbest
Mozambique became independent in 1975. / Mozambik 1975’te bağımsızlaştı.
index: indeks, endeks, işaret, gösterge, içindekiler
Author and subject indexes are available on a library database. / Yazar ve konu indeksleri kütüphane veritabanlarından mevcut.
indicate: belirtmek, göstermek
Research indicates that eating habits are changing fast. / Araştırma yeme alışkanlıklarının hızla değiştiğini gösteriyor.
indication: belirti, gösterge, işaret
There are clear indications that the economy is improving. / Ekonominin düzelmekte olduğunun açık göstergeleri var.
indirect: dolaylı, kinayeli, dolambaçlı
The building collapsed as an indirect result of the heavy rain. / Şiddetli yağmurun dolaylı bir sonucu olarak bina çöktü.
individual: bireysel, birey
The competition is open to both teams and individuals. / Yarışma hem takımlara hem de bireylere açıldı.
indoor: içeri, iç mekan, kapalı
an indoor swimming pool / kapalı bir yüzme havuzu
indoors: içeriye, eve
industrial: endüstriyel, sanayi
industrial output / sanayi üretimi
industry: sanayi, endüstri
the needs of Turkish industry / Türk sanayisinin ihtiyaçları
inevitable: kaçınılmaz, malum
It was an inevitable consequence of the decision. / O, kararın kaçınılmaz bir sonucuydu.
inevitably: kaçınılmaz olarak, beklenildiği gibi
Inevitably, it rained on the day of the wedding. / Beklenildiği gibi, düğün gününde yağmur yağdı.
infected: zararlı bakteri içeren, bakteriden ya da virüsten etkilenen
an infected water supply / bakterili bir su kaynağı
infect: bulaştırmak
Disease is not possible to infect another person through kissing. / Hastalığı öpüşme ile başka bir kişiye bulaştırmak mümkün değildir.
infection: enfeksiyon, bulaşma
a throat infection / bir boğaz enfeksiyonu
infectious: bulaşıcı
Flu is highly infectious. / grip yüksek derecede bulaşıcıdır.
influence: etki, nüfuz, etilemek
Research shows that most young smokers are influenced by their friends. / Araştırmalar en genç sigara içenlerin arkadaşları tarafından etkilendiğini gösterir. I don’t want to influence you. / Ben seni etkilemek istemiyorum.
informal: resmi olmayan, rahat ve arkadaşça
The aim of the trip was to make informal contact with potential customers. / Gezinin amacı potansiyel müşterilerle arkadaşça bir bağlantı kurmaktı.
information: bilgi
a source of information / bir bilgi kaynağı
inform: bildirmek, bilgi vermek
He went to inform them of his decision. / O kararını onlara bildirmeye gitti.
ingredient: bileşen, unsur, malzeme, bir şeyin yapılmasını sağlayan maddelerden biri
Mix all the ingredients in a bowl. / Bir kapta tüm malzemeleri karıştırın.
in: içinde, -de, -da, içine
The kids were playing by the river and one of them fell in. / Çocuklar nehir kenarında oynuyorlardı ve onlardan biri içine düştü.
initial: ilk, baştaki, baş harf
John Fitzgerald Kennedy was generally known by his initials JFK. / John Fitzgerald Kennedy genellikle baş harfleri JFK ile bilinirdi.
initially: başlangıçta, ilk olarak
Initially, the system worked well. / Başlangıçta sistem iyi çalıştı.
initiative: girişim, ilk adım, ilk
a government initiative to combat unemployment / işsizlik ile mücadele için bir hükümet girişimi
injured: yaralı, zarar görmüş, sakat
Luckily, she isn’t injured. / Neyse ki, o yaralı değil. Ambulance took the injured to a nearby hospital. / Ambulans yaralıyı yakındaki bir hastaneye götürdü.
injure: yaralamak, incitmek, sakatlamak
Three people were killed and five injured in the crash. / Kazada üç kişi öldü ve beş kişi yaralandı. She injured herself during training. / o antrenman sırasında kendini sakatladı
injury: hasar, zarar, yara, sıyrık
The passengers escaped with only minor injuries. / Yolcular hafif sıyrıklarla kurtuldu.
ink: mürekkep
different coloured inks / farklı renkli mürekkepler
inner: iç, dahili, içteki
inner London / iç Londra
innocent: masum, suçsuz, saf
Thousands of innocent civilians have been killed in this conflict. / Binlerce masum insan bu çatışmada öldürüldü.
insect: böcek, haşere
The pesticide is lethal to all insect life. / Böcek zehiri tüm böceklerin yaşamı için öldürücüdür.
insert: eklemek, sokmak, yerleştirmek, takmak
They inserted a tube in his mouth to help him breathe. / Onlar onun nefesine yardımcı olmak için onun ağzına bir tüp taktı.
inside: içinde, içine, dahili, iç
the inside pages of a newspaper / bir gazetenin iç sayfaları
insist: ısrar etmek, dayatmak, diretmek
I didn’t really want to go but he insisted. / Ben gerçekten gitmek istemedim ama o ısrar etti.
install: kurmak, yerleştirmek, monte etmek
The hotel chain has recently installed a new booking system. / Otel zinciri son zamanlarda yeni bir rezervasyon sistemi kurmuştur.
instance: örnek, durum
The report highlights a number of instances of injustice. / Rapor bir dizi adaletsizlik olayını vurgulamaktadır.
instead: yerine
Lee was ill so I went instead. / Lee hastaydı, bu yüzden yerine ben gittim.
institute: enstitü
a research institute / bir araştırma enstitüsü
institution: kurum, kuruluş, tesis, tanınan kimse
an educational institution / bir eğitim kurumu
instruction: talimat, yönerge
Always read the instructions before you start. / Daima başlamadan önce talimatları oku.
instrument: enstrüman, alet, araç
the flight instruments / uçuş aletleri
insulting: aşağılayıcı, onur kırıcı
She was really insulting to me. / O gerçekten bana karşı onur kırıcıydı.
insult: hakaret, aşağılama, hakaret etmek, onurunu kırmak
His comments were seen as an insult to the president. / Onun yorumları başkana hakaret olarak görüldü.
insurance: sigorta
travel insurance / seyahat sigortası
intelligence: zekâ, akıl, istihbarat
intelligence reports / istihbarat raporları
intelligent: akıllı, zeki
a highly intelligent child / son derece akıllı bir çocuk
intended: yönelik, istenilen, amaçlanan, tasarlanmış
The bullet missed its intended target. / Kurşun amaçlanan hedefi kaçırdı. The book is intended for children. / Kitap çocuklar için tasarlanmıştır.
intend: niyet, amaçlamak, niyet etmek
The writer clearly intends his readers to identify with the main character. / Yazar ana karakteri açıkça okurlarına tanıtmaya niyetlenir. I don’t intend staying long. / Ben uzun kalmak niyetinde değilim.
intention: niyet, amaç, kasıt, plan
He has announced his intention to retire. / O emekliliğe niyetini açıkladı.
interested: ilgili, meraklı
I’m very interested in history. / Ben tarihe çok ilgiliyim. an interested audience / ilgili bir seyirci
interesting: ilginç, ilgi çekici, enteresan
an interesting question / ilginç bir soru Can’t we do something more interesting? / Daha ilgi çekici bir şey yapamaz mıyız?
interest: ilgi, faiz, çıkar, ilgisini çekmek, ilgilendirmek
Politics doesn’t interest me. / Politika beni ilgilendirmez.
interior: iç, dahili, içişleri
interior walls / iç duvarlar
internal: iç, dahili
the internal structure of a building / bir binanın iç yapısı
international: uluslararası
a pianist with an international reputation / uluslararası üne sahip bir piyanist
internet: internet
You can buy our goods over the Internet. / İnternet üzerinden bizim mallarımızı satın alabilirsiniz.
interpretation: yorumlama
Dreams are open to interpretation / Rüyalar yoruma açıktır.
interpret: yorumlamak, değerlendirmek
The data can be interpreted in many different ways. / Bu veriler çok farklı şekillerde yorumlanabilir.
interrupt: kesmek, yarıda kesmek, ara vermek, sözünü kesmek
I hope I’m not interrupting you. / Umarım seni bölmüyorum.
interruption: kesinti, ara, durdurma
The birth of her son was a minor interruption to her career. / Onun oğlunun doğumu kariyeri için küçük bir kesintiydi.
interval: aralık, ara
The interval between major earthquakes might be 200 years. / Büyük depremler arası 200 yıl olabilir.
interview: görüşme, mülakat, röportaj
We interviewed ten people for the job. / Biz iş için on kişi ile görüştük.
into: içine, -e, -ye
Come into the house. / Eve gel. He threw the letter into the fire. / O mektubu ateşin içine attı.
introduce: tanıtmak, tanıştırmak
Can I introduce my wife? / Karımı tanıtabilir miyim? He introduced me to a Greek girl at the party. / O, partide beni bir Yunan kızla tanıştırdı.
introduction: giriş, tanıtım, başlangıç
the introduction of new manufacturing methods / yeni üretim yöntemlerinin tanıtımı
invent: icat etmek, bulmak
Who invented the steam engine? / Buhar makinesini kim icat etti?
invention: icat, buluş
Such changes have not been seen since the invention of the printing press. / Böyle değişiklikler matbaanın icadından bu yana görülmemiş.
investigate: araştırmak, incelemek
What was that noise?’ ‘I’ll go and investigate.’ / O ses neydi? Ben gideceğim ve araştıracağım.
investigation: soruşturma, araştırma, inceleme
She is still under investigation. / O hâlâ soruşturma altında.
invest: yatırım yapmak, yatırmak
Now is a good time to invest in the property market. / Şimdi emlak piyasasında yatırım yapmak için iyi bir zaman.
investment: yatırım, kuşatma
to encourage foreign investment / yabancı yatırımı teşvik etmek için
invitation: davet, davetiye
an invitation to the party / partiye davet
invite: davet etmek, çağırmak
Have you been invited to their party? / Onları partiye davet ettiniz mi?
involved: ilgili, kapsayan, ilişkili, karışmış, dahil
Some people tried to stop the fight but I didn’t want to get involved. / Bazı insanlar kavgayı durdurmaya çalıştı fakat ben dahil olmak istemedim.
involvement: katılım, ilgi, karışma
iron: demir, demirden yapılmış, ütü, ütülemek
He was ironing when I arrived. / Ben geldiğimde o ütülüyordu.
irritated: tedirgin, kızgın, sinirli
irritate: kızdırmak, rahatsız etmek, sinirlendirmek, tahrik etmek
I found her extremely irritating. / Ben onu son derece rahatsız edici buldum.
-ish: imsi, imtrak, -çe, -ça, millet ifadesi bildirirken kullanılır
Turkish / Türk Irish / İrlandalı childish / çocukça reddish / kırmızımsı
island: ada
We spent a week on the Greek island / Biz Yunan adasında bir hafta geçirdik.
issue: konu, sorun, mesele
item: madde, parça
Can I pay for each item separately? / Ben her parça için ayrı ayrı ödeme yapabilir miyim?
it: o, onu, ona (hayvanlar, cansız varlıklar ve bazen cinsiyeti bilinmeyen bebekler için)
‘Where’s your car?’ ‘It’s in the garage.’ / Senin araban nerede? O, garajda.
itself: kendisi, kendi
The cat was washing itself. / Kedi kendini yıkıyordu.
its: onun, kendi
The baby threw its food on the floor. / Bebek kendi yemeğini yere attı.
Jacket: Ceket
I have to wear a jacket and tie to work. / Ben iş için bir ceket ve kravat giymet zorundayım.
Jam: Sıkıştırmak, reçel
Çilek reçeli
January: Ocak ayı
I will go to Istanbul in January / Ben ocak ayında İstanbul’a gideceğim.
Jeaolous: Kıskanç
Children often feel jealous when a new baby arrives. / Çocuklar genellikle yeni bir bebek geldiği zaman kıskançlık hisseder.
Jeans: Kot, kot pantolon
Jelly: Jöle, pelte
jelly and ice cream / pelte ve dondurma
Jewellery: Takı, mücevherat, mücevher
She has some lovely pieces of jewellery. / Onun biraz güzel mücevher parçaları vardır.
Job: İş
I’m thinking of applying for a new job. / Yeni bir iş için başvurmayı düşünüyorum.
Join: Katılmak, birleştirmek
How do these two pieces join? / Bu iki parça nasıl birleştirilir?
Joint: Eklem
inflammation of the knee joint. / diz eklemi iltihabı
Joke: Şaka, şaka yapmak
She was laughing and joking with the children. / O çocuklarla gülüyor ve şakalaşıyordu.
Journalist: Gazeteci
Journey: Seyahat, yolculuk, seyahate çıkmak
Don’t use the car for short journeys. / Kısa yolculuklar için arabayı kullanma
Joy: Sevinç, neşe, keyif
Judge: Yargıç, hakim, yargılamak, değerlendirmek, tahmin etmek
Judgement: Karar, yargı, hüküm
The judgment will be given tomorrow. / Karar yarın verilmiş olacak.
Juice: Meyve suyu, sebze suyu, su
Add the juice of two lemons. / İki limon suyu ekleyin. Two orange juices, please. / İki portakal suyu lütfen.
July: Temmuz
Jump: Atlamak, zıplamak, atlama, sıçrama, zıplama
a jump of over six metres / altı metrenin üzerinde bir atlama
June: Haziran
Junior: Genç, küçük, oğul, düşük seviyedeki iş
I leave junior with Mom when I’m at work. / Ben işteyken oğlumu annesi ile bırakırım.
Justice: Adalet, yargı, hak, hukuk
They are demanding equal rights and justice. / Onlar eşit haklar ve adalet talep ediyor.
Justified: Haklı, haklı göstermek, haklı çıkarmak, doğrulamak, aklamak
His fears proved justified. / Onun korkuları haklı olduğunu kanıtladı.
Justify: Haklı çıkarmak, ispat etmek, doğrulamak
Just: Tam, sadece, yalnızca, henüz, şimdi, adil, doğru
She looks just like her mother. / O tam annesi gibi görünüyor. I waited an hour just to see you. / Sadece seni görmek için bir saat bekledim. ‘Can I help you?’ ‘No thanks, I’m just looking.’ / Yardımcı olabilir miyim? Hayır teşekkürler, sadece bakıyorum.
Keen: İstekli, meraklı, hevesli, zeki, keskin
John was very keen to help. / John yardım için çok hevesliydi.
Keep: Tutmak, kalmak, devam etmek, korumak, sağlamak
Keep left along the wall. / Duvar boyunca solda kalın. I’m very sorry to keep you waiting. / Seni tuttuğum için özür dilerim. Keep smiling! / Gülmeye devam et!
Keyboard: Klavye, piyano tuşları
Key: Anahtar, kilit, en önemli
He was a key figure in the campaign. / O, kampanyanın en önemi figürüydü. She played a key role in the dispute. / O, tartışmada anahtar bir rol oynadı.
Kick: Tekme, tepme, tekmelemek, tekme atmak, heyecan ve mutluluk gibi güçlü duygu
He aimed a kick at the dog. / Köpeğe bir tekme atmayı amaçladı.
Kid: Çocuk, ufaklık
Do you have any kids? / Hiç çocuğunuz var mı? She’s a bright kid. / O parlak bir çocuktu.
Killing: Öldürme, cinayet
brutal killings / vahşi cinayetler
Kill: Öldürmek
Three people were killed in the crash. / Kazada üç kişi öldü. Cancer kills thousands of people every year. / Kanser her yıl binlerce insanı öldürür.
Kilogram: Kilogram
2 kilograms of rice / İki kilogram pirinç
Kilometre: Kilometre, 1000 metre
Our house is 2 kilometre from here. / Evimiz buradan 2 kilometre.
Kind: Tür, çeşit, nazik, hoş, iyi
a very kind and helpful person / çok nazik ve yardımsever bir insan
Kindly: Nazikçe, iyilikle, kibar bir şekilde, lütfen
She spoke kindly to them. / O onlara karşı nazikçe konuştu. Kindly leave me alone! / Lütfen beni yalnız bırak!
Kindness: Nezaket, iyilik
I can never repay your kindnesses to me. / Ben asla senin bana yaptığın iyilikleri ödeyemem.
King: Kral
The eagle is the king of the sky. / Kartal gökyüzünün kralıdır.
Kiss: Öpücük, öpmek
Come here and give me a kiss! / Buraya gel ve bana bir öpücük ver.
Kitchen: Mutfak
We ate at the kitchen table. / Biz mutfak masasında yemek yedik.
Knee: Diz
a knee injury / bir diz sakatlığı
Knife: Bıçak
She was murdered in a frenzied knife attack. / O şiddetli bir bıçak saldırısında öldürüldü.
Knit: Örgü, kaynaşmak
I knitted this cardigan myself. / Ben kendime bu hırkayı ördüm.
Knitted: Örgü, örülmüş
knitted gloves / örgü eldivenler
Knock: Vurma, çalma, kapıyı çalma
I knocked on the door. But there was no one inside. / Ben kapıyı çaldım. Fakat içeride kimse yoktu.
Knot: Düğüm
Tie the two ropes together with a knot. / Bir düğüm ile iki halatı bağlayın.
Know: Bilmek, tanımak, fark etmek
Do you know his address? / Onun adresini biliyor musunuz? The cause of the fire is not yet known. / Yangının nedeni henüz bilinmemektedir.
Knowledge: Bilgi
There is a lack of knowledge about the tax system. / Vergi sistemi hakkında bilgi eksikliği var.
Label: etiket, etiketlemek
We carefully labelled each file. / Biz dikkatle her dosyayı etiketledik.
Lab: Laboratuvar
a lab technician / bir laboratuvar teknisyeni
Laboratory: Laboratuvar
a research laboratory / bir araştırma laboratuvarı
Labour: Emek, iş gücü, işçi sınıfı, çalışmak, doğum sancısı çekmek
The company wants to keep down labour costs. / Şirket iş gücü maliyetlerini düşük tutmak istiyor.
Lacking: Eksik, -siz
I feel there is something lacking in my life. / Ben hissediyorum, hayatımda eksik bir şey var.
Lack: Eksiklik, yoksunluk
Lack of confidence / Güven eksikliği
Lady: Hanımefendi, bayan
There’s a lady waiting to see you. / Sizi görmek için bekleyen bir bayan var.
Lake: Göl
We swam in the lake. / Biz gölde yüzdük.
Lamp: Lamba, ışık
a street lamp / bir sokak lambası
Land: Arazi, kara, toprak, inmek, yere inmek
The plane landed safely. / Uçak güvenle indi.
Landscape: Manzara, peyzaj, bahçe düzenlemek
Lane: Şerit, dar yol, patika yol, kulvar
We drove along a muddy lane to reach the farmhouse. / Çiftliğe varmak için çamurlu bir yol boyunca sürdük.
Language: Dil, lisan
It takes a long time to learn to speak a language well. / Bir dili iyi bir şekilde konuşmayı öğrenmek uzun zaman alır. Turkish is my first language / Türkçe benim ilk dilimdir.
Large: Büyük, geniş, iri, çok
a large number of people / çok sayıda insan a large and complex issue / geniş ve karmaşık bir konu
Largely: Çok, genellikle, başlıca
Last: Son, sonuncu, en son
This last point is crucial. / Bu son nokta çok önemlidir. He came last in the race. / O, yarışta sonuncu geldi. When did you see him last? / Onu en son ne zaman gördün?
Late: Geç, son zamanlar, geç saatler
I got up late. / Ben geç kalktım. late in March / Martın son zamanlarında There’s a good film on late. / Geç saatlerde iyi bir film var.
Later: Daha sonra, sonradan
This is discussed in more detail in a later chapter. / Bu, daha sonraki bölümde daha detaylı olarak ele alınmıştır.
Latest: Son, en son, en yeni
What is the latest plan? / En son plan nedir?
Latter: İkincisi, sonra gelen
He presented two solutions. The latter seems much better. / O iki çözüm sundu. İkincisi çok daha iyi görünüyor.
Laugh: Gülmek, sevinmek, kahkaha, gülme
Launch: Başlatmak, denize indirmek, fırlatmak, lansman
a product launch / bir ürün lansmanı
Law: Hukuk, yasa, kanun
In Sweden it is against the law to hit a child. / İsveç’te bir çocuğa vurmak yasalara aykırıdır.
Lawyer: Avukat, hukukçu
Layer: Katman, tabaka
A thin layer of dust covered everything. / Her şeyi bir ince toz tabakası kapladı.
Lay: Koymak
He laid a hand on my arm. / O elini benim koluma koydu.
Lazy: Tembel, haylaz
He was not stupid, just lazy. / O aptal değildi, sadece tembel.
Leader: Lider, önder, baş
He was not a natural leader. / O doğal bir lider değildi.
Leading: Önemli, başlıca, ileri gelen, baş
She was offered the leading role in the new TV series. / O yeni TV dizilerinde baş rol teklifi aldı.
Lead: Yol göstermek, yönlendirmek, götürmek, önderlik etmek, birincilik, neden olmak (lead to)
Eating too much sugar can lead to health problems. / Çok fazla şeker yemek sağlık problemlerine neden olur. I tried to lead the discussion back to the main issue. / Ben tartışmayı ana konuya yönlendirmeye çalıştım. She took the lead in the second lap. / O, ikinci turda birinciliği aldı.
Leaf: Yaprak, sayfa
oak leaves / meşe yaprakları
League: Lig, birlik
United were league champions last season. / United geçen yıl lig şampiyonuydu.
Lean: Eğilmek, dayanmak, yaslanmak
I leaned back in my chair. / Ben sandalyemde arkaya yaslandım. A man was leaning out of the window. / Bir adam pencerenin dışına eğiliyordu.
Learn: Öğrenmek, haber almak
I learned a lot from my father. / Babamdan çok şey öğrendim.
Least: En az, asgari
She chose the least expensive of the hotels. / O otellerden en az pahalı olanını seçti.
Leather: Deri
The soles are made of leather. / Tabanı deriden imal edilmiştir. a leather jacket / deri bir ceket
Leave: Ayrılmak, bırakmak, kalkmak
The plane leaves at 12.35. / Uçak saat 12.35’te kalkar.
Lecture: Ders, konferans
I know I should stop smoking. Don’t give me a lecture about it. / Ben sigarayı bırakmam gerektiğini biliyorum. O konuda bana ders verme. a lecture room / bir konferans odası
Left: Sol, soldaki
She was sitting on my left. / O benim solumda oturuyordu.
Legal: Yasal, hukuki
They are currently facing a long legal battle in the US courts. / Onlar şu anda Amerika mahkemelerinde uzun bir yasal mücadele ile karşı karşıya.
Leg: Bacak, ayak
I broke my leg while playing football. / Ben futbol oynarken bacağımı kırdım.
Lemon: Limon
Squeeze the juice of half a lemon over the fish. / Balığın üzerine yarım limon suyu sıkın.
Lend: Vermek, ödünç vermek, borç vermek
I’ve lent the my car to a friend. / Bir arkadaşıma arabamı ödünç verdim.
Length: Uzunluk
This room is twice the length of the kitchen. / Bu oda iki mutfak uzunluğunda.
Less: Daha az, daha küçük
I read much less now than I used to. / Ben şimdi daha önce okuduğumdan çok daha az okudum.
Lesson: Ders
She gives piano lessons. / O piyano dersleri verir.
Let: İzin vermek, öneri ve istek ifadesi
Don’t let her upset you. / Seni üzmesine izin verme. Let’s go to the beach. / Sahile gidelim.
Letter: Mektup, harf
There’s a letter for you from your mother. / Annenizden size bir mektup var. ‘B’ is the second letter of the alphabet. / B alfabenin ikinci harfidir.
Level: Seviye, düzey, düz, aynı seviyede (boy, pozisyon vb. açılardan)
There is a tent on level ground. / Düz zemin üzerinde bir çadır var. Are these pictures level? / Bu resimler aynı seviyede mi? Game is difficultİer in high level. / Oyun yüksek seviyede daha zordur.
Library: Kütüphane
a university library / bir üniversite kütüphanesi
license: ruhsat, lisans, lisans vermek, yetki vermek
a driving licence / ehliyet Is there a licence fee? / bir lisans ücreti var mı?
Lid: Kapak, göz kapağı
a dustbin lid / bir çöp kapağı
Lie: Yalan, yatış, yalan söylemek, yatmak
The cat was lying. / Kedi yatıyordu. Don’t lie to me! / Bana yalan söyleme
Life: Yaşam, hayat
My father died last year. I wish I could bring him back to life. / Babam geçen yıl öldü. Ben, onu hayata geri getirmek isterdim.
Lift: Asansör, kaldırma, yükseltme
It’s on the sixth floor. Let’s take the lift. / O, altıncı katta. Asansöre binelim.
Light: Işık, aydınlık, yakmak, açık
She lit a candle. / Bir mum yak.
Lightly: Nazikçe, hafifçe
He kissed her lightly on the cheek. / Onu nazikçe yanağından öptü.
Like: Gibi, benzer, aynı, beğenmek
I like to watching football match. / Ben futbol maçı izlemeyi severim.
Likely: Muhtemelen, olası
the most likely outcome / en muhtemel sonuç
Limited: Sınırlı, sınırlandırılmış
We are doing our best with the limited resources available. / Biz mevcut sınırlı kaynaklar ile elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz.
Limit: Limit, sınır, sınırlandırmak
I’ve limited myself to 1000 calories a day to try and lose weight. / Ben çalışmak ve kilo vermek için kendimi günde 1000 kalori ile sınırlandırdım.
Line: Çizgi, satır, sıra
Draw a thick black line along the page. / Sayfa boyunca kalın siyah çizgi çizin.
Link: Bağlantı, bağ, bağ kurmak, bağlamak
The two factors are directly linked. / İki faktör doğrudan bağlantılıdır.
Lip: Dudak, küstah
She kissed him on the lips. / Onu dudaklarından öptü.
Liquid: Sıvı
The detergent comes in powder or liquid form. / Deterjan toz ya da sıvı şekline gelir.
Listen: Dinlemek, baksana!
Sorry, I wasn’t really listening. / Üzgünüm, gerçekten dinlemiyordum. I listened carefully to her story. / Ben dikkatli bir şekilde onun hikayesini dinledim.
List: Liste, listelemek
Towns in the guide are listed alphabetically. / Rehberde kentler alfabetik olarak listelenmiştir.
Literature: Edebiyat, literatür
Turkish literature / Türk edebiyatı
Litre: Litre
3 litres of water / 3 litre su
Little: Az, küçük, azıcık
He is little known as an artist. / O, bir sanatçı olarak az bilinir.
Live: Yaşamak, oturmak, canlı
Where do you live? / Nerede yaşıyorsunuz? Spiders can live for several days without food. / Örümcekler yiyecek olmadan birkaç gün yaşayabilir.
Lively: Canlı, hayat dolu, neşeli
an intelligent and lively young woman / zeki ve neşeli genç bir kadın Her eyes were bright and lively. / Onun gözleri parlak ve haya doluydu.
Living: Yaşam, canlı, oturma, yaşayan, yaşama
living organisms / canlı organizmalar living languages / yaşayan diller
Load: Yük, yüklemek, şarj, doldurmak
We loaded the car in ten minutes. / On dakika içinde arabayı doldurduk. Game is loading. / Oyun yükleniyor.
Loan: Borç, ödünç verme, kredi, borç para
a car loan / bir araç kredisi
Local: Yerel, yerli, kısmi
a local newspaper / yerel bir gazete
Located: Yer, konum, konumlanmış
a small town located 30 miles south of Chicago / Chicago’nun 30 mil güneyine konumlanmış küçük bir kasaba
Locate: Yerini saptamak, bulmak
Rescue planes are trying to locate of the missing sailors. / Kurtarma uçakları kayıp denizcilerin yerini saptamaya çalışıyor.
Location: Konum, yer, mevki
a honeymoon in a secret location / gizli bir yerde balayı Where is the exact location of the ship? / Geminin tam olarak konumu neresidir?
Lock: Kilit, kilitlemek
a bicycle lock / bir bisiklet kilidi
Logical: Mantıklı
It was a logical conclusion from the child’s point of view. / Bu çocuğun bakış açısından mantıklı bir sonuçtu.
Logic: Mantık
The two parts of the plan were governed by the same logic. / Planın iki parçası aynı mantık ile yönetildi.
Lonely: Yalnız, yapayalnız
She lives alone and often feels lonely herself. / O tek başına yaşıyor ve sık sık kendini yalnız hissediyor.
Long: Uzun, uzun zaman
This may take longer than we thought. / Bu bizim düşündüğümüzden daha uzun zaman alabilir.
Look: Bakmak, aramak, ifade, görünmek, görünüş
Looks can be deceptive. / Görünüş aldatıcı olabilir. I am looking to the her. / Ben ona bakıyorum.
Loose: Gevşek, serbest
Check that the plug has not come loose. / Fişin gevşek gelmediğini kontrol edin.
Loosely: Gevşek bir şekilde
She fastened the belt loosely around her waist. / O gevşek bir şekilde belinin çevresine kemeri bağladı.
Lord: Lord,efendi, bey, beyefendi
the lord of the manor / malikane efendisi
Lorry: Kamyon
Emergency food supplies were brought in by lorry. / Acil gıda malzemeleri kamyon tarafından getirildi.
Lose: Kaybetmek, kaçırmak
I’ve lost my keys. / Ben anahtarlarımı kaybettim. She lost her husband in the crowd. / O, kalabalıkta kocasını kaybetti.
Loss: Kayıp, zarar
The closure of the factory will lead to a number of job losses. / Fabrikanın kapatılması bir dizi iş kaybına neden olacak.
Lost: Kayıp, kaybolmuş
Your cheque must have got lost in the post. / Sizin çekiniz postada kaybolmuş olmalı.
Lot: Çok, bir sürü
I’m feeling a lot better today. / Ben bugün çok daha kötü hissediyorum.
Loud: Yüksek sesle, gürültülü
Do you have to play that music so loud? / Bu kadar yüksek sesle müzik çalmak zorunda mısın?
Love: Aşk, sevgi, sevmek
If you love each other, why not get married? / Birbirinizi severseniz niçin evli olmayasınız? I love you. / Seni seviyorum.
Lovely: Güzel, hoş, sevimli, çekici
He has a lovely voice. / Onun sevimli bir sesi var. What a lovely surprise! / Ne hoş bir sürpriz!
Lover: Sevgili, aşık, dost
He denied that he was her lover. / O, onun sevgilisi olduğunu yalanladı.
Low: Düşük, alçak, ucuz
a plane flying low over the town / şehrin üzerinde alçak uçan bir uçak
Loyal: Sadık, vefalı
She has always remained loyal to her political principles. / O daima siyasi ilkelerine sadık kalmıştır.
Luck: Şans, baht, talih
With luck, we’ll be at home before dark. / Şans ile hava kararmadan evde olacağız.
Lucky: Şanslı, uğurlu, talihli
His friend was killed and he knows he is lucky to be alive. / Onun arkadaşı öldü ve yaşadığı için şanslı olduğunu bilir.
Luggage: Bagaj
There’s room for one more piece of luggage. / Bir parça bagaj için daha yer var.
Lump: Parça, yumru, şişlik
Lunch: Öğle yemeği
She’s gone to lunch. / O öğle yemeğine gitti.
Lung: Akciğer, ciğer
lung cancer / akciğer kanseri
Machine: Makine
How does this machine work? / Bu makine nasıl çalışır?
Machinery: Makineler, mekanizma
industrial machinery / sanayi makineleri
Mad: Deli, kızgın, çılgın
I’ll go mad if I have to wait much longer. / Ben çok daha uzun süre beklemek zorunda kalırsam deli olacağım.
Magazine: Dergi, magazin
a monthly magazine / aylık bir dergi
Magic: Büyü, sihir, sihirli, sihirbazlık
There is no magic formula for passing exams. / Sınavları geçmek için sihirli bir formül yoktur.
Mail: Posta, postalamak
Don’t forget to mail that letter to your mother. / Annenize mektup postalamayı unutmayın.
Mainly: Başlıca, çoğunlukla, temel olarak
They eat mainly fruit and nuts. / Onlar çoğunlukla meyve ve fındık yer.
Main: Ana, başlıca, esas
We have our main meal at lunchtime. / Bizim ana öğünümüz öğle vaktindedir.
Maintain: Korumak, sağlamak, sürdürmek
The two countries have always maintained close relations. / İki ülke her zaman yakın ilişkilerini korumuştur.
Majority: Çoğunluk
This treatment is not available in the vast majority of hospitals. / Bu tedavi hastanelerin büyük çoğunluğunda mevcut değildir.
Major: Büyük, önemli, başlıca
major international companies / büyük uluslararası şirketler
Make: Yapmak, sağlamak
a Swiss make of watch / Saat yapan bir İsviçreli
Make-up: Makyaj malzemesi, makyaj
Male: Erkek
a male-dominated profession / erkek egemen bir meslek
Mall: Alışveriş merkezi
Let’s go to the mall. / Alışveriş merkezine gidelim.
Manage: Yönetmek, idare etmek, işletmek
I don’t know exactly how we’ll manage it. / Onu nasıl idare edeceğimizi tam olarak bilmiyorum.
Management: Yönetim, işletme, idare
The report blames bad management. / Rapor kötü yönetimi suçluyor.
Manager: Yönetici, müdür, idareci, menejer
the personnel manager / personel müdürü
Man: Erkek, adam
a good-looking young man / iyi görünümlü genç adam
Manner: Tavır, tarz, tutum, davranış
She answered in a businesslike manner. / Ciddi bir tavır içinde cevap verdi.
Manufacture: Üretim, imal, yapım
a news story manufactured by an unscrupulous journalist / ahlaksız bir gazeteci tarafından üretilen bir hikaye
Manufacturer: Üretici
Always follow the manufacturer’s instructions. / Her zaman üreticinin talimatlarına uyun.
Manufacturing: Üretim, üretmek
The company has established its first manufacturing base in Europe. / Şirket Avrupa’daki ilk üretim üssünü kurdu.
Many: Çok, bir hayli, bir yığın, fazla (sayılabilen)
There are too many mistakes in this essay. / Bu denemede çok fazla hata vardır.
Map: Harita, plan
a map of Turkey / Bir Türkiye haritası
March: Mart
Marketing: Pazarlama, alışveriş yapma
a marketing campaign / bir pazarlama kampanyası
Market: Market, pazar, piyasa, pazarlamak
We buy our fruit and vegetables from the market. / Biz meyve ve sebzelerimizi marketten satın alırız.
Mark: İşaret, iz, işaretlemek
Detectives found no marks on the body. / Dedektifler vücutta hiçbir iz bulamadı.
Marriage: Evlilik
All of her children’s marriages ended in divorce. / Onun bütün çocuklarının evliliği boşanma ile sona erdi.
Married: Evli
Is he married? / O evli mi?
Marry: Evlenmek
He never married. / O hiç evlenmedi.
Massive: Çok büyük, ağır
a massive rock / ağır bir taş
Mass: Yığın, kitle, kütle, yığmak, toplamak
Master: Usta, uzman, efendi, ana, asıl, erkek öğretmen, mükemmel
the physics master / fizik öğretmeni
Matching: Denkleşen
Match: Denk, eş, eşlemek, uyuşmak, maç, karşılaşma
The dark clouds matched her mood. / Kara bulutlar onun ruh hali ile uyuştu.
Mate: Çiftleşmek (hayvanlar için)
Do foxes ever mate with dogs? / Tilkiler hiç köpeklerle çiftleşir mi?
Material: Malzeme, madde, maddi
changes in your material circumstances / maddi durumunuzdaki değişiklikler
Mathematics: Matematik
the mathematics curriculum / matematik müfredatı
Matter: Konu, mesele
Maximum: Azami, en fazla
The July maximum (= the highest temperature recorded in July) was 30°C. / Temmuz en fazla 30 dereceydi. (Temmuz ayında kaydedilen en yüksek sıcaklık)
Maybe: Belki, olabilir
‘Are you going to sell your house?’ ‘Maybe.’ / Evinizi satacak mısınız? Olabilir.
May: Mayıs
Mayor: Belediye başkanı
Kadir Topbas is the Mayor of Istanbul / Kadir Topbaş İstanbul belediye başkanıdır.
Meal: Yemek, öğün
Lunch is his main meal of the day. / Öğle yemeği, onun için günün ana öğünü.
Meaning: Anlam, kasıt, anlamlı
What’s the meaning of this word? / Bu kelimenin anlamı nedir?
Mean: Anlamına gelmek, kastetmek
What does this sentence mean? / Bu cümle ne anlama geliyor?
Means: Araç, vesile
Television is an effective means of communication. / Televizyon etkili bir iletişim aracıdır.
Meanwhile: Bu arada, iken
The doctor will see you again next week. Meanwhile, you must rest as much as possible. / Doktor gelecek hafta yine sizi görecek. Bu arada mümkün olduğu kadar dinlenmelisiniz.
Measure: Ölçü, tedbir, önlem
The government is preparing tougher measures to combat crime. / Hükümet suçla mücadele için sert önlemler hazırlıyor. measures against racism / ırkçılığa karşı tedbirler The Richter Scale is a measure of ground motion. / Richter ölçeği bir yer hareketi ölçüsüdür.
Measurement: Ölçüm, ölçme
Accurate measurement is very important in science. / Doğru ölçüm bilimde çok önemlidir.
Meat: Et
There’s not much meat on this chop. / Bu pirzolada çok et yok.
Media: Medya, basın
The trial was fully reported in the media. / Duruşma bütünüyle medyaya bildirildi.
Medical: Tıbbi, tedavi edici
medical or surgical treatment / tıbbi veya cerrahi tedavi
Medicine: Tıp, ilaç, ilaç vermek
advances in modern medicine / modern tıptaki gelişmeler
Medium: Orta, ortalama, vasat, araç, vasıta
Television is the modern medium of communication. / Televizyon modern iletişim aracıdır. medium-sized / orta ölçekli
Meeting: Toplantı, buluşma, görüşme
The meeting will be held in the school hall. / Toplantı okul saatinde yapılacaktır.
Meet: Karşılamak, tanışmak, buluşmak, toplanmak
Maybe we’ll meet again some time. / Belki bir zaman yine karşılaşırız. The committee meets on Fridays. / Komite cuma günleri buluşur.
Melt: Eritmek, erimek
The snow showed sign of melting. / Kar erime belirtisi gösterdi.
Member: Üye
a founder member of the conservation group / koruma grubunun kurucu üyesi
Membership: Üyelik
Who is eligible to apply for membership of the association? / Kim dernek üyeliği için başvurabilir?
Me: Bana, beni
Don’t hit me. / Beni vurmayın. Give it to me. / Onu bana ver.
Memory: Hafıza, anı
She can recite the whole poem from memory. / O tüm şiirleri hafızasından ezbere okuyabilir.
Mentally: Zihinsel olarak, akli
mentally ill / akli hastalık
Mental: Zihinsel, ruhsal
the mental process of remembering / zihinsel hatırlama süreci
Mention: Anmak, bahsetmek
Did she mention where she was going? / O nereye gittiğinden bahsetti mi?
Menu: Menü, yemek listesi
What’s on the menu tonight? / Bu gece menüde ne var?
Merely: Sadece, yalnız
He said nothing, merely smiled and watched her. / O hiçbir şey demedi, sadece gülümsedi ve onu izledi.
Mere: Sırf, sade
A mere 2% of their budget has been spent on publicity. / Bütçelerinin sadece % 2’si tanıtıma harcanmıştır.
Message: Mesaj
Jenny’s not here at the moment. Can I take a message? / Jenny şu anda burda değil. Bir mesaj alabilir miyim?
Mess: Karışıklık, kirli, pislik, düzensiz, dağınık, karmaşık
The room was in a mess. / Oda karışıklık içindeydi.
Metal: Metal
The frame is made of metal. / Çerçeve metalden yapılmış.
Method: Yöntem, metot
a new method of solving the problem / problem çözmenin yeni bir yöntemi
Metre: Metre, yüz santimetre bir uzunluk ölçü birimi
She came second in the 200 metres. / O 200 metrede ikinci geldi.
Midday: Öğlen vakti
The train arrives at midday. / Tren öğle vakti ulaşır.
Middle: Orta, orta kısım
Pens are kept in the middle drawer. / Kalemler orta çekmecede tutulur.
Mid: Ortadaki, orta
Midnight: Gece yarısı
We have to catch the midnight train. / Biz gece yarısı treni yakalamak zorundayız.
Might: Olabilir, -ebilmek
You might try calling the help desk. / Yardım masasını aramayı deneyebilirsiniz. I thought we might go to the zoo on Saturday. / Ben cumartesi hayvanat bahçesine gidebileceğimizi düşündüm.
Mild: Hafif, yumuşak, ılıman
a mild climate / ılıman bir iklim
Mil: Mil, 1609 metrelik uzunluk ölçüsü birimi
The nearest bank is about half a mile down of the road. / En yakın banka yolun yaklaşık yarım mil aşağısındadır.
Military: Askeri
military uniform / askeri üniforma
Milk: Süt
milk products / süt ürünleri
Milligram: Miligram, 1 gramın 1000’de biri oranındaki ağırlık ölçü birimi
Millimetre: Milimetre, 1 metrenin 1000’de biri oranındaki uzunluk ölçü birimi
Million: Milyon
It must be worth a million / o bit milyon değerinde olmalı
Millionth: Milyonuncu, milyonda bir
Mind: Zihin, akıl, düşünce, düşünmek, endişelenmek
Mine: Benim, benimki, maden
a diamond mine / elmas madeni
Mineral: Mineral, madensel, madeni tuz
Soft drinks and minerals / Alkolsüz içecekler ve mineraller
Minimum: Minimum, asgari, en az
He passed the exams with the minimum of effort. / O, en az çabayla sınavlarını geçti.
Minister: Bakan, vekil, papaz
the Minister of Education / Eğitim Bakanı
Ministry: Bakanlık
the Ministry of Defence / Savunma Bakanlığı
Minority: Azınlık
For a minority, the decision was a disappointment. / Azınlık için karar bir hayal kırıklığıydı.
Minor: Küçük
There may be some minor changes on the schedule. / Programda bazı küçük değişiklikler olabilir.
Minute: Dakika, çok kısa zaman
It’s four minutes to six. / Altıya dört dakika var.
Mirror: Ayna
The face is the mirror of the soul. / Yüz ruhun aynasıdır. Dickens’ novels are a mirror of his times. / Dickens’ın romanları onun zamanlarının bir aynasıdır.
Missing: Kayıp, eksik
They still hoped to find their missing son. / Onlar hâlâ kayıp oğullarını bulmak için umutlu.
Miss: Kaçırmak, özlemek, bayan, hanım
Good morning, Miss! / Günaydın bayan!
Mistake: Hata, yanlış, yanlış anlamak
Sorry. I mistook what you said. / Üzgünüm. Ben söylediğini yanlış anladım.
Mistaken: Hatalı, yanlış
Mixed: Karışık, karma
I still have mixed feelings about going to Brazil / Ben Brezilya’ya gitme konusunda hâlâ karışık duygulara sahibim.
Mixture: Karışım
The city is a mixture of old and new buildings. / Şehir eski ve yeni binaların bir karışımı.
Mobile: Hareketli, seyyar, gezici
a mobile library / gezici kütüphane
Mobile phone: Cep telefonu
Cep telefonları hayatımızın vazgeçilmezi parçasıdır. / Mobile phones are an indispensable part of our lives.
Model: Model, örnek, numune, manken, dizayn
The architect had produced a model of the proposed shopping complex. / Mimar önerilen alışveriş kompleksinin bir modelini üretti.
Modern: Modern, çağdaş, bugünkü
Stress is a major problem of modern life. / Stres modern yaşamın önemli bir sorunudur. Shakespeare’s language can be a problem for modern readers. / Shakespeare’in dili bugünkü okuyucular için bir problem olabilir.
Moment: An, çok kısa bir süre
He thought for a moment before replying. / O cevap vermeden önce bir an düşündü.
Mom: Anne
Where’s my mom? / Benim annem nerede?
Monday: Pazartesi
She started work last Monday. / O geçen pazartesi işe başladı.
Money: Para
How much money is there in my account? / Hesabımda ne kadar para var?
Monitor: İzlemek
Each student’s progress is closely monitored. / Her öğrencinin gelişimi yakından izlenilmektedir.
Month: Ay
The rent is £300 per month. / Kira ay başına 300 sterlindir.
Mood: Ruh hali, hava
She’s in a good mood today. / O bugün iyi bir ruh hali içindeydi.
Moon: Ay
the surface of the moon / ayın yüzeyi
Morally: Ahlaki olarak, ahlaki
He felt morally responsible for the accident. / O kaza için ahlaki sorumluluk hissetti.
Moral: Ahlak, ahlaki, manevi
traditional moral values / geleneksel ahlak değerleri
More: Daha fazla, daha
She was far more intelligent than her sister. / O kız kardeşinden çok daha zekiydi.
Moreover: Dahası, üstelik, ayrıca
He is a talented artist, moreover, a writer / O yetenekli bir sanatçı, dahası, bir yazardır.
Morning: Sabah
See you tomorrow morning. / Yarın sabah görüşürüz.
Mostly: Çoğunlukla, başlıca, genelde
We’re mostly going to picnic on Sundays. / Biz pazar günleri genelde pikniğe gidiyoruz.
Most: En, en çok
the most boring part / en sıkıcı kısım
Mother: Anne
I want to buy a present for my mother and father. / Annem ve babam için bir hediye almak isterim.
Motion: Hareket, devinim
Newton’s laws of motion. / Newton’un hareket kanunları
Motorbike: Motosiklet
Motocycle: Motosiklet
motorcycle racing / motosiklet yarışı
Motor: Motor
an electric motor / bir elektrik motoru
Mountain: Dağ
There is still snow on the mountain tops. / Dağ başında hâlâ kar var.
Mouse: Fare
a field mouse / bir tarla faresi Use the mouse to drag the icon to a new position. / Simgeyi yeni bir konuma sürüklemek için fareyi kullanın.
Mouth: Ağız
She opened her mouth to say something. / Bir şey söylemek için ağzını açtı.
Movement: Hareket, manevra
There was a sudden movement in the undergrowth. / Çalılarda ani bir hareket vardı.
Move: Hareket, hamle, hareket etmek, taşınmak
What’s the date of your move? / Sizin hareket tarihiniz nedir?
Movie: Film, sinema
Have you seen the latest Miyazaki movie? / En son Miyazaki filmini gördünüz mü? a famous movie director / ünlü bir film yönetmeni
Moving: Dokunaklı, taşınma, hareket etme, hareketli
a deeply moving experience / son derece dokunaklı bir deneyim the moving parts of a machine / bir makinenin hareketli parçaları
Mr: Bay
Mr Brown / Bay Brown
MYS
Mrs: Bayan
Mrs Susan / Bayan Susan
Ms: Bayan
Ms Jean Murphy / Bayan Jean Murphy
Much: Çok, fazla, hayli
Thank you very much for the flowers. / Çiçekler için size çok teşekkür ederim.
Mud: Çamur
Your boots are covered in mud. / Botlarınız çamurla kaplı.
Multiply: Çarpma
The children are already learning to multiply and divide. / Çocuklar zaten çarpma ve bölme öğreniyor.
Mum: Anne
A lot of mums and dads have the same worries. / Birçok anne ve baba aynı endişelere sahip.
Murder: Cinayet, öldürmek
The murdered woman was well known in the area. / Öldürülen kadın bölgede iyi biliniyordu.
Muscle: Kas, adele
She tried to relax her tense muscles. / O gergin kaslarını gevşetmeye çalıştı.
Museum: Müze
a museum of modern art / modern sanat müzesi
Musical: Müzikal, müzikli, müzikli oyun
Musician: Müzisyen
a jazz musician / bir caz müzisyeni
Music: Müzik
pop – dance – classical – church music / pop – dans – klasik – kilise müziği
Must: Şart, gereklilik, -meli, -malı
Cars must not park in front of the entrance / Arabalar girişin önüne park edilmemelidir.
My: Benim
Where’s my passport? / Benim pasaportum nerede?
Myself: Kendim
I wrote a message to myself. / Ben kendime bir mesaj yazdım.
Mysterious: Gizemli, esrarengiz
A mysterious illness is affecting all the animals. / Bütün hayvanları etkileyen gizemli bir hastalık.
Mystery: Gizem, sır
There was a mystery guest on the programme. / Programda gizemli bir konuk vardı.
Nail: Tırnak
Stop biting your nails! / Tırnaklarını ısırmayı durdur! (bırak)
Naked: Çıplak
naked shoulders / çıplak omuzlar
Name: İsim, isim vermek, ismiyle çağırmak
My name is Ricardo / Benim adım Ricardo They named their son John. / Onlar oğullarına John ismini verdi. The victim has not yet been named. / Kurban henüz ismiyle çağrılmadı.
Narrow: Dar
a narrow bed/doorway/shelf / bir dar yatak / antre / raf There was only a narrow gap between the bed and the wall. / Yatakla duvar arasında sadece dar bir boşluk vardı.
National: Ulusal, milli
national and local newspapers / ulusal ve yerel gazeteler
Nation: Ulus, millet
an independent nation / bağımsız bir ulus
Naturally: Doğal olarak, elbette
naturally occurring chemicals / doğal olarak meydana gelen kimyasallar
Natural: Doğal, tabii
a country’s natural resources / ülkenin doğal kaynakları
Nature: Doğa, tabiat
the beauties of nature / doğanın güzellikleri
Navy: Donanma
the British and German navies / İngiliz ve Alman donanmaları
Nearby: Yakında, civarında
he slung his jacket over a nearby chair / o ceketini yakındaki bir sandalyenin üzerine asar They live nearby. / Onlar yakında yaşıyor.
Nearly: Neredeyse, yaklaşık
David was nearly asleep / David neredeyse uyuyordu.
Near: Yakın, bitişik, samimi
Do you live near here? / Buralarda mı yaşıyorsunuz My birthday is very near Christmas. / Doğum günüm noele çok yakın.
Neat: Derli toplu ve düzen içinde, temiz, zekice
a neat desk / derli toplu bir masa
Necessarily: Zorunlu olarak, mutlaka, şart
The number of places available is necessarily limited. / Ulaşılabilir yerlerin sayısı mutlaka sınırlıdır. The more expensive articles are not necessarily better. / Daha pahalı makalelein daha iyi olması şart değildir.
Necessary: Gerekli, gereken
Only use your car when absolutely necessary. / Arabanı sadece mutlaka gerekli olduğu zaman kullan.
Neck: Boyun
Giraffes have very long necks. / Zürafaların çok uzun boyunları var.
Needle: İğne, iğnelemek
a needle and thread / bir iğne ve iplik
Need: İhtiyaç, gerek
There is an urgent need for qualified teachers. / Nitelikli öğretmenler için acil bir ihtiyaç var. We will contact you again if the need arises. / İhtiyaç doğarsa biz sizinle yeniden irtibata geçeceğiz.
Negative: Negatif, olumsuz
The crisis had a negative effect on trade. / Krizin ticaret üzerinde negatif bir etkisi vardı.
Neighbourhood: Semt, çevre, muhit
We grew up in the same neighbourhood. / Biz aynı muhitte büyüdük.
Neighbour: Komşu
Our next-door neighbours are very noisy. / Bizim yan komşularımız çok gürültülü.
Neither: Hiçbiri, ikisi de değil, ne…ne, de değil
Their house is neither big nor small. / Onların evi ne büyük ne küçük.
Nephew: Yeğen
My nephew is really very cute. / Benim yeğenim gerçekten çok sevimli.
Nerve: Sinir, cesaret, endişe
nerve cells / sinir hücreleri
Nervous: Sinir, gergin
I felt really nervous before the interview. / Görüşmeden önce gerçekten gergin hissettim.
Nest: Yuva
bird’s nest / kuş yuvası
Net: Kesintesiz, net, ağ, tül, kazanmak
fishing nets / balık avı ağları net curtain / tül perde
Network: Ağ, şebeke
a network of veins / damarların ağı a communications/distribution network / bir iletişim/dağıtım ağı
Never: Asla, hiçbir zaman
Never in all my life have I seen such a horrible thing. / Bütün hayatımda asla böyle korkunç bir şey görmedim.
Nevertheless: Yine de, buna rağmen
She didn’t study hard; nevertheless,she passed exam. / O sıkı çalışmadı; buna rağmen sınavı geçti.
Newly: Yakın zamanda, yeni, yeni olarak
a newly created job / yeni oluşturulmuş bir iş
New: Yeni, taze, modern
Have you read her new novel? / Onun yeni romanını okudun mu? This idea isn’t new. / Bu fikir yeni değil.
News: Haber
What’s the latest news? / Son haber nedir? That’s great news. / Bu harika bir haber.
Newspaper: Gazete
a newspaper article / bir gazete makalesi
Next: Sonraki, ertesi, yanında
Next station is Bond Street / Bir sonraki sitasyon Bond Caddesi
Next to: Yanındaki, neredeyse, hemen hemen,
Charles knew next to nothing about farming. / Charles tarım hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu.
Nicely: Güzelce, hoşça
The room was nicely furnished. / Oda güzelce döşenmiş.
Nice: Güzel, hoş, kibar
a nice day / hoş bir gün You look very nice. / Çok güzel görünüyorsun.
Niece: Kız yeğen
My niece has a son who has been diagnosed as autistic. / Benim yeğenimin otistik tanısı konulmuş bir oğlu var.
Night: Gece
These animals only come out at night. / Bu hayvanlar sadece gece çıkıyor. Did you hear the storm last night? / Dün gece fırtınayı duydun mu?
Nine: Dokuz
I will meet my friends at nine o’clock / Saat dokuzda arkadaşlarımla buluşacağım.
Nineteen: On dokuz
Maria is nineteen years old. / Maria on dokuz yaşında.
Ninety: Doksan
There are ninety km to İstanbul. / İstanbul’a doksan km var.
Ninth: Dokuzuncu
I was ninth in the exam. / Sınavda dokuzuncuydum.
Nobody: Kimse, hiç kimse
Nobody cares how I feel! / Hiç kimse nasıl hissettiğimle ilgilenmez.
Noise: Ses, gürültü
What’s that noise? / Bu ses de ne? They were making too much noise. / Onlar çok fazla gürültü yapıyor.
Noisy: Gürültülü, sesli
The engine is very noisy at high speed. / Motor yüksek hızda çok gürültülü. a noisy classroom / gürültülü bir sınıf.
None: Hiçbiri, hiç
None of these pens works. / Bu kalemlerin hiçbiri çalışmıyor. We have three sons but none of them lives/live nearby. / Bizim ü. oğlumuz var fakat onların hiçbiri yakında yaşamıyor.
Non: Olmayan, gayri, -siz
non-fiction / kurgusal olmayan
No: Hayır, hiç, numara, değil, yasaktır
There’s no bread left. / Hiç ekmek kalmadı. No smoking! / Sigara içmek yasaktır. She’s no fool / O aptal değil
Nonsense: Saçmalık, safsata, zırva
You’re talking nonsense! / Saçmalıyorsunuz. ‘I won’t go.’ ‘Nonsense! You must go!’ / ‘Ben gitmeyeceğim.’ ‘Saçmalama!’ ‘Sen gitmelisin!’
No one: Hiç kimse, hiçbiri
No one was at home. / Hiç kimse evde değildi.
Normally: Normalde, normal olarak, genellikle
Just try to behave normally. / Sadece normal olarak davranmaya çalışın.
Normal: Normal, olağan, sıradan
I was a normal human two weeks ago. / Ben iki hafta önce sıradan bir insandım.
Nor: Ne, ne de, de değil
He wasn’t there on Monday nor on Tuesday… / O pazartesi orada değildi, Salı da değildi
Northern: Kuzey
the northern slopes of the mountains / dağların kuzey yamaçları
North: Kuzey
They live ten miles north of Boston. / Onlar Boston’un on mil kuzeyinde yaşıyor.
Nose: Burun
He pressed his nose up against the window. / O pencereye karşı burnunu bastırdı.
Note: Not, not etmek, dikkat etmek, işaret
Please note (that) the office will be closed on Monday. / Lütfen ofisin Pazartesi kapalı olacağını not edin.
Nothing: Hiçbir şey
There was nothing in her bag. / Onun çantasında hiçbir şey yoktu.
Noticeable: Fark edilebilir
Fark edilebilir bir iyileşme
Notice: Uyarı, dikkat, bildirmek, fark etmek
The first thing I noticed about the room was the smell. / Oda hakkında ilk fark ettiğim şey kokusuydu.
Not: Değil, yok, olumsuzluk takısı
I can’t see from here. / Ben buradan göremem. He must not go. / O gitmemeli.
Novel: Roman
the novels of Jane Austen / Jane Austen’ın romanları detective-historical-romantic novels / dedektif-tarihsel-romantik romanlar
November: Kasım
November is the eleventh month of the year. / Kasım yılın on birinci ayıdır.
Nowhere: Hiçbir yerde, hiçbir yer
This animal is found in Australia, and nowhere else. / Bu hayvan Avustralya’da bulundu ve başka hiçbir yerde değil.
Now: Şimdi
I’m playing football now. / Ben şimdi futbol oynuyorum.
Nuclear: Nükleer
a nuclear power station / bir nükleer güç istasyonu
Number: Numara, sayı
even number / çift sayı They live at number 26. / Onlar 26 numarada yaşıyor.
Nurse: Hemşire
a psychiatric nurse / bir psikiyatri hemşiresi
Nut: Ceviz
a Brazil nut / Brezilya cevizi nut and raisin / ceviz ve kuru üzüm
Obey: İtaat etmek, uymak
He had always obeyed his parents without question. / O daima sorgusuzca ebeveynlerine itaat ederdi.
Objective: Objektif, nesnel, amaç
objective criteria / objektif kriterler
Object: Nesne, obje, itiraz etmek, karşı çıkmak
Many local people object to the building of the new airport. / Bölge halkının birçoğu yeni havaalanı binasının inşasına karşı.
Observation: Gözlem
results based on scientific observations / bilimsel gözlemlere dayanan sonuçlar
Observe: Gözlemlemek
Have you observed any change lately? / Son zamanlarda herhangi bir değişiklik gözlemlediniz mi?
Obtain: Elde etmek
I finally managed to obtain a copy of the report. / Sonunda raporun bir kopyasını almaya başardım.
Obviously: Açıkçası
Obviously, we don’t want to spend too much money. / Açıkçası, biz çok fazla para harcamak istemiyoruz.
Obvious: Açık, besbelli
It was obvious some changes were necessary. / Bazı değişikliklerin gerektiği açıktı.
Occasionally: Bazen, ara sıra
We occasionally meet for a drink after work. / Biz işten sonra bir şeyler içmek için bazen buluşuruz.
Occasion: Fırsat, durum, uygun zaman, neden olmak
Her death was the occasion of mass riots. / Onun ölümü kitlelerin ayaklanmasına neden oldu.
Occupied: İşgal, meşgul, dolu
Only half of the rooms are occupied at the moment. / Şu anda odaların sadece yarısı dolu.
Occupy: İşgal, tutmak, oturmak, almak, meşgul etmek
Administrative work occupies half of my time. / İdari iş zamanımın yarısını alır. The capital has been occupied by the rebel army. / Başkent isyancı ordusu tarafından işgal edilmiştir.
Occur: Oluşmak, meydana gelmek
When exactly did the incident occur? / Olay tam olarak ne zaman meydana geldi?
Ocean: Okyanus
the depths of the ocean / okyanusun derinlikleri People were swimming in the ocean despite the hurricane warning. / İnsanlar kasırga uyarısına rağmen okyanusta yüzüyordu.
O’clock: Saat, saate göre
He left between five and six o’clock. / O, saat beş ve altı arasında bıraktı. at eleven o’clock / saat on birde
October: Ekim
We will celebrate Jonathan’s ninth birthday, in October. / Ekim ayında Jonathan’ın dokuzuncu doğum gününü kutlayacağız.
Oddly: İşin garibi, tuhaf bir şekilde
She’s been behaving very oddly lately. / O son zamanlarda tuhaf bir şekilde davranıyor.
Odd: Garip, tuhaf
They’re very odd people. / Onlar çok garip insanlar.
Offence: Hücum, saldırı, suç (Offense)
a serious offence / ciddi bir suç
Offend: Gücendirmek, incitmek
They’ll be offended if you don’t go to their wedding. / Eğer düğünlerine gitmezsen onlar gücenecekler.
Offensive: Saldırgan, hücum
The programme contains language which some viewers may find offensive. / Program bazı seyircilerin saldırgan bulabileceği bir dil içeriyor.
Offer: Teklif, sunmak
Thank you for your kind offer of help. / Nazik yardım teklifiniz için teşekkür ederiz.
Office: Ofis, büro
Are you going to the office today? / Bugün ofise gidiyor musun?
Officer: Subay, polis memuru, memur, komuta etmek, idare etmek
airforce officers / hava kuvvetleri subayları an environmental health officer / bir çevre sağlık memuru the investigating officer / soruşturma polisi
Officially: Resmen, resmi olarak
The college is not an officially recognized English language school. / Kolej resmen tanınan bir İngilizce dil okulu değildir.
Official: Resmi yetkili
a senior official in the State Department / Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzey bir yetkili
Off: Kapalı, devre dışı, uzak, -den
I fell off the ladder. / Ben merdivenden düştüm.
Of: Arasında, yüzünden, -ın, in
the role of the teacher / öğretmenin rolü the lid of the box / kutunun kapağı
Often: Sık sık
We often go there. / Biz sık sık oraya gideriz. We should meet for lunch more often. / Biz öğle yemeği için daha sık buluşmalıyız.
Oil: Yağ, petrol
engine oil / motor yağı
OK: Tamam, güvenli, iyi
Are you OK? / İyi misin?
Old-Fashioned: Eski moda, modern olmayan
old-fashioned clothes / Eski moda giysiler
Old: Eski, yaşlı, ihtiyar, yaş
of a particular age / belirli bir yaş The old man sitting on cushions. / Yaşlı adam minderlerin üzerinde oturuyor.
Once: Olur olmaz (as soon as), bir kez, bir zamanlar
We can start once he arrives. / O gelir gelmez başlayabiliriz. Once I make make up my mind, nothing can stop me. / Bir kez kararımı verdiğimde beni hiçbir şey durduramaz.
One another: Birbirine, biribirini, birbirlerinden
I think we’ve learned a lot about one another in this session. / Bu oturumda birbirimiz hakkında çok şey öğrendiğimizi düşünüyorum.
One: Bir, tek
Our car’s always breaking down. But we’re getting a new one soon. / Bizim arabamız hep bozuluyor. Fakat biz yakında yeni birini alacağız.
Onion: Soğan
Chop the onions finely. / İnce soğan doğrayın. French onion soup / Fransız soğan çorbası.
Only: Sadece, yalnız
Children are admitted only if accompanied by an adult. / Çocuklar sadece bir yetişkin eşliğinde kabul edilir.
On: Durmadan, sürekli olarak, üstünde
He worked on without a break. / O ara vermeden sürekli olarak çalıştı. Put your coat on table. / Ceketinizi masanın üstüne koyun.
Onto: Üzerine, -e
Move the books onto the second shelf. / Kitapları ikinci rafa taşıyın. She stepped down from the train onto the platform. / O trenden platformun üzerine adım attı.
Opening: Açılış, ilk, başlangıç, açma
The movie has an exciting opening. / Film heyecan verici bir başlangıca sahip. the opening of a flower / bir çiçeğin açması the opening of the Olympic Games / Olimpiyat Oyunlarının açılışı
Openly: Açıkça, alenen, uluorta
The men in prison would never cry openly. / Cezaevindeki erkekler asla uluorta ağlayamaz.
Open: Açık, serbest
Mr Chen opened the car door for his wife. / Bay Chen eşi için arabanın kapısını açtı.
Operate: Çalıştırmak, işletmek
Solar panels can only operate in sunlight. / Güneş panelleri sadece güneş ışığında çalışabilir.
Operation: Operasyon, işlem, ameliyat, işleyiş
Will I need to have an operation? / Ameliyat olmam gerekecek mi? a security operation / bir güvenlik operasyonu Operation of the device is extremely simple. / Cihazın işleyişi son derece basittir.
Opinion: Görüş, fikir, düşünce
Everyone had an opinion on the subject. / Konu üzerinde herkesin bir görüşü vardı.
Opponent: Rakip, muhalif, karşı
a political opponent / siyasi bir rakip The team’s opponents are unbeaten so far this season. / Takımın rakipleri bu sezon şimdiye kadar yenilmedi.
Opportunity: Şans, fırsat
You’ll have the opportunity to ask any questions at the end. / Sonunda birkaç soru sormak için fırsatın olacak. This is the perfect opportunity to make a new start. / Bu yeni bir başlangıç yapmak için mükemmel bir fırsat.
Opposed: Karşı, zıt
They are totally opposed to abortion. / Onlar kürtaja tamamen karşı.
Oppose: Karşı, itiraz etmek
I would oppose changing the law. / Ben yasa değişikliğine itiraz edecektim.
Opposing: Karşı, muhalif
a player from the opposing side / karşı taraftan bir oyuncu
Opposite: Karşı
Write your address opposite your name. / İsminizin karşısına adresinizi yazın.
Opposition: Muhalefet, karşıtlık
The army met with fierce opposition in every city. / Ordu her şehirde kuvvetli muhalefet ile karşılaştı.
Option: Seçenek, opsiyon
As I see it, we have two options… / Gördüğüm kadarıyla iki seçeneğimiz var.
Orange: Turuncu, portakal
yellow and orange flames / sarı ve turuncu bayraklar
Order: Sipariş, emir, düzen
The officer ordered them to fire. / Subay ateş etmelerini emretti. These boots can be ordered direct from the manufacturer. / Bu çizmeler üreticiden doğrudan sipariş edilebilir.
Ordinary: Sıradan, olağan
ordinary people like me / Benim gibi sıradan insanlar
Organization: Organizasyon, örgüt
He’s the president of a large international organization. / O büyük bir uluslararası örgütün başkanı.
Organized: Organize, düzenli
an organized system of childcare / Çocuk bakımı organize bir sistem
Organize: Düzenli, organize
I’ll invite people if you can organize food and drinks. / Yiyecek ve içecekeri düzenleyebilerseniz ben insanları davet edeceğim.
Organ: Organ, uzuv
the internal organs / iç organlar
Originally: Aslında, başlangıçta
The school was originally very small. / Okul başlangıçta çok küçüktü.
Original: Orjinal, asıl
This painting is a copy; the original is in Madrid. / Bu tablo bir kopya; aslı Madrid’de.
Origin: Orjin, köken
children of various ethnic origins / çeşitli etnik kökenlerden çocuklar
Or: Veya, ya da
It can be black, white or grey. / O siyah, beyaz veya gri olabilir.
Other: Diğer, başka
Are there any other questions? / Başka sorunuz var mı? This option is preferable to any other. / Bu seçenek bir diğerine tercih edilebilir.
Otherwise: Aksi halde, başka, yoksa, bunun dışında
My parents lent me the money. Otherwise, I couldn’t have afforded the trip. / Ailem bana para verdi. Aksi halde benim geziye maddi gücüm yetmezdi.
Ought to: -meli, -malı, gerek
Nurses ought to earn more. / Hemşireler daha fazla kazanmalı.
Our: Bizim
We showed them some of our photos. / Fotoğraflarımızın bazılarını onlara gösterdik.
Ourselves: Kendimiz
We set ourselves such lofty goals. / Kendimize böyle yüce hedefler belirliyoruz.
Ours: Bizimki
Their house is very similar to ours, but ours is bigger. / Onların evi bizimkine çok benzer, fakat bizimki daha büyük.
Outdoor: Açık, açık hava, dışarı
an outdoor swimming pool / açık bir yüzme havuzu
Outer: Dış, harici
the outer layers of the skin. / derinin dış tabakaları
Outline: Anahat, taslak, özet
This is a brief outline of the events. / Bu olayların kısa bir özetidir. You should draw up a plan or outline for the essay. / Deneme için bir plan ya da taslak çizmelisiniz.
Out: Üzerinden, dış, dışarı, çıkış
Mr Green is out of city this week. / Bay Green bu hafta şehir dışında. Don’t lean out of the window. / Camdan dışarı sarkmak yok.
Output: Çıktı, üretim
an output device / bir üretim aracı
Outside: Dış, dışarı, dışarıda, dışında
Go outside and walk / Dışarı çık ve yürü
Outstanding: Olağanüstü, seçkin
an outstanding player / olağanüstü bir oyuncu
Oven: Ocak, fırın
an electric oven / elektrikli bir fırın
Overall: Genel, tüm, toplam
Overall, this is a very useful book. / Genel olarak bu faydalı bir kitap
Overcome: Üstesinden gelmek, atlatmak
He finally managed to overcome his fear of flying. / O, sonunda uçuş korkusunun üstesinden gelmeyi başardı.
Over: Üzeri, fazla
She put a blanket over the sleeping child. / O, uyuyan çocuğun üzerine battaniye koydu.
Owe: Borçlu
She still owes her father £3000. / O, halâ babasına 3000 sterlin borçlu.
Owner: Sahip
a factory owner / bir fabrika sahibi
Own: Kendi, öz, sahip olmak
Do you own your house or do you rent it? / Eviniz kendinizin mi yoksa kira mı?
Pace: Hız, adım, adımlamak
The runners have noticeably quickened their pace. / Koşucular fark edilebilir şekilde adımlarını hızlandırdı. She took two paces forward. / O, ileri iki adım attı.
Package: Paket
The orders were already packaged up, ready to be sent. / Siparişler gönderilmeye hazır bir şekilde paketlenirdi zaten. packaged food / paketlenmiş yiyecek
Packaging: Ambalaj
Attractive packaging can help to sell products. / Çekici ambalajlar ürünleri satmaya yardımcı olabilir.
Packet: Paket
a packet of biscuits / bir paket bisküvi
Page: Sayfa
Turn to page 64 / Sayfa 64’e dönün.
Painful: Acı
a painful death / acı bir ölüm
Pain: Ağrı, sancı
He felt a sharp pain in his knee. / O dizinde keskin bir ağrı hissetti.
Painter: Ressam, boyacı
He works as a painter and decorator. / O, bir boyacı ve dekoratör olarak çalışır. a famous painter / ünlü bir ressam
Painting: Boyama, resim, tablo
cave paintings / mağara resimleri Her hobbies include music and painting. / Onun hobilerine müzik ve resim dahildir.
Paint: Boya, boyamak, resmetmek
a brightly painted car / parlak boyalı araba
Pair: Çift
a pair of gloves / bir çift eldiven
Palace: Saray
the royal/presidential palace / kraliyet/cumhurbaşkanlığı sarayı
Pale: Solgun
a pale complexion / solgun bir cilt You look pale. Are you OK? / Solgun görünüyorsun. İyi misin?
Panel: Panel, pano, levha
One of the glass panels in the front door was cracked. / Ön kapıdaki cam panellerden biri kırıktı.
Pan: Tava
a large stainless steel pan / büyük bir paslanmaz çelik tava
Pants: Pantolon
a new pair of pants / bir çift yeni pantolon
Paper: Kağıt
a package wrapped in brown paper / kahverengi kağıda sarılmış bir paket
Parallel: Paralel, benzer
parallel lines / paralel çizgiler a parallel case / benzer bir durum
Parent: Ebeveyn, aile
He’s still living with his parents. / O hala ebeveynleriyle yaşıyor.
Park: Park, otopark, park etmek
You can’t park here. / Buraya park edemezsiniz.
Parliament: Parlamento, meclis
a Member of Parliament / Parlamento üyeleri
Particularly: Özellikle, bilhassa
Traffic is bad, particularly in the city centre. / Trafik kötü, özellikle şehir merkezinde.
Particular: Özellikle, özel, belirli
Is there a particular type of book his enjoys? / Onun özellikle hoşlandığı bir kitap türü var mı? We must pay particular attention to this point. / Özellikle bu noktaya dikkat etmemiz gerekmektedir.
Partly: Kısmen
He was partly responsible for the accident. / O kazadan kısmen sorumlu.
Partner: Partner, eş, ortak
a dancing partner / bir dans partneri a partner in a law firm / bir hukuk bürosunun ortağı a trading partner / bir ticaret ortağı
Partnership: Ortaklık, hissedarlık, işbirliği
He developed his own program in partnership with an American expert. / O, Amerikalı bir uzman ile işbirliği içerisinde kendi programını geliştirdi.
Part: Bölüm, parça
We spent part of the time in the museum. / Vaktimizin bir bölümünü müzede geçirdik.
Party: Parti, grup, eğlence
the Democratic and Republican Parties in the United States of Amerika / Amerika Birleşik Devletletinde Demokratik ve Cumhurtiyetçi Partiler a birthday party / bir doğum günü partisi, eğlencesi
Passage: Geçit, pasaj
a secret underground passage / gizli bir yeraltı geçidi
Passenger: Yolcu
a passenger train / bir yolcu treni
Passing: Geçen, geçiş
a passing phase / bir geçiş aşaması I love him more with each passing day. / Onu her geçen gün daha çok seviyorum.
Pass: Geçmek
Several people were passing but nobody offered to help. / Birkaç kişi geçiyordu ama hiç kimse yardım teklif etmedi. The road was so narrow that cars were unable to pass. / Yol, arabaların geçemediği kadar çok dardı.
Passport: Pasaport
a valid passport / geçerli bir pasaport I went through passport control. / Pasaport kontrolünden geçtim.
Past: Geçmiş
A week went past and nothing had changed. / Bir hafta geçip gitti ve hiçbir şey değişmedi.
Path: Yol, patika
a concrete path / beton bir yol the garden path / bahçe yolu
Patience: Sabır
My patience is wearing thin. / Benim sabrım tükeniyor.
Patient: Hasta, sabırlı
You’ll just have to be patient and wait till I’m finished. / Sen sadece ben bitirene kadar beklemek ve sabırlı olmak zorundasın.
Pattern: Desen, model, kalıp, örnek
a shirt with a floral pattern / çiçek desenli bir gömlek
Pause: Duraklama, ara, mola
After a brief pause, they continued climbing. / Kısa bir aradan sonra tırmanmaya devam ettiler.
Payment: Ödeme, ücret
What method of payment do you prefer? / Hangi ödeme yöntemini tercih edersiniz?
Pay: Ödeme, ücret
a pay increase / ücret artışı
Peaceful: Huzurlu, sakin, barışçıl
a peaceful protest / barışçıl bir protesto
Peace: Barış
war and peace / savaş ve barış The two communities live together in peace. / İki tpluluk barış içinde beraber yaşıyor.
Peak: Zirve
Traffic reaches its peak between 8 and 9 in the morning. / Trafik sabah 8 ve 9 arasında zirveye ulaşır. She’s at the peak of her career. / O kariyerinin zirvesinde.
Pencil: Kurşun kalem, kalem
I’ll get a pencil and paper. / Ben bir kurşun kalem ve kağıt alacağım. coloured pencils / renkli kalemler
Penny: Peni (100 peni 1 pound), kuruş
He had a few pennies in his pocket. / Cebinde birkaç peni vardı.
Pen: Kalem
a new book from the pen of Martin Amis / Martin Amis’in kaleminden yeni bir kitap
Pension: Emeklilik, emekli maaşı
a pension fund / bir emeklilik fonu
People: İnsanlar
At least ten people were killed in the crash. / Kazada en az on kişi öldü. There were a lot of people at the party. / Partide bir sürü insan vardı. He doesn’t care what people think of him. / O, insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü umursamıyor.
Pepper: Biber
fresh green peppers / taze yeşil biber
Per cent: Yüzde
a 15 per cent rise in price / fiyatta yüzde 15 artış House prices rose five per cent last year. / konut fiyatları geçen yıl yüzden beş arttı
Perfectly: Mükemmel, tamamen, kusursuzca
The TV works perfectly now. / TV şimdi mükemmel çalışıyor.
Perfect: Mükemmel, kusursuz
She speaks perfect English. / O kusursuz İngilizce konuşuyor.
Performance: Performans, verim, gösteri
The performance starts at seven. / Gösteri yedide başlıyor. an Oscar-winning performance from Kate Winslet / Kate Winslet’tan Oscar ödüllü bir performans.
Performer: Oyuncu, sanatçı
a seasoned performer / tecrübeli bir oyuncu
Perform: Gerçekleştirmek, yapmak, uygulamak
This operation has never been performed in this country. / Bu organizasyon bu ülkede hiç yapılmamıştır. A computer can perform many tasks at once. / Bir bilgisayar aynı anda birçok görevi gerçekleştirebilir.
Perhaps: Belki
This is perhaps his best novel to date. / Bu, belki de onun bu zamana kadarki en iyi romanı.
Period: Dönem, süre
This offer is available for a limited period only. / Bu teklif sadece sınırlı bir dönem için kullanılabilir.
Permanent: Kalıcı, sürekli
a permanent job / kalıcı bir iş
Permission: İzin
You must ask permission for all major expenditure. / Siz, bütün büyük harcamalar için izin istemelisiniz.
Permit: İzin, müsaade
There are fines for exceeding permitted levels of noise pollution. / İzin verilen gürültü kirliliği seviyesini aşmanın cezaları vardır.
Per: Başına, göre
60 miles per hour / Saat başına 50 mil
Personality: Karakter, kişilik
His wife has a strong personality. / Onun karısı güçlü bir kişiliğe sahiptir.
Personal: Kişisel
Of course, this is just a personal opinion. / Tabi ki bu sadece kişisel bir görüş.
Person: Kişi, şahıs, insan
He’s a fascinating person. / O büyüleyici bir insan.
Persuade: İkna, inandırmak
Try to persuade him to come. / Gelmesi için onu ikna etmeye çalışın.
Pet: Evcil
Evcil bir köpek
Petrol: Benzin
the petrol tank of a car / bir arabanın benzin deposu
Phase: Aşama, evre
the design phase / tasarım aşaması
Philosophy: Felsefe, dünya görüşü
the philosophy of science / bilim felsefesi a professor of philosophy / felsefe profesörü
Phone: Telefon, telefon etmek
Could you phone back later? / Daha sonra telefon eder misiniz?
Photocopy: Fotokopi
Send the photocopy of certificate / Sertifikanın fotokopisini gönder.
Photographer: Fotoğrafçı
a portrait photographer / bir portre fotoğrafçısı
Photograph: Fotoğraf, fotoğrafını çekmek
He has photographed some of the world’s most beautiful women. / O, dünyanın en güzel kadınlarından bazılarının fotoğrafını çekti.
Photogaphy: Fotoğrafçılık
Her hobbies include hiking and photography. / Yürüyüş ve fotoğrafçılık onun hobilerindendir.
Photo: Fotoğraf
a landscape photo / bir manzara fotoğrafı
Phrase: ifade, tabir, sözcük grubu
a memorable phrase / unutulmaz bir ifade
Physically: Fiziksel, fiziksel olarak
mentally and physically handicapped / zihinsel ve fiziksel engelli I felt physically sick before the exam. / Ben sınavdan önce fiziksel olarak rahatsız hissettim.
Physical: Fiziksel
physical fitness / fiziksel sağlık He tends to avoid all physical contact. / O, bütün fiziksel temaslardan kaçınmaya eğilimlidir.
Physics: Fizik
a degree in physics / fizik derecesi
Piano: Piyano
a piano teacher / bir piyano öğretmeni
Pick: Seçmek, almak, toplamak
Pick a number from one to twenty. / Birden yirmiye kadar bir numara seçin.
Picture: Resim, görüntü, resmetmek
A picture of flowers hung on the wall. / Duvarda asılı çiçeklerin bir resmi.
Piece: Parça
She wrote something on a small piece of paper. / O, kağıdın küçük bir parçasına bir şeyler yazdı.
Pig: Domuz
a pig farm / bir domuz çiftliği
Pile: Kazık, yığmak
The clothes were piled high on the chair. / Giysiler sandalyenin üzerine yığılıydı.
Pill: Hap, ilaç
a vitamin pill / vitamin hapı Take three pills daily after meals. / Yemeklerden sonra günde üç hap al.
Pilot: Pilot, kılavuz
The accident was caused by pilot error. / Pilot hatası kazaya neden oldu.
Pink: Pembe
The bedroom was decorated in pale pinks. / Yatak odası soğuk pembe halinde dekore edildi.
Pin: Tutturmak, sıkıştırmak
She pinned the badge onto her jacket. / O ceketinin üzerine rozart tutturmuştu. They pinned him against a wall and stole his wallet. / Onu duvara sıkıştırdılar ve cüzdanını çaldılar.
Pipe: Boru
hot and cold water pipes / sıcak ve soğuk su boruları
Pitch: Saha
After the game fans invaded the pitch. / Taraftarlar maçtan sonra sahayı işgal etti.
Pity: Acımak, merhamet etmek, yazık
I don’t want your pity. / Acımanı istemiyorum.
Place: Yer, mekan, yerleştirmek, koymak
He placed his hand on her shoulder. / O, ellerini onun omuzlarına koydu. A bomb had been placed under the seat. / Koltuğun altına bir bomba yerleştirilmişti.
Plain: Düz, sade, ova, yalın
a plain but elegant dress / sade ama şık bir elbise
Plane: Uçak, düzlem
They boarded the plane and flew to Chicago. / Onlar uçağa bindi ve Chicago’ya uçtu. the horizontal/vertical plane / yatay/dikey düzlem
Planet: Gezegen
the planets of our solar system / güneş sistemimizin gezegenleri
Planning: Planlama, tasarım
financial planning / finansal planlama
Plan: Plan, planlamak
Everything went exactly as planned. / her şey planlandığı gibi gitti. to plan an essay / bir kompozisyon planı
Plant: Bitki, dikmek
Plant these shrubs in full sun. / Bu çalıları tam güneşte dikin.
Plastik: Plastik
a plastic bag/cup/toy / bir plastik çanta/kupa/oyuncak
Plate: Tabak, plaka, levha
sandwiches on a plate / tabaktaki sandviçler
Platform: Platform
She used the newspaper column as a platform for her feminist views. / O feminist görüşleri için gazete sütununu bir platform olarak kullandı.
Player: Oyuncu
We’ve lost two key players through injury. / Sakatlık yüzünden iki kilit oyuncuyu kaybettik.
Play: Oyun, oynamak
the importance of learning through play / oyun yoluyla öğrenmenin önemi
Pleasant: Hoş, eğlenceli, güzel
What a pleasant surprise! / Ne hoş bir sürpriz!
Pleased: Memnun, hoşnut
She was very pleased with her exam results. / O, sınav sonuçlarından çok hoşnuttu.
Please: Lütfen, memnun etmek
You can’t please everybody. / Herkesi memnun edemezsiniz.
Pleasure: Keyif, zevk, haz
Caring for a sick relative is a task that brings both pleasure and pain. / Hasta yakını için bakım hem keyif hem de acı veren bir görevdir.
Plenty: Bol, çok
There’s plenty more paper if you need it. / Eğer ihtiyacınız varsa daha çok kağıt var.
Plot: Komplo, kumpas kurmak
They were accused of plotting against the state. / Onlar devlete karşı kumpas kurmakla suçlandı.
Plug: Fiş, priz, tıkaç, tıkamak
Plus: Artı, pozitif
Two plus five is seven. / İki artı beş yedidir. The cost is £22, plus £1 for postage. / Fiyat 22 pound, artı pul için bir pounddur.
p.m. : öğleden sonra
The appointment is at 3 p.m. / Randevu öğleden sonra 3’te.
Pocket: Cep, cebe koymak
a coat pocket / ceket cebi I put the note in my pocket. / Cebime bir not koydum.
Poem: Şiir
I haven’t written a poem in six months. / Altı ay içinde bir şiir yazmadım.
Poetry: Şiir
epic/lyric/pastoral poetry / epik/lirik/pastoral şiir
Pointed: Sivri
pointed teeth / sivri dişler
Point: Nokta, puan, işaret etmek, göstermek
She pointed in my direction. / O benim yönümü işaret etti.
Poisonous: Zehirli
This gas is highly poisonous. / Bu gaz son derece zehirlidir.
Poison: Zehir, zehirlemek
Exhaust fumes are poisoning our cities. / Egzoz dumanı şehirlerimizi zehirliyor.
Pole: Kutup, direk
Their opinions were at opposite poles of the debate. / Onların düşünceleri tartışmanın zıt kutuplarındaydı. a tent pole / bir çadır direği
Police: Polis
A man was arrested by the police and held for questioning. / Bir adam sorgulanmak için alındı ve polis tarafından tutuklandı.
Policy: Politika
We have tried to pursue a policy of neutrality. / Biz tarafsızlık politikasını sürdürmeye çalıştık.
Polish: Parlatmak, cilalamak
He polished his glasses with a handkerchief. / O, bir mendille gözlüklerini parlattı.
Polite: Kibar, nazik
Please be polite to our guests. / Lütfen ziyaretçilerimize nazik olun. I don’t know how to make polite conversation. / Ben kibar konuşmanın nasıl yapılacağını bilmiyorum.
Politically: Siyasi açıdan
a politically sensitive issue / siyasi açıdan hassas bir konu
Politic: Siyasi
She became very political at university. / O, üniversitede çok siyasileşti.
Politician: Siyasetçi, politikacı
George Washinton was a good politician. / George Washinton iyi bir politikacıydı.
Politics: Siyaset
a major figure in British politics / İngiliz siyasetinde önemli bir figür
Pollution: Kirlilik
air/water pollution / hava/su kirliliği
Pool: Havuz
Does the hotel have a pool? / Otelin havuzu var mı?
Poor: Kötü, yoksul, fakir
They were too poor to buy shoes for the kids. / Onlar, çocuklarına ayakkabı almak için çok yoksullardı. We aim to help the poorest families. / Biz fakir ailelere yardımcı olmayı amaçlıyoruz.
Popular: Popüler, sevilen
This is one of our most popular designs. / Bu bizim en sevilen tasarımlarımızdan biri.
Population: Nüfus
One third of the world’s population consumes/consume two thirds of the world’s resources. / Dünya nüfusunun üçte biri dünya kaynaklarının üçte ikisini tüketir.
Port: Liman
Rotterdam is a major port city. / Rotterdam önemli bir liman şehridir.
Pose: Poz, poz vermek
He prefered a relaxed pose for the camera. / O, kamera için rahat bir poz vermeyi tercih etti.
Position: Pozisyon, konum, mevki
Where would be the best position for the lights? / Işıklar için en iyi konum neresi olurdu.
Positive: Pozitif, olumlu
She tried to be more positive about her new job. / O, yeni işi hakkında daha pozitif olmaya çalıştı.
Possession: Sahip olma, mülk, elinde bulundurmak
The manuscript is just one of the treasures in their possession. / El yazması onların sahip olduğu hazinelerden sadece biridir. The gang was caught in possession of stolen goods. / Çete çalıntı mal bulundurmaktan yakalandı.
Possess: Sahip olmak, tutmak, elinde bulundurmak
He was charged with possessing a shotgun without a licence. / O, lisansı olmayan bir tüfeği elinde bulundurmakla suçlandı.
Possibility: Olasılık, ihtimaldir
Bankruptcy is a real possibility if sales don’t improve. / Satışlar arttırılmazsa iflas sahici bir ihtimaldir.
Possible: Mümkün, olası
Expansion was made possible by the politics of USA government money. / Genişleme ABD hükümetinin para politikası ile mümkün olmuştur.
Possibly: Muhtemelen, belki, olabilir
— Will you be in İstanbul next week? / / Gelecek hafta İstanbul’da olacak mısın? — Possibly / Olabilir
Post office: Postane
Where’s the main post office? / Ana postane nerede?
Post: Posta, postalamak, mesaj
Could you post this letter for me? / Benim için b mektubu gönderir misiniz?
Potato: Patates
Will you peel the potatoes for me? / Benim için patatesleri soyacak mısın?
Potential: Potansiyel, açığa çıkmamış
The European marketplace offers excellent potential for increasing sales. / Avrupa pazarı satışları arttırmak için mükemmel bir potansiyel sunmaktadır.
Pot: Tencere
pots and pans / tencere ve tavalar
Pound: Pound, sterlin
I’ve spent £25 on food today. / Bugün yemekte 25 pound harcadım.
Pour: Dökmek, boşaltmak, akış
Pour the sauce over the pasta. / Makarnanın üzerine sos dökün.
Powder: Toz, pudra, pudralamak
The snow was like powder. / Kar toz gibiydi.
Powerful: Güçlü, kuvvetli
one of the most powerful directors in Hollywood. / Hollywoodun en güçlü yönetmenlerinden biri
Power: Güç, enerji
He has the power to make things very unpleasant for us. / O, bizim için çok tatsız şeyler yapabilecek güce sahip.
Practically: Pratik olarak, hemen hemen, neredeyse
The theatre was practically empty. / Tiyatro neredeyse boştu.
Practical: Pratik, uygulamalı
practical solutions / pratik çözümler
Practice (Practise): Uygulama, pratik, alıştırma
The team is practicing for their big game on Friday. / Takım, Cuma günkü büyük oyunları için alıştırma yapıyor. You need to practise every day. / Sizin her gün pratiğe ihtiyacınız var.
Praise: Övgü, övmek, şükür
He praised his team for their performance. / O, performansları için takımını övdü.
Prayer: Dua, ibadet
prayers for the sick / hasta için dualar
Pray: Dua etmek, ibadet etmek
I’ll pray for you. / Senin için dua edeceğim.
Precisely: Kesinlikle, tam olarak, tam da, çok doğru
That’s precisely what I meant. / Kastettiğim şey tam da budur.
Precise: Kesin, tam
Can you give a more precise definition of the word? / Sözcüğün daha kesin bir tanımını verebilir misiniz?
Predict: Tahmin
It is impossible to predict what will happen. / Ne olacağını tahmin etmek imkansızdır.
Preference: Tercih, öncelik
I can’t say that I have any particular preference. / Ben herhangi bir belirli tercihim olduğunu söyleyemem.
Prefer: Tercih, yeğlemek
I prefer jazz to rock music. / Ben cazı rock müziğe tercih ederim. ‘Coffee or tea?’ ‘I’d prefer tea, thanks.’ / ‘Kahve ya da çay?’ ‘Çay tercih ederim, teşekkürler.’
Pregnant: Hamile, gebe
My wife is pregnant. / Karım hamile. She’s six months pregnant. / O, altı aylık hamile.
Premises: Arazi, tesis
The company is looking for larger premises. / Şirket daha büyük bir tesis arıyor.
Preparation: Hazırlık
Careful preparation for the exam is essential. / İtinalı hazırlık sınav için gereklidir.
Prepared: Hazırlanan, hazırlanmış, hazır
We are not prepared to accept these conditions. / Biz bu koşulları kabul etmeye hazır değiliz.
Prepare: Hazırlamak, hazırlık yapmak
I was preparing to leave. / Ben ayrılmak için hazırlanıyordum.
Presence: Varlık, hazır bulunma
Her presence during the crisis had a calming effect. / Kriz sırasında onun varlığının sakinleştirici bir etkisi vardı.
Presentation: Sunum, tanıtım
The Mayor will make the effective presentation. / Belediye başkanı etkileyici bir sunum yapacaktır.
Present: Şimdiki, mevcut, hediye, sunmak, takdim etmek
The sword was presented by the family to the museum. / Kılıç aile tarafından müzeye takdim edildi.
Preserve: Korumak, muhafaza etmek, konserve
He was anxious to preserve his reputation. / O, itibarını korumak için endişeliydi. Efforts to preserve the peace have failed. / Barışı korumak için çabalar başarısız olmuştur.
President: Başkan
Several presidents attended the funeral. / Birkaç başkan cenaze törenine katıldı.
Press: Basın, basmak, sıkıştırmak
He pressed a handkerchief to his nose. / Burnuna bir mendil sıkıştırdı.
Pressure: Basınç
The nurse applied pressure to his arm to stop the bleeding. / Hemşire, kanamayı durdurmak için onun koluna basınç uyguladı.
Presumably: Tahminen, muhtemelen
I couldn’t concentrate, presumably because I was so tired. / Muhtemelen çok yorgun olduğumdan Konsantre olamadım.
Pretend: Taklit, numara yapmak, gibi yapmak
I pretended to be asleep. / Ben uyur gibi yaptım.
Pretty: Güzel, hoş
You look so pretty in that dress! / Bu elbisenin içinde çok hoş görünüyorsun.
Prevent: Önlemek
The accident could have been prevented. / Kaza önlenebilirdi.
Previous: Önceki
She is his daughter from a previous marriage. / O, onun bir önceki evliliğinden kızı.
Price: Fiyat
Can you give me a price for the work? / İş için bana bir fiyat verebilir misiniz?
Pride: Gurur, kibir
Success in sport is a source of national pride. / Spordaki başarı ulusal gurur kaynağıdır.
Priest: Rahip
the ordination of women priests / kadın rahiplerin koordinasyonu
Primarily: Öncelikle, başlıca
The person primarily responsible is the project manager. / Başlıca sorumlu kişi proje yöneticisi
Primary: Birincil, temel
Our primary concern must be the children. / Bizim temel kaygımız çocuklar olmalıdır.
Prime Minister: Başbakan
Prime Minister will make an important speech. / Başbakan önemli bir konuşma yapacak.
Prince: Prens
the Prince of Wales / Galler Prensi
Princess: Prenses
the Princess of Wales / Galler Prensesi
Principle: İlke, prensip
There are three fundamental principles of teamwork. / Ekip çalışmasının üç temel ilke vardır.
Printer: Yazıcı
a laser printer / bir lazer yazıcı
Priority: Öncelik
Our first priority is to improve standards. / Bizim birinci önceliğimiz standartlarımızı yükseltmektir.
Prior: Önceki, eski, kıdemli
Prisoner: Mahkum, tutuklu
They are demanding the release of all political prisoners. / Onlar bütün siyasi tutukluların serbest bırakılmasını talep ediyor.
Prison: Cezaevi, hapishane
She is in prison, awaiting trial. / O hapishanede, duruşmayı bekliyor.
Private: Özel
a private guest / özel bir konuk
Prize: Ödül
I won £500 in prize money. / 500 pound para ödülü kazandım.
Procedure: Prosedür, yöntem
maintenance procedures / bakım prosedürleri
Proceed: Devam etmek, ilerlemek
Work is proceeding slowly. / Çalışma yavaş ilerliyor. We’re not sure whether we still want to proceed to the sale. / Biz hala satışa devam etmek isteyip istemediğimizden emin değiliz.
Process: Süreç
We’re in the process of selling our house. / Evimizin satış sürecindeyiz.
Produce: Üretmek
a factory that produces pencil / kalem üreten bir fabrika
Producer: Üretici
Libya is a major oil producer. / Libya önemli bir petrol üreticisidir.
Production: Üretim
The new model will be in production by the end of the year. / Yeni model yıl sonuna kadar üretimde olacak.
Product: Ürün
We need new product to sell. / Satmak için yeni ürüne ihtiyacımız var.
Professional: Profesyonel, uzman
the terms that doctors and other health professionals use / doktorların ve diğer sağlık uzmanlarının kullandığı terimler
Profession: İş, meslek
She was at the very top of her profession. / O, mesleğinin çok üstündeydi.
Professor: Profesör
a chemistry professor / bir kimya profesörü
Profit: Kâr, fayda
The sale generated record profits. / Satış rekor kâr meydana getirdi.
Programme (Program) : Program
The final section of road is programmed for completion next month. / Yolun son bölümünün önümüzdeki ay tamamlanması planlandı.
Progress: İlerleme, gelişme
The course allows students to progress at their own speed. / Ders öğrencilerin kendi hızında ilerlemesini sağlar.
Project: Proje, tasarı, planlamak
The next edition of the book is projected for publication in March. / Kitabın bir sonraki baskısının Mart ayında yayınlanması planlanıyor.
Promise: Söz vermek
She kept her promise to visit her aunt regularly. / O, düzenli olarak teyzesini ziyaret etmek için verdiği sözü tuttu.
Promote: Teşvik etmek, desteklemek
a campaign to promote awareness of environmental issues / çevresel konularda bilinci teşvik etmek için bir kampanya
Promotion: Promosyon, tanıtım, özendirme
The new job is a promotion for him. / Yeni işi onun için bir promosyondu.
Promptly: Zamanında, gecikmeden, hemen
They arrived promptly at two o’clock. / Onlar saat ikide gecikmeden geldi.
Prompt: Teşvik etmek, istekte bulunmak, hemen, çabuk
The discovery of the bomb prompted an increase in security. / Bombanın keşfi güvenlikte bir artışı teşvik etti.
Pronounce: Telaffuz etmek, okunuş, söyleniş
Very few people can pronounce my name correctly. / Benim ismimi çok az insan doğru bir şekilde telaffuz edebilir.
Pronunciation: Telaffuz, söyleniş
There is more than one pronunciation of ‘garage’. / ‘Garage’ın birden daha fazla telaffuzu var.
Proof: Kanıt, delili
Keep the receipt as proof of purchase. / Satın almanın delili olarak makbuz tutun
Properly: Düzgün, uygun bir şekilde
When will these kids learn to behave properly? / Bu çocuklar düzgün bir şekidle davranmayı ne zaman öğrenecekler?
Proper: Uygun, doğru
Please follow the proper procedures for dealing with complaints. / Lütfen şikayetlerin ele alınması için uygun prosedürleri takip ediniz.
Property: Mülkiyet, mal
This building is government property. / Bu bina devlet malı.
Proportion: Oran
Water covers a large proportion of the earth’s surface. / Su yeryüzünün büyük bir oranını kapsar. The proportion of regular smokers increases with age. / Düzenli sigara içenlerin oranı yaşla birlikte artar.
Proposal: Teklif, öneri
His proposal that the system should be changed was rejected. / Onun sistem değişmeli önerisi reddedildi.
Propose: Önermek, teklif etmek
What would you propose? / Ne önerirsiniz? The government proposed changes to the voting system. / Hükümet oylama sisteminde değişiklikler önerdi.
Prospect: İhtimal, beklenti
There is no immediate prospect of peace. / Şu an barış ihtimali yok.
Protection: Koruma
data protection laws / veri koruma yasaları
Protect: Korumak, savunmak
Our aim is to protect the jobs of our members. / Amacımız üyelerimizin işlerini korumaktır.
Protest: Protesto, itiraz
Students took to the streets to protest against the decision. / Öğrenciler karara karşı protesto için sokaklara döküldü.
Proudly: Gururla
She proudly displayed her prize. / O, gururla ödülünü gösterdi.
Proud: Gurur
I feel very proud to be a part of the team. / Ben takımın bir parçası olmaktan çok gurur duyuyorum.
Prove: Kanıtlamak, ispatlamak
They hope this new evidence will prove her innocence. / Onlar, bu yeni delillerin onun masumluğunu kanıtlayacağını umuyor.
Provide: Sağlamak, karşılamak
We are here for provide a service to the public. / Biz halka bir hizmet sağlamak için buradayız.
Providing: Şartıyla, koşulu ile
Publication: Yayın
the publication date / yayın tarihi
Publicity: Tanıtım, propaganda
publicity material / propaganda malzemesi
Public: Kamu, genel, halk, halka açık
The palace is now open to the public. / Saray şimdi halka açıktır.
Publishing: Yayıncılık
a publishing house / bir yayınevi
Publish: Yayımlamak, basmak, çıkarmak
The first edition was published in 2007. / İlk baskı 2007’de yayımlandı
Pub: Meyhane, bar, birahane
We went to pub last night. / Biz dün gece meyhaneye gittik.
Pull: Çek, çekiniz
please pull door / lütfen kapıyı çekiniz
Punch: Yumruk
Landed a punch on Lorrimer’s nose. / Lorrimer’in burnuna bir yumruk indi.
Punishment: Cezalandırma, ceza
What is the punishment for murder? / Cinayet için ceza nedir? The punishment should fit the crime. / Cezalandırma suça uygun olmalıdır.
Punish: Cezalandırmak, ceza vermek
He was punished for refusing to answer their questions. / O, onların sorularını cevaplamayı reddettiği için cezalandırıldı.
Pupil: Öğrenci, gözbebeği
She now teaches only private pupils. / O, şimdi sadece özel öğrencileri eğitiyor. Her pupils were dilated. / Onun gözbebekleri genişledi.
Purchase: Satın alma
The equipment can be purchased from local supplier. / Ekipman yerel tedarikçiden satın alınabilir.
Purely: Tamamen, sadece
The charity is run on a purely voluntary basis. / Hayır kurumu tamamen gönüllülük esasına göre çalışır.
Pure: Saf, temiz
These shirts are 100% pure cotton. / Bu gömlekler % 100 saf pamuk.
Purple: Mor
His face was purple with rage. / Yüzü öfkeden morardı. She was dressed in purple. / O mor giyinmişti.
Purpose: Amaç, maksat, gaye
The purpose of the book is to provide a complete guide to the university. / Kitabın amacı üniversite için tam bir kılavuz sağlamaktır.
Pursue: Takip etmek, izini sürmek, kovalamak, sürdürmek
We intend to pursue this policy with determination. / Biz kararlılık ile bu politikayı sürdürmeyi planlıyoruz.
Push: İt, itiniz
nex The car won’t start. Can you give it a push? / Araba çalışmıyor. Bir iter misiniz?
Put: Koymak, yerleştirmek
Did you put sugar in my coffee? / Kahveme şeker koydun mu?
Qualification: Yeterlilik, nitelik
Previous teaching experience is a necessary qualification for this job. / Önceki öğretim deneyimi bu iş için gerekli bir nitelik.
Qualified: Kalifiye, nitelikli
She’s extremely qualified for the job. / O, iş için son derece nitelikli.
Qualify: Yeterliliğini göstermek, gerekli özelliklere haiz olmak
They qualified for the World Cup. / Onlar Dünya Kupası için yeterli oldu.
Quality: Kalite, nitelik
high-quality goods / yüksek kaliteli mal We aim to provide quality at reasonable prices. / Biz makul fiyatlarda kalite sağlamayı hedefliyoruz.
Quantity: Miktar, nicelik
Is it available in sufficient quantity? / O, yeterli miktarda mevcut mu?
Quarter: Çeyrek, dörtte bir
The theatre was about three quarters full. / Tiyatronun yaklaşık dörtte üçü doluydu.
Queen: Kraliçe
kings and queens / kral ve kraliçeler
Question: Soru, sorgulamak
She was arrested and questioned about the fire. / O tutuklandı ve yangın hakkında sorgulandı.
Quickly: Çabuk, hızla
We’ll repair it as quickly as possible. / Mümkün olduğunca çabuk tamir edeceğiz.
Quick: Hızlı, çabuk
Are you sure this is the quickest way? / Bunun en hızlı yol olduğundan emin misiniz?
Quiet: Sessiz, sakin
a quieter, more efficient engine / daha sessiz, daha verimli motor ‘Be quiet,’ said the teacher. / Öğretmen, ‘sessiz olun’ dedi.
Quite: Oldukça, tamamen, pek
He plays quite well. / O oldukça iyi oynar.
Quit: Çıkmak, bırakmak, ayrılmak, istifa etmek
If I don’t get more money I’ll quit. / Ben daha fazla para kazanamazsan ayrılacağım.
Quote: Alıntı, aktarılan söz
He quoted a passage from the minister’s speech. / O, bakanın konuşmasından bir pasaj aktardı.
Race: Yarış
Television companies are racing to be the first to screen his life story. / Televizyon şirketleri onun hayat hikayesini ekranda ilk gösteren olmak için yarışıyor.
Racing: Yarış
a racing driver / bir yarış pilotu
Radio: Radyo, telsiz, radyodan yayımlamak
The interview was broadcast on radio and television. / Görüşme radyo ve televizyondan yayımlandı.
Rail: Ray, demiryolu
rail travel / demiryolu seyahati
Railroad: Demiryolu, demiryolu ile taşımak
Railroad came in the 1860s to our city. / Demiryolu şehrimize 1860’larda geldi.
Railway: Demiryolu
The railway is still under construction. / Demiryolu halen yapım aşamasındadır.
Rain: Yağmur
Is it raining? / Yağmur yağıyor mu?
Raise: Yükseltmek, arttırmak
Range: Dizi, aralık, çeşitli
The hotel offers a wide range of facilities. / Otel geniş bir imkanlar dizisi sunuyor. Most of the students are in the 17-20 age range. / Öğrencilerin çoğu 17-20 yaş aralığında.
Rank: Sıra, derece, rütbe
She is currently the highest ranked player in the world. / O, kesinlikle dünyadaki en yüksek dereceli oyuncu.
Rapid: Hızlı, çabuk
The disease is spreading rapidly. / Hastalık hızlı bir şekilde yayılıyor.
Rarely: Nadiren
She is rarely seen in public nowadays. / O, bugünlerde halk içinde nadiren görülür.
Rare: Nadir, seyrek, az bulunur
This weekend, visitors will get a rare chance to visit the private apartments. / Bu hafta sonu, ziyaretçiler özel daireleri ziyaret için az bulunur bir şans elde edecekler.
Rate: Oran, sınıf
I’m afraid our needs do not rate very high with this administration. / Bu uygulama ile ihtiyaçlarımızı yüksek oranda yapamayacağımızdan korkuyorum.
Rather: Aksine, oldukça, daha doğrusu, daha ziyade, bilakis
He looks rather like his father. / O, daha ziyade babasına benziyor.
Raw: Ham, çiğ
These fish are often eaten raw. / Bu balıklar genellikle çiğ yenir.
Reach: Ulaşma, erişme
The beach can only be reached by boat. / Plaja sadece tekneyle ulaşılabilir.
Reaction: Reaksiyon, tepki
What was his reaction to the news? / Onun haberlere tepkisi ne oldu?
React: Tepki
Local residents have reacted angrily to the news. / Yerel sakinler habere öfkeli bir şekilde tepki gösterdi.
Reader: Okuyucu, okur
reader letters / okuyucu mektupları an avid reader of science fiction / hevesli bir bilim kurgu okuyucusu
Reading: Okuma
My hobbies include reading and painting. / Okuma ve resim yapma benim hobilerim içindedir. He needs more help with his reading. / Onun okuma için daha fazla yardıma ihtiyacı var.
Read: Okumak
She’s still learning to read. / O, hala okumayı öğreniyor. I can’t read your writing. / Yazınızı okuyamıyorum.
Ready: Hazır, istekli
I’m not sure if Karen is ready for marriage yet. / Karen’in henüz evlilik için hazır olup olduğundan emin değilim.
Realistic: Gerçekçi
We have to be realistic about our chances of winning. / Kazanma şansımız hakkında gerçekçi olmak zorundayız.
Reality: Gerçeklik, realite
She refuses to face reality. / O gerçeklikle yüzleşmeyi reddediyor.
Realize: Farkına varmak, gerçekleştirmek
I didn’t realize (that) you were so unhappy. / Ben senin bu kadar mutsuz olduğunu fark etmedim.
Really: Gerçekten
Bana gerçekten ne olduğunu anlat.
Real: Gerçek, sahici
We have a real chance of success. / Bizim sahici bir başarı şansımız var.
Rear: Arka, geri
front and rear windows / ön ve arka pencereler
Reasonable: Makul, kabul edilebilir, mantıklı
You must submit your claim within a reasonable time. / Makul bir zamanda talebini sunmalısın.
Reasonably: Makul bir şekilde, oldukça
She seems reasonably happy in her new job. / O yeni işinde oldukça mutlu görünüyor. We tried to discuss the matter calmly and reasonably. / Biz sakin ve makul bir şekilde konuyu tartışmaya çalıştık.
Reason: Neden, sebep, gerekçe
Give me one good reason why I should help you. / Niçin sana yardım etmem gerekiyor, bana bir neden ver.
Recall: Hatırlama, geri çağırma
She could not recall his name. / O, onun ismini hatırlayamadı.
Receipt: Makbuz, fiş
Can I have a receipt, please? / Lütfen, bir makbuz alabilir miyim?
Receive: Almak, kabul etmek, teslim almak
He received an award for bravery from the police service. / O polis servisinden cesareti için bir ödül aldı.
Recently: Son zamanlarda, yakınlarda, bugünlerde
We received a letter from him recently. / Biz son bugünlerde ondan bir mektup aldık.
Recent: Yeni, son
a recent development / yeni bir gelişme his most recent visit to Poland / onun Polonya’ya yaptığı en son ziyaret
Reception: Resepsiyon, alma, kabul
They hosted a reception for 75 guests. / Onlar 75 ziyaretçi için bir resepsiyon verdi.
Reckon: Saymak, hesaplamak
The age of the earth is reckoned at about 4600 million years. / Yeryüzünün yaşı yaklaşık 4600 milyon yıl olarak hesaplandı.
Recognition: Tanıma
He glanced briefly towards her but there was no sign of recognition. / Ona doğru kısaca baktı ama tanıma belirtisi yok oldu.
Recognize: Tanımak, farkına varmak
I recognized him as soon as he came in the room. / Odaya gelir gelmez onu tanıdım. Do you recognize this tune? / Bu nağmeyi tanıyor musunuz?
Recommend: Tavsiye, önermek
Can you recommend a good hotel? / İyi bir otel tavsiye eder misiniz? I recommend the book to all my students. / Bütün öğrencilerime kitap önerdim.
Record: Kayıt, kaydetmek
Her childhood is recorded in the diaries of those years. / Onun çocukluğu, o yılların günlüklerinde kayıtlı.
Recover: Geri kazanmak, kurtulmak, iyileşmek
The police eventually recovered the stolen paintings. / Polis sonunda çalınan tabloları kurtardı. Six bodies were recovered from the wreckage. / Altı beden enkazdan kurtarıldı.
Red: Kırmızı
She often wears red. / O, çoğu zaman kırmızı giyer.
Reduce: Azaltmak, düşürmek
Giving up smoking reduces the risk of heart disease. / Sigarayı bırakmak kalp hastalığı riskini azaltır.
Reduction: Azaltma, küçültme, düşüş
The report recommends further reductions in air and noise emissions. / Rapor, hava ve gürültü yayılmasındaki azalmanın daha fazla olmasını öneriyor.
Reference: Referans
The library contains many popular works of reference. / Kütüphane birçok popüler referans eseri ihtiva eder.
Refer: Bahsetmek, değinmek, ilgili olmak
This paragraph refers to the events of last year. / Bu paragraf geçen yılın olaylarına değiniyor.
Reflect: Yansıtmak, düşünmek
His face was reflected in the mirror. / Yüzü aynaya yansıdı.
Reform: Reform yapmak, düzeltmek
constitutional reform / anayasa reformu
Refrigerator: Buzdolabı, soğutucu
This dessert can be served straight from the refrigerator. / Bu tatlı buzdolabından doğruca servis edilebilir.
Refuse: Reddetmek, geri çevirmek, çöp
She refused to accept that there was a problem. / O, bir sorun olduğunu kabul etmeyi reddetti.
Regarding: İlgili, ilişkin, konusunda
Call me if you have any problems regarding your work. / Eğer işinizle ilgili herhangi bir sorun olursa beni arayın.
Regard: Dikkat, saygı, itibar
He was driving without regard to speed limits. / O hız limitlerine dikkat etmeden sürüyordu.
Regional: Bölgesel, yöresel
regional variations in pronunciation / telaffuzda bölgesel farklılıklar
Region: Bölge, yöre
one of the most densely populated regions of North America / Kuzey Amerika’nın en yoğun nüfuslu bölgelerinden biri
Register: Kayıt, kaydetmek
register of voters / seçmenlerin kaydı
Regret: Pişmanlık, üzüntü
What is your greatest regret? / En büyük pişmanlığınız nedir?
Regularly: Düzenli, düzenli olarak
We meet regularly to discuss the progress of the project. / Biz projenin ilelermesini görüşmek için düzenli olarak bir araya geliriz.
Regular: Düzenli, normal
There is a regular bus service to the airport. / Havalanına düzenli otobüs servisi vardır.
Regulation: Yönetmelik, düzenleme
the strict regulations governing the sale of weapons / silah satışına ilişkin sıkı düzenlemeler
Reject: Reddetmek, geri çevirmek
All our suggestions were rejected. / Tüm önerilerimiz geri çevrildi.
Related: İlgili, ilişkin
These problems are closely related. / Bu sorunlar yakından ilişkili.
Relate: İlgili olmak
In the future, salary increases will be related with productivity. / Gelecekte maaş artışları verimlilikle ilgili olacaktır.
Relation: İlişki, bağlantı
teacher-pupil relations / öğretmen-öğrenci ilişkileri the relation between rainfall and crop yields / yağış ve ürün verimliliği arasındaki ilişki
Relationship: İlişki, bağ
The relationship between the police and the local community has improved. / Polis ve yerel halk arasındaki ilişki gelişti. She has a very close relationship with her sister. / O ablası ile çok yakın bir ilişki içinde.
Relatively: Nispeten
I found the test relatively easy. / Testi nispeten daha kolay buldum.
Relative: Akraba, yakın
her friends and relatives / onun arkadaşları ve akrabaları
Relax: Rahat, rahatlamak, dinlemek
He appeared relaxed and confident before the match. / O maçtan önce rahat ve kendinden emin göründü.
Release: Serbest bırakma, salıverme
She can expect an early release from prison. / O, cezaevinden erken bir tahliye bekleyebilir.
Relevant: Alakalı, konu ile ilgili, uygun
Do you have the relevant experience? / Konu ile ilgili deneyiminiz var mı?
Relief: Rahatlama, ferahlama
She sighed with relief. / O rahat bir nefes aldı. a sense of relief / bir rahatlama hissi
Religion: Din, inanç
Christianity, Islam and other world religions / Hristiyanlık, İslam ve diğer dünya dinleri.
Religious: Dini, dinsel
objects which have a religious significance / dini öneme sahip nesneler
Rely: İnanmak, güvenmek
Remain: Kalmak, sürdürmek
He will remain (as) manager of the club until the end of his contract. / O sözleşmesinin sonuna kadar kulübün yöneticisi olarak kalacaktır.
Remains: Kalıntılar, artıklar
prehistoric remains / tarih öncesi kalıntılar
Remarkable: Dikkat çekici
She was a truly remarkable woman. / O gerçekten dikkat çekici bir kadındı.
Remark: Söylemek, belirtmek
She remarked how tired I was looking. / O, benim ne kadar yorgun göründüğümü söyledi.
Remember: Hatırlamak, anımsamak
This is Carla. Do you remember her? / Bu Carla. Onu hatırlıyor musunuz? I don’t remember my first day at school. / Okuldaki ilk günümü hatırlamıyorum.
Remind: Hatırlatmak, andırmak
I’m sorry, I’ve forgotten your name. Can you remind me? / Üzgünüm, isminizi unuttum. Bana hatırlatır mısınız?
Remote: Uzak, ücra
one of the remotest areas of the world / dünyanın en ücra alanlarından biri
Removal: Kaldırma, uzaklaştırma
the removal of trade barriers / ticaret engellerinin kaldırılması
Remove: Kaldırmak, çıkarmak, çekmek, uzaklaştırmak
He removed his hand from her shoulder. / O, ellerini onun omuzlarından çekti. Three children were removed from the school for persistent bad behaviour. / Üç çocuk ısrarlı kötü davranışlar için okuldan uzaklaştırıldı.
Rent: Kira, kiralamak
He rents rooms in his house to students. / O, öğrencilere evinde oda kiralar.
Repair: Onarım, tamir
The hotel is currently under repair. / Otel şu anda onarım altında.
Repeat: Tekrarlamak, yinelemek
Are you prepared to repeat these allegations in court? / Mahkemede bu iddiaları tekarlamak için hazır mısınız?
Replace: Değiştirmek, yerini almak
The new design will eventually replace all existing models. / Yeni tasarım sonunda bütün mevcut tasarımların yerini alacak.
Reply: Cevap, yanıtlamak
I asked her what her name was but she made no reply. / Ben ona adının ne olduğunu sordum ama o hiç cevap vermedi.
Report: Rapor, haber, bildirmek
Are these newspaper reports true? / Bu gazete haberi doğru mu? a weather report / hava raporu
Representative: Temsilci, örnek
The thin models in magazines are not representative of most women. / Dergilerdeki ince modeller çoğu kadını temsil etmez.
Represent: Temsil etmek, göstermek
Local businesses are represented on the committee. / Yerel işletmeler komitede temsil edilmektedir.
Reproduce: Çoğaltmak, yeniden üretmek
This material can be reproduced without payment. / Bu malzeme ödeme yapılmaksızın çoğaltılabilir.
Reputation: Ün, şöhret, itibar
She acquired a reputation as a first-class cook. / O birinci sınıf aşçı olarak ün kazanmıştır.
Request: Talep, istek, rica
You can request a free copy of the leaflet. / Broşürün ücretsiz bir kopyasını rica edebilirsiniz.
Requirement: Gereksinim, ihtiyaç
the basic requirements of life / yaşamın temel gereksinimleri
Require: İstemek, gerektirmek, icap etmek
This condition requires urgent treatment. / Bu durum acil tedavi gerektirir.
Rescue: Kurtarmak
A wealthy benefactor came to their rescue with a generous donation. / Zengin bir hayırsever cömert bir bağış ile onları kurtarmaya geldi.
Research: Araştırma
We have to research how the product will be used. / Biz ürünün nasıl kullanılacağını araştırmak zorundayız.
Reservation: Rezervasyon
I’ll call the restaurant and make a reservation. / Ben restoranı arayacağım ve bir rezervasyon yaptıracağım.
Reserve: Rezerv, ayırtmak, rezerve etmek
large oil and gas reserves / büyük petrol ve gaz rezervleri
Resident: Oturan, sakin, yerleşik
the town’s resident population / kasabanın yerleşik nüfusu
Resistance: Direnç, dayanıklılık
AIDS lowers the body’s resistance to infection. / AIDS vücüdun enfeksiyona karşı direncini düşürür.
Resist: Direnmek, karşı koymak, mukavemet
She was charged with resisting to police. / O polise mukavemet ile suçlandı.
Resolve: Çözmek
Both sides met in order to try to resolve their differences. / Her iki taraf aralarındaki ihtilafları çözmeyi denemek için bir araya geldi.
Resort: Başvurmak, tatil yeri, dinlenme yeri
They felt obliged to resort to violence. / Onlar şiddete başvurmak zorunda hissetti.
Resource: Kaynak
We must make the most efficient use of the available financial resources. / Biz ulaşılabilir mali kaynakların kullanımını en etkili şekilde yapmalıyız.
Respect: Saygı, hürmet, riayet
She promised to respect our wishes. / O bizim isteklerimize riayet edeceğinie söz verdi.
Respond: Yanıtlamak, cevap vermek
I asked him his name, but he didn’t respond. / Ona ismini sordum fakat o cevap vermedi.
Response: Yanıt, cevap, tepki
I knocked on the door but there was no response. / Ben kapıyı çaldım ama cevap yoktu.
Responsibility: Sorumluluk, yükümlülük
parental rights and responsibilities / ebeveyn hakları ve sorumlulukları
Responsible: Sorumlu
Who’s responsible of this mess? / Bu karmaşanın sorumlusu kim?
Restaurant: Restoran, lokanta
We went out to a restaurant to celebrate. / Biz kutlama için bir restorana gittik.
Restore: Restore etmek, onarmak, geri getirmek
Some people argue that the death penalty should be restored. / Bazı insanlar ölüm cezasının geri getirilmesi gerektiğini savunuyorlar.
Rest: Dinlenmek
The doctor told me to rest. / Doktor bana dinlenmemi söyledi.
Restricted: Kısıtlı, sınırlı
a restricted space / sınırlı bir alan
Restrict: Kısıtlamak, sınırlamak
Fog severely restricted visibility. / Sis görüş mesafesini ciddi bir şekilde kısıtladı.
Result: Sonuç, akıbet, ortaya çıkan
It was a large explosion and the resulting damage was extensive. / Büyük bir patlamaydı ve ortaya çıkan hasar genişti.
Retain: Tutmak, kaybetmemek
He struggled to retain control of the school. / O, okulun kontrolünü korumak için mücadele etti.
Retire: Emekli, emekli olmak
He is retiring next year after 30 years in company. / O şirketteki 30 yıldan sonra gelecek yıl emekli oluyor.
Retirement: Emeklilik
He was met by his brother on his return from Italy. / O italya’dan dönüşünde kardeşi tarafından karşılandı.
Return: Dönüş
He was met by his brother on his return from Italy. / O, İtalya’dan dönüşünde kardeşi tarafından karşılandı.
Reveal: Açığa vurmak, meydana çıkarmak, ortaya çıkarmak
Details of the murder were revealed by the local paper. / Cinayetin detayları yerel gazete tarafından ortaya çıkarılmıştır.
Reverse: Ters, arka, geri, zıt, tersine çevirmek
Iron the garment on the reverse side. / Giysiyi arka tarafta ütüleyin.
Review: İnceleme, eleştiri
The government will review the situation later in the year. / Hükümet daha sonra yıl içinde durumu gözden geçirecektir.
Revise: Revize, revizyon, gözden geçirmek
The government may need to revise its policy in the light of this report. / Hükümetin bu raporun ışığında politikasını gözden geçirmesi gerekebilir.
Revision: Revizyon, gözden geçirme
a revision of trading standards / ticaret standartlarının gözden geçirilmesi
Revolution: Devrim, ihtilal
a country on the brink of revolution / devrimin eşiğinde bir ülke
Reward: Ödül, ödüllendirmek
She was rewarded for her efforts with a cash bonus. / O, çabalarından dolayı bir nakit ikramiye ile ödüllendirildi.
Rhythm: Ritim, uyum, ahenk
irregular heart rhythm / düzensiz kalp ritmi
Rice: Pirinç
rice paddies / pirinç tarlaları
Rich: Zengin, bol
one of the richest women in the world / dünyadaki en zengin kadınlardan biri
Ride: Binmek, gezinti
It’s a ten-minute bus ride from here to town. / Buradan kasabaya on dakikalık bir otobüs gezintisi. The kids had a ride on an elephant at the zoo. / Çocuklar hayvanat bahçesindeki bir file binmiş.
Rider: Binici
Three riders were approaching. / Üç binici yaklaşıyordu. horses and their riders / atlar ve onların binicileri
Ridiculous: Gülünç, saçma
Don’t be ridiculous! You can’t pay £50 for a T-shirt! / Saçmalama! Sen bir tişört için 50 pound ödeyemezsin.
Riding: Binme, binicilik, biniş
I’m taking riding lessons. / Ben binicilik dersleri alıyorum.
Rid: Kurtarmak
I can’t get rid of this headache. / Bu baş ağrısından kurtulamam. I was glad to be rid of the car when I finally sold it. / Nihayet satınca arabadan kurtulduğuma memnun oldum.
Rightly: Haklı olarak, kesin olarak, dürüstçe, doğru bir şekilde
I don’t rightly know where he’s gone. / Kesin olarak onun nereye gittiğini bilmiyorum.
Ring: Yüzük, halka, zil sesi
A diamond glittered on her ring finger . / Bir elman onun yüzük parmağında parıldadı.
Rise: Artış, yükseliş, kalkış
Smoke was rising from the chimney. / Duman bacadan yükseliyordu.
Risk: Risk, göze almak, tehlikeye atmak
He risked his life to save her. / O, onu kurtarmak için hayatını tehlikeye attı.
Rival: Rakip
The Japan are our biggest economic rival. / Japonya bizim en büyük ekonomik rakibimiz. He was shot by a member of a rival gang. / O rakip çetenin bir üyesi tarafından vuruldu.
River: Nehir
Can we swim in the river? / Biz nehirde yüzebilir miyiz?
Road: Yol
He was walking along the road when he was attacked. / O saldırıya uğradığı zaman yol boyunca yürüyordu.
Rob: Soymak, çalmak, soygun yapmak
The gang had robbed and killed the drugstore owner. / Çete eczane sahibini soymuş ve öldürmüştü.
Rock: Kaya
They clambered over the rocks at the foot of the cliff. / Onlar uçurumun dibinde kayalara tırmandı.
Role: Rol, rol yapmak
the role of the teacher in the classroom / sınıfta öğretmenin rolü It is one of the greatest roles she has played. / Onun oynadığı en büyük rollerden biri.
Roll: Rulo, yuvarlamak
The ball rolled down the hill. / Top tepeden aşağı yuvarlandı.
Romantic: Romantik, duygusal
a romantic candlelit dinner / mum ışığında romantik bir akşam yemeği Why don’t you ever give me flowers? I wish you’d be more romantic. / Neden bana hiç çiçek vermiyorsun? Ben daha romantik olmanı isterdim.
Roof: Çatı, üstünü kapatmak
Tim climbed on to the roof of garage. / Tim garajın çatısına tırmandı.
Room: Oda
He walked out of the room and slammed the door. / O, odanın dışına yürüdü ve kapıyı çarptı.
Root: Kök, temel
Tree roots can cause damage to buildings. / Ağaç kökleri binalarda hasara neden olabilir.
Rope: İp, halat, bağlamak
We tied his hands together with rope. / İple onun ellerini bağladık.
Roughly: Aşağı yukarı, yaklaşık, kabaca
Sales increased by roughly 10%. / Satışlar aşağı yukarı % 10 arttı.
Rough: Kaba
Trim rough edges with a sharp knife. / Keskin bir bıçakla kaba kenarları kırpın.
Round: Yuvarlak
a surface with rounded edges / yuvarlak kenarlı bir yüzey rounded shoulders / yuvarlak omuzlar
Round: Dönmek, yuvarlak, tur, etrafına
The earth moves round the sun. / Dünya güneşin etrafında döner.
Route: Rota, güzergah, sevketmek, nakletmek
The house is not on a bus route. / Ev bir otobüs güzergahı üzerinde değil.
Routine: Rutin, sıradan, alışılagelmiş
The fault was discovered during a routine check. / Arıza rutin bir kontrol sırasında tespit edilmiştir.
Row: Dizi, sıra
The vegetables were planted in neat rows. / Sebzeler düzgün sıralar halinde dikilmiştir.
Royal: Kraliyet
the royal family / kraliyet ailesi
Rubber: Lastik, kauçuk
a ball made of rubber / lastikten yapılmış bir top
Rubbish: Çöp
They poured rubbish in front of our house. / Onlar evimizin çöp döktü.
Rub: Ovmak, ovuşturmak
She rubbed her chin thoughtfully. / O düşünceli bir şekilde çenesini ovuşturdu.
Rudely: Terbiyesizce, kabaca
‘What do you want?’ she asked rudely. / “Ne istiyorsun” diye kabaca sordu.
Rude: Kaba, terbiyesiz
Why are you so rude to your mother? / Niçin annene böyle kaba davranıyorsun?
Ruined: Harap, mahvolmuş, yıkılmış
a ruined castle / harap bir kale
Ruin: Mahvetmek, yıkmak, bozmak, harabe
The terrorist attack had left the city in a state of ruin / Terörist saldırısı şehri harabe bir halde bırakmıştı.
Ruler: Hükümdar, cetvel
Ruler is a measuring instrument. / Cetvel bir ölçme aletidir.
Rule: Kural, hüküm, yönetmek, idare etmek, hüküm sürmek
After the revolution, anarchy ruled. / Devrimden sonra anarşi hüküm sürdü.
Rumour: Söylenti, dedikodu, rivayet
Many of the stories are based on rumour. / Hikayelerin birçoğu rivayete dayanır.
Runner: Koşucu, atlet
a list of runners and riders / koşucular ve binicilerin listesi
Running: Koşu, çalışma, akan, koşan
running shoes / koşu ayakkabıları
Run: Koşmak, çalıştırmak, sefer
Our team won by four runs. / Takımımız dört koşudur kazanıyor.
Rural: Kırsal, köy
rural areas / kırsal alanlar
Rush: Ani hareket, acele
The note looked like it had been written in a rush. / Not acele ile yazılmış gibi görünüyordu.
Sack: Kovmak, görevden almak, çuval
She was sacked for refusing to work on Sundays. / O Pazar günleri çalışmayı reddettiği için görevden alındı.
Sadly: Ne yazık ki, üzüntülü bir şekilde
She shook her head sadly. / O üzüntülü bir şekilde başını salladı.
Sadness: Üzüntü, hüzün, keder
I felt a deep sadness. / Ben derin bir üzüntü hissettim.
Sad: Üzücü, üzgün, hüzünlü
She looked sad and tired. / O üzgün ve yorgun görünüyordu. a sad story / hüzünlü bir hikaye
Safely: Güvenle, güvenli bir şekilde
The plane landed safely. / Uçak güvenli bir şekilde indi. The money is safely locked in a drawer. / Para güvenli bir çekmecede kilitli.
Safe: Güvenli, emin, güvencede
The children are quite safe here. / Çocuklarımız burada oldukça güvencededir.
Safety: Güvenlik, emniyet, koruyucu
a place where children can play in safety / çocukların güvenlik içinde oynayabileeği bir yer
Sailing: Yelken, yelkencilik, gemi yolculuğu
a sailing club / bir yelken kulübü
Sailor: Denizci, gemici
Sailor is a brave man. / Denizci cesur bir adamdır.
Sail: Yelken, denize açılmak, gemi yolculuğu
The vessel can be propelled by oars or sail. / Gemi kürek ve yelken ile hareket edebilirdi.
Salad: Salata
Is cold meat and salad OK for lunch? / Öğle yemeği için soğuk et ve slata iyi mi? a chicken salad / bir tavuk salatası
Salary: Maaş
a 9% salary increase / % 9 maaş artışı
Sale: Satış
regulations governing the sale of alcoholic beverages / alkollü içeceklerin satışına ilişkin düzenlemeler
Salt: Tuz
a pinch of salt / bir tutam tuz sea salt / deniz tuzu
Salty: Tuzlu
salty food / tuzlu yiyecek
Same: Aynı, benzer
He gave me five dollars, same as usual. / Bana beş dolar verdi, aynı her zamanki gibi
Sample: Örnek, numune
a sample survey / örnek bir anket The survey covers a representative sample of schools. / Anket okulların temsili bir örneğini içerir.
Sand: Kum
Concrete is a mixture of sand and cement. / Beton kum ve çimento karışımıdır.
Satisfaction: Memnuniyet, hoşnutluk
The company is trying to improve customer satisfaction. / Şirket müşteri memnuniyetini iyileştirmeye çalışıyor.
Satisfied: Memnun
a satisfied customer / memnun müşteri
Satisfying: Tatmin edici, doyurucu
a satisfying experience / tatmin edici bir deneyim
Satisfy: Karşılamak, tatmin etmek
The education system must satisfy the needs of all children. / Eğitim sistemi bütün çocukların ihtiyaçlarını karşılamalıdır.
Saturday: Cumartesi
I will take the exam on Saturday. / Cumartesi sınava gireceğim.
Sauce: Sos, salça
ice cream with a hot fudge sauce / sıcak çikolata soslu dondurma
Save: Kurtarmak, korumak, kaydetmek
He’s trying to save their marriage. / O evliliklerini kurtarmaya çalışıyor.
Saving: Tasarruf, birikim, kurtarma
I opened a savings account at my local bank. / Ben, yerel bankamda bir tasarruf hesabı açtım. He put all his savings into buying a boat. / O, bir tekne satın almak için bütün birikimini ortaya koydu.
Say: Söylemek, söz
‘Hello!’ she said. / ‘Merhaba!’ dedi. He said that his name was Sam. / O adının Sam olduğunu söyledi.
Scale: Ölçek, ölçü
Here was corruption on a grand scale. / Burada büyük ölçüde bir yolsuzluk oldu. On a global scale, 77% of energy is created from fossil fuels. / Küresel ölçekte enerjinin % 77’si fosil yakıtlarından oluşur.
Scared: Korkmuş, ürkmüş
People are scared to use the buses late at night. / İnsanlar gece geç saatlerde otobüsleri kullanmaya korkuyor. The thieves got scared and ran away. / Hırsızlar korkmuş ve kaçmış.
Scare: Korku, korkunç, korkutmak, ürpermek
a scare story / korkunç bir hikaye
Scene: Sahne, olay yeri
Firefighters were on the scene immediately. / İtfaiyeciler derhal olay yerindeydi. The movie opens with a scene in a New York. / Film New York’taki bir sahne ile başlar.
Schedule: Program, tarife, zamanlamak
I’m scheduled to arrive in Los Angeles at 5 o’clock. / Ben saat 5’te Los Angeles’ta olmayı planlıyorum.
Scheme: Şema, plan, düzen, programı, tasarlamak
a training scheme / bir eğitim planı
School: Okul
My brother and I went to the same school. / Kardeşim ve ben aynı okula gittik. We need more money for roads, hospitals and schools. / Yollar, hastaneler ve okullar için daha fazla paraya ihtiyacımız var.
Science: Bilim
new developments in science and technology / bilim ve teknolojideki yeni gelişmeler
Scientific: Bilimsel
a scientific discovery / bilimsel bir keşif
Scientist: Bilim adamı
scientists and engineers / bilim adamları ve mühendisler
Scissors: Makas
She used scissors to cut off his shirt. / O, gömleğini kesmek için makas kullandı.
Score: Puan, sayı yapmak, skor
Girls usually get a high score from the language exam. / Kızlar genellikle dil sınavlarından yüksek puan alır.
Scratch: Çizik, sıyrık, kazımak
Her hands were covered with scratches / Elleri çizikler ile kaplıydı.
Scream: Çığlık, bağırma
They ignored the baby’s screams. / Onlar, bebeğin çığlıklarını duymazdan geldi.
Screen: Ekran, perde
a computer screen / bir bilgisayar ekranı
Screw: Vida
The bookcase screwed to the wall. / Kitaplık duvara vidalı.
Seal: Mühür
The letter bore the president’s seal. / Mektup başkanın mührünü taşıyordu.
Search: Arama, araştırma, arama yapmak
Police searched for clues in the area. / Polis bölgede ipuçları aradı. I found these photos while searching among some old papers. / Bazı eski kağıtların arasında arama yaparken bu fotoğrafları buldum.
Sea: Deniz
The wreck is lying at the bottom of the sea. / Gemi enkazı denizin dibinde yatıyor.
Season: Sezon, mevsim
He scored his first goal of the season on Saturday. / O, Cumartesi günü sezonun ilk golünü attı.
Seat: Koltuk
She sat back in her seat. / O koltuğuna geri oturdu. Would you prefer a window seat or an aisle seat? / Pencere koltuğu mu yoksa koridor koltuğu mu tercih edersiniz?
Secondary: İkincil, orta dereceli, ortaokul
secondary teachers / ortaokul öğretmenleri a secondary infection / ikincil bir enfeksiyon
Second: İkinci
We have one child and are expecting our second in July. / Bizim bir çocuğumuz var ve Temmuz ayında ikinciyi bekliyoruz. She came second in the marathon. / O maratonda ikinci geldi.
Secretary: Sekreter
Please contact with my secretary for make an appointment. / Lütfen randevu almak için sekreterimle irtibata geçiniz.
Secret: Sır, gizli, saklı
Can you keep a secret? / Sır tutabilir misin? She was dismissed for revealing trade secrets. / O ticari sırları ifşa ettiği için görevden alındı.
Section: Bölüm, kesit
That section of the road is still closed. / Yolun bir bölümü hala kapalıdır.
Sector: Sektör
the manufacturing sector / imalat sektörü
Secure: Güvenli, korumak
The future of the company looks secure. / Şirketin geleceği güvenli görünüyor.
Security: Güvenlik, emniyet
They carried out security checks at the airport. / Onlar havaalanında güvenlik kontrollerini gerçekleştirdi.
Seed: Tohum, çekirdek
These vegetables can be grown from seed. / Bu sebzeler tohumdan yetiştirilebilir. seed potatoes / tohumluk patates
Seek: Aramak, araştırmak
Drivers are advised to seek alternative routes. / Sürücülerin alternatif rotalar aramaları tavsiye ediliyor.
Seem: Görünmek, gibi görünmek
You seem happy. / Sen mutlu görünüyorsun.
See: Görmek
She looked for him but couldn’t see him in the crowd. / Onun için baktı ama kalabalıkta onu göremedi.
Selection: Seçim
selection criteria / seçim kriterleri
Select: Seçme
He hasn’t been selected to the team. / O takıma seçilmemiş.
Self: Kendi, öz, benlik, bireysel, kişilik
Many people living in madhouses have lost their sense of self. / Tımarhanelerde yaşayan birçok insan benlik duygusunu kaybetmiş.
Sell: Satmak
Do you sell stamps? / Pul satıyor musunuz? Their last album sold millions. / Onların son albümü milyonlarca sattı.
Senate: Senato
a member of the Senate / bir Senato üyesi
Senator: Senatör
She has served as a Democratic senator for North Carolina since 2009. / O 2009’dan beri Kuzey Coralina için Demokratik senatör olarak görev yapmıştır.
Send: Göndermek, yollamak
She sent the letter by airmail. / O, uçak postası ile mektup gönderdi.
Senior: Kıdemli, üst, yaşça büyük, son sınıf öğrencisi
My brother is my senior by two years. / Benim kardeşim iki yıl kadar büyüktür.
Sense: Duyu, duygu, his, anlam
the sense organs / duyu organları Dogs have a keen sense of smell. / Köpekler keskin bir koku hissine sahiptir.
Sensible: Duyarlı, hassas, farkında, makul, mantıklı
Say something sensible. / Mantıklı bir şey söyle. I am sensible of the fact that mathematics is not a popular branch. / Ben matematiğin popüler bir branş olmadığı gerçeğinin farkındayım.
Sensitive: Hassas, duyarlı
a sensitive and caring man / duyarlı ve yardımsever bir adam
Sentence: Cümle, ceza, hüküm vermek, cezalandırmak
Sentence is begins with a capital letter and ends with a punctuation mark. / Cümle büyük bir harfle başlar ve nokta işaretiyle biter. The prisoner has served completed his sentence and will be released tomorrow. / Mahkum yarın cezasını tamamlamış serbest bırakılmış olacak.
Separate: Ayrı, ayrılmak, müstakil, bireysel
South America and Africa separated 200 million years ago. / Güney Amerika ile Afrika 200 milyon yıl önce ayrıldı. Politics is the only thing that separates us. / Siyaset bizi ayıran tek şey.
Separation: Ayırma, ayrılık
They were reunited after a separation of more than 20 years. / Onlar 20 yılı aşkın bir ayrılık sonrası tekrar bir araya geldi.
Separately: Ayrı ayrı, tek başına
Husband and wife are assessed separately for tax. / Koca ve eşi vergi için ayrı ayrı değerlendirilir.
September: Eylül
I was born in September. / Ben Eylül ayında doğdum.
Series: Dizi, seri
The first episode of the new series is on Saturday. / Yeni dizinin ilk bölümü Cumartesi.
Seriously: Cidden, ciddi olarak, ağır şekilde
They are seriously concerned about security. / Onlar güvenlik konusunda cidden endişe duyuyorlar.
Serious: Ciddi, önemli, ağır
They are a serious threat to security. / Onlar güvenlik için ciddi bir tehdittir. The consequences could be serious. / Sonuçlar çok ağır olabilir.
Servant: Hizmetkar, uşak
They treat like a servant to their mother . / Onlar annelerine bir hizmetçi gibi davranır.
Serve: Servis, hizmet vermek
Breakfast is served between 7 and 10 a.m. / Kahvaltı 7 ile 10 arasında servis edilir.
Service: Hizmet, servis
The government aims to improve public services, especially education. / Hükümet kamu hizmetlerini, özellikle eğitimi geliştirmeyi amaçlıyor.
Session: Oturum, dönem, seans
Two soccer fans plunged to their deaths after a heavy drinking session. / İki futbol taraftarı ağır bir içme seansından sonra ölüme daldı.
Set: Set, ayarlamak, kurmak
a complete set of her novels / onun romanlarının tam bir seti
Settle: Anlaşmak, yerleşmek, yerleştirmek
There is pressure on the unions to settle. / Anlaşma için sendikalar üzerinde baskı var. I settled her on the sofa and put a blanket over her. / Ben onu koltuğa yerleştirdim ve üzerine bir battaniye koydum.
Seven: Yedi
We have seven grandchildren. / Bizim yedi torunumuz var.
Seventeen: On yedi
I am seventeen years old. / Ben on yedi yaşındayım.
Seventy: Yetmiş
There are seventy students in our class. / Sınıfımızda yetmiş öğrenci var.
Several: Çeşitli, birkaç
Several letters arrived this morning. / Bu sabah birkaç mektup geldi. He’s written several books about India. / O Hindistan hakkında çeşitli kitaplar yazmış.
Severe: Şiddetli, ağır, sert, ciddi
severe weather conditions / ağır hava koşulları Strikes are causing severe disruption to all train services. / Grevler tüm tren seferlerinde ciddi aksamalara neden oluyor.
Sewing: Dikiş
a sewing basket / bir dikiş sepeti
Sew: Dikmek, dikiş yapmak
My mother taught me how to sew. / Annem bana dikiş yapmayı öğretti.
Sexual: Cinsel
Her interest to him is purely sexual. / Ona olan ilgisi tamamen cinsel.
Shade: Gölge
We sat down in the shade of the wall. / Biz duvarın gölgesinde oturduk. The temperature can reach 40°C in the shade. / Sıcaklık gölgede 40° dereceye ulaşabilir. These plants grow well in sun or shade. / Bu bitkiler güneşte veya gölgede iyi yetişir.
Shadow: Gölge, karanlık, karartmak, gölgelemek
It is the shadow of our balloon. / O bizim balonun gölgesidir.
Shake: Sarsıntı, sallamak, titremek
Shake the bottle before opening. / Şişeyi açmadan önce çalkalayınız.
Shallow: Sığ, derin olmayan yer, yüzeysel
These fish are found in shallow waters around the coast. / Bu balıklar sahil çevresindeki sığ sularda bulunur.
Shall: -ecek, acak, -meli
This time next week I shall be in Scotland. / Gelecek hafta bu zaman ben İskoçya’da olacağım.
Shame: Utanç, ayıp, utandırmak, mahcup etmek
She hung her head in shame. / O utançla başını eğdi.
Shaped: Şekilli, biçimli
a huge balloon shaped like a giant cow / dev bir inek şeklinde büyük bir balon
Share: Pay, hisse, paylaşmak
Next year we hope to have a bigger share of the market. / Önümüzdeki yıl pazarın daha büyük bir payına sahip olmayı umuyoruz. a share certificate / bir hisse senedi I want to share my food with my friends. / Ben yiyeceklerimi arkadaşlarımla paylaşmak istiyorum.
Sharply: Keskin bir şekilde, sertçe, aniden, sivri bir halde
‘Is there a problem?’ he asked sharply. / “Bir problem var mı ?”diye sertçe sordu. Profits fell sharply following the takeover. / Devralmayı takiben kârlar aniden düştü.
Sharp: Keskin, ani, net, sivri, sert
a sharp knife / keskin bir bıçak a sharp drop in prices / fiyatlarda ani bir düşüş
Shave: Tıraş, tıraş olmak
The nurse washed and shaved him. / Hemşire onu yıkadı ve tıraş etti.
Sheep: Koyun
Sheep were grazing in the fields. / Koyunlar kırlarda otluyordu.
Sheet: Çarşaf, levha, yaprak, tabaka
Have you changed the sheets? / Çarşafları değiştirdiniz mi?
Shelf: Raf
The book I wanted was on the top shelf. / İstediğim kitap en üst raftaydı.
Shell: Kabuk, deniz kabuğu
We collected shells on the beach. / Biz sahilde deniz kabuğu topladık. walnut shells / ceviz kabukları
Shelter: Barınak, sığınak, sığınmak
Your home is your shelter. / Eviniz sizin barınağınızdır.
She: O (bayanlar için)
‘What does your sister do?’ ‘She’s a dentist.’ / Kardeşin ne yapıyor? O bir dişçi.
Shift: Vardiya, değiştirmek
a dramatic shift in public opinion / kamuouyunda çarpıcı bir değişiklik
Shine: Parlatıcı, parlamak
A light was shining in the distance. / Uzakta bir ışık parlıyordu. Her eyes were shining with excitement. / Onun gözleri heyecanla parlıyordu.
Shiny: Parlak, parlamış
His face was flushed and shiny. / Yüzü kızarmış ve parlamıştı.
Ship: Gemi, tekne
There are two restaurants on board ship. / Gemide iki restoran vardır.
Shirt: Gömlek
He was wearing a red shirt and gloves. / O kırmızı bir gömlek ve eldiven giymişti.
Shocking: Şok edici, korkunç
shocking behaviour / şok edici davranış
Shoe: Ayakkabı
a pair of shoes / bir çift ayakkabı
Shooting: Silahlı atış, çekim, atıcılık, avcılık
Terrorist groups claimed responsibility for the shootings and bomb attacks. / Terörist gruplar silahlı ve bombalı saldırıların sorumluluğunu üstlendi. Shooting began early this year. / Çekim bu yıl erken başladı. the shooting season / avcılık sezonu
Shoot: Vurmak, çekmek, ateş etmek
The police rarely shoot to kill / Polis nadiren öldürmek için ateş eder.
Shopping: Alışveriş
a shopping basket / bir alışveriş sepeti
Shop: Dükkan, mağaza, alışveriş
He likes to shop at the local market. / O yerel pazarda alışverişi seviyor. a book shop / bir kitap dükkanı
Shortly: Kısaca, kısa bir süre, yakında
I saw him shortly before he died. / Ölmeden kısa bir süre önce onu gördüm.
Short: Kısa
He had short and curly hair. / Kısa ve kıvırcık saçları vardı.
Shoulder: Omuz
He slung the bag his shoulder. / O, çantayı omzuna asmış. He carried the child on his shoulders. / O, çocuğu omuzlarında taşıdı.
Should: -meli, -malı
He should have been more careful. / O, daha dikkatli olmalıydı.
Shout: Seslenmek, bağırmak, haykırış
I heard her warning shout too late. / Onun uyarı haykırışını çok geç duydumç
Shower: Duş
Children came together in the shower. / Çocuklar duşa birlikte girdi.
Show: Göstermek, gösteri
She’s the star of the show! / O, gösterinin yıldızı.
Shut: Kapalı, kapatmak, kapanmış
The door was shut. / Kapı kapalıydı. Keep your eyes shut. / Gözlerini kapalı tut.
Shy: Utangaç
Don’t be shy. Come and say hello. / Utanma. Gel ve merhaba de.
Sick: Hasta, rahatsız
Her mother’s very sick. / Onun annesi çok hasta.
Side: Yan, taraf
the right side of the brain / beynin sağ tarafı She was on the far side of the room. / O, odanın uzak tarafındaydı.
Sideways: Yana, yandan, yanlamasına
She sat sideways on the chair. / O, sandalyeye yanlamasına oturdu.
Sight: Görebilme, görme, görünme
The disease has affected her sight. / Hastalık onun görmesini etkiledi.
Signal: Sinyal, işaret, sinyal vermek
Did you signal before you turned right? / Sağa dönmeden önce sinyal verdiniz mi?
Signature: İmza
They collected 10000 signatures for their petition. / Onlar dilekçeleri için 10000 imza topladı.
Significantly: Anlamlı, önemli ölçüde
Profits have increased significantly over the past few years. / Kârlar son birkaç yılda önemli ölçüde artmıştır.
Significant: Önemli, anlamlı
a highly significant discovery / son derece önemli bir keşif The results of the experiment are not statistically significant. / Deney sonuçları istatistiksel olarak önemli değildir.
Sign: İşaret, iz, imzalamak
The treaty was signed on 24 March. / Anlaşma 24 Martta imzalandı imzalandı.
Silence: Sessizlik
Their footsteps echoed in the silence. / Onların ayak sesleri sessizlik içinde yankılandı.
Silent: Sessiz, suskun
The streets were silent and deserted. / Sokaklar sessiz ve ıssızdı.
Silk: İpek, ipekli
a silk blouse / ipek bluz Her skin was as smooth as silk. / Teni ipek gibi pürüzsüzdü.
Silly: Aptal, aptalca, salak
a silly idea / aptalca bir fikir
Silver: Gümüş, gümüş rengi
a silver car / gümüş rengi bir araba
Similarly: Benzer şekilde, aynı, bunun gibi
Husband and wife were similarly successful in their careers. / Koca ve eşi kariyerlerinde benzer şekilde başarılı oldu.
Similar: Benzer
My teaching style is similar to that of most other teachers. / Benim öğretim stilim diğer öğretmenlerin birçoğununkiyle benzer.
Simple: Basit, kolay
This machine is very simple to use. / Bu makinenin kullanımı çok kolaydır.
Simply: Basitçe, sade bir şekilde, sadece
Simply add hot water and stir. / Sadece sıcak su ekleyin ve karıştırın.
Sincerely: İçtenlikle, samimiyetle
I sincerely believe that this is the right decision. / Ben içtenlikle bunun doğru karar olduğuna inanıyorum.
Sincere: Samimi, içten
Please accept our sincere thanks. / Bizim içten teşekkürlerimizi kabul edin lütfen. a sincere apology / samimi bir özür
Since: -den beri, o zamandan beri
He left home two weeks ago and we haven’t heard from him since. / O, iki hafta önce evi terk etti ve biz o zamandan beri ondan haber almadık.
Singer: Şarkıcı
She’s a wonderful singer. / O harika bir şarkıcı.
Singing: Şarkı, şarkı söyleme, ötme
The sound of singing came from the kitchen. / Mutfaktan şarkı söyleme sesi geldi.
Single: Tek, bir, tek kişilik (örn. bilet)
How much is a single to York? / York’a bir kişilik (bilet) ne kadar?
Sing: Söylemek, şarkı söylemek
She usually sings in the shower. / O genellikle duşta şarkı söyler.
Sink: Lavabo, batmak, gömülmek, düşmek
The ship sank to the bottom of the sea. / Gemi denizin dibine battı.
Sir: Efendim
Good morning, sir. Can I help you? / Günaydın efendim. Size yardımcı olabilir miyim? ‘Thank you very much.’ ‘You’re welcome, sir. Have a nice day.’ / ‘Çok teşekkür ederim.’ Rica ederim, efendim. Iyi günler. ‘
Sister: Kız kardeş
She’s my sister. / O, benim kız kardeşim. They supported their sisters in the dispute. / Onlar tartışmada kız kardeşlerini destekledi.
Site: Site, yer, mekan
an archaeological site / arkeolojik bir alan
Sit: Oturmak
May I sit here? / Buraya oturabilir miyim? He went and sat beside her. / Ben gittim ve onun yanına oturdum.
Situation: Durum, yer
We have all been in similar embarrassing situations. / Hepimiz ben utanç verici durumlar içinde olmuşuzdur.
Six: Altı
I bought six books in today. / Ben bugün altı kitap satın aldım.
Sixteen: On altı
Sixteen of the car’s color was red. / On altı arabanın rengi kırmızıydı.
Sixty: Altmış
I was born in this building sixty years ago. / Ben altmış yıl önce bu binada doğdum.
Size: Boyut, büyüklük, beden, numara
The facilities are excellent for a town that size. / Tesisler bir kasabanın büyüklüğü için mükemmeldir.
Skilful: Maharetli, becerikli, yetenekli
a skilful player / yetenekli bir oyuncu
Skilled: Nitelikli, vasıflı, yetenekli, ustalık gerektiren
Furniture-making is very skilled work. / Mobilya yapmak ustalık gerektiren bir iştir.
Skill: Beceri, ustalık, yetenek
management skills / yönetim becerileri
Skin: Cilt, deri, derisini yüzmek
cosmetics for sensitive skins / hassas ciltler için bakım ürünleri
Skirt: Etek
a long/short/straight/pleated, etc. skirt / uzun/kısa/düz/pileli vb. etek
Sky: Gökyüzü
The sky suddenly went dark and it started to rain. / Gökyüzü aniden karardı ve yağmur yağmaya başladı.
Sleep: Uyku, uyuma
I need to get some sleep. / Benim biraz uyumam gerekir. I’ll feel better after a good night’s sleep. / Ben iyi bir gece uykusundan sonra daha iyi hissedeceğim.
Slice: Dilim, pay, dilimlemek, kesti
Slice the cucumber thinly. / İnce bir şekilde salatalık dilimleyin. He accidentally sliced his finger. / O kazara parmağını kesti.
Slide: Slayt, kayma, kaydırma
You can slide the front seats forward if necessary. / Gerekirse koltukları ön tarafa doğru kaydırabilirsiniz.
Slightly: Hafifçe, hafiften, biraz, çok az
I knew her slightly. / Onu çok az tanıyordum.
Slight: Hafif, küçük, önemsiz, azıcık
I woke up with a slight headache. / Ben hafif bir baş ağrısı ile uyandım.
Slip: Kayma
I ran up the stairs, my foot slipped and I fell. / Ben merdivenlerden yukarı koştum, ayağım kaydı ve düştüm.
Slope: Eğim, yamaç, eğimli olmak, meyilli olmak
The garden slopes away towards the river. / Bahçe nehre doğru eğimli.
Slowly: Yavaşça, yavaş bir şekilde, ağır ağır
Please could you speak more slowly? / Lütfen daha yavaş bir şekilde konuşabilir misiniz?
Slow: Yavaş
Progress was slower than expected. / İlerleme beklenenden daha yavaştı.
Small: Küçük, ufak
That dress is too small for you. / Bu elbise sizin için çok küçük.
Smart: Akıllı, zeki, şık
You look very smart in suit. / Takım elbisesinin içinde çok şık görünüyorsun. She’s smarter than her brother. / O, erkek kardeşinden daha akıllı.
Smell: Koku, koklamak
There was a smell of burning in the air. / Havada bir yanma kokusu vardı.
Smile: Gülümseme, tebessüm
‘hello,’ he said, with a smile. / bir tebessümle ‘merhaba’ dedi.
Smoke: Duman, sigara, sigara içmek
You’re too young to smoke. / Sen sigara içmek için çok gençsin.
Smoking: Sigara içme, sigara
He’s trying to give up smoking. / O, sigarayı bırakmaya çalışıyor.
Smoothly: Sorunsuz, düzgünce, kolayca, pürüzsüzce
The engine was running smoothly. / Motor sorunsuz çalışıyordu.
Smooth: Pürüzsüz, düz
a lotion to make your skin feel soft and smooth / cildinizi yumuşak ve pürüzsüz hissetmeniz için bir losyon
Snake: Yılan
Python is a kind of snake. / Piton bir yılan çeşididir.
Snow: Kar, kar yağması
It snowed for three days without stopping. / Üç gün boyunca durmadan kar yağdı.
Soap: Sabun
Avoid using perfumed soaps on sensitive skin. / Hassas cilt üzerine parfümlü sabun kullanmaktan kaçının.
Social: Sosyal, toplumsal
a call for social and economic change / sosyal ve ekonomik değişim için bir çağrı
Society: Toplum
Racism exists at all levels of society. / Irkçılık toplumun her düzeyinde vardır.
Sock: Çorap, tokat
a pair of socks / bir çift çorap
Softly: Yumuşak bir şekilde, hafifçe, usulca
She closed the door softly. / O hafifçe kapıyı kapattı.
Soft: Yumuşak, hafif
soft feather pillows / yumuşak kuş tüyü yastıklar
Software: Yazılım, bilgisayar programı
Will the software run on my machine? / Yazılım benim makinemde çalışır mı?
Soil: Toprak, kir, kirletmek
soil erosion / toprak erozyonu
Soldier: Asker
soldiers on duty / nöbetçi askerler
Solid: Katı
liquids and solids / sıvılar ve katılar
Solution: Çözüm, çözelti
Attempts to find a solution have failed. / Çözüm bulma girişimleri başarısız oldu. Do you have a better solution? / Daha iyi bir çözümünüz var mı?
Solve: Çözmek
You can’t solve anything by running away. / Sen kaçarak hiçbir şeyi çözemezsin.
Somebody: Birisi, kimse
She thinks she’s really somebody in that car. / O, gerçekten arabada birisinin olduğunu düşünüyor.
Somehow: Bir şekilde, her nasılsa, nedense
She looked different somehow. / O, nedense farklı görünüyordu.
Someone: Birisi, biri
There’s someone at the door. / Kapıda biri var.
Some: Bazı, biraz
All these students are good, but some work harder than others. / Bütün öğrenciler iyi; ama bazıları diğerlerinden daha sıkı çalışıyor.
Something: Bir şey
Don’t just stand there.Do something! / Orada ayakta durma. Bir şey yap!
Sometimes: Bazen, ara sıra
Sometimes I go by car. / Bazen arabayla giderim. He sometimes writes to me. / O, ara sıra bana yazar.
Somewhat: Biraz, bir miktar, oldukça
I was somewhat surprised to see him. / Ben onu gördüğüme biraz şaşırdım.
Somewhere: Bir yerde, bir yere
Can we go somewhere warm? / Biz sıcak bir yere gidebilir miyiz?
Song: Şarkı
She taught us the words of a French song. / O bize Fransızca şarkının sözlerini öğretti. We sang a song together. / Biz hep birlikte bir şarkı söyledik.
Son: Oğul, erkek evlat
We have two sons and a daughter. / Bizim iki oğlumuz ve bir kızmız var.
Soon: Yakında
We’ll be home soon. / Biz yakında evde olacağız. I soon realized the mistake. / Ben yakın zamanda hatayı fark ettim. She sold the house soon after her husband died. / O, kocasının ölümünden yakın zaman sonra evi sattı.
Sore: Yara, yaralı, ağrılı, acıyan
My stomach is still sore after the operation. / Midem, ameliyattan sonra hâlâ acıyor.
Sorry: Üzgün, pişman
Sorry, we don’t allow dogs in the house. / Üzgünüm, biz evde köpeklere izin vermiyoruz.
Sort: Tür, çeşit, sıralama, sınıflandırma, düzenleme
The computer sorts the words into alphabetical order. / Bilgisayar kelimeleri alfabetik düzene göre sıralar.
So: Yani, dolayısıyla, bu yüzden
It was still painful so I went to see a doctor. / Hâlâ acıyordu, bu yüzden bir doktora gittim.
Soul: Ruh
There was a feeling of restlessness deep in her soul. / Onun ruhunda derin bir huzursuzluk hissi vardı.
Sound: Ses, çalmak, ses çıkarmak
His voice sounded strange on the phone. / Onun sesi telefonda garip geliyordu. When I saw the smoke, I tried to sound the alarm. / Ben dumanı gördüğümde alarm sesi çalıştı.
Soup: Çorba, et suyu
a bowl of soup / bir kase çorba
Source: Kaynak
What is their main source of income? / Onların ana gelir kaynağı nedir?
Sour: Ekşi
a sour smell / ekşi koku
Southern: Güney
the southern slopes of the mountains / dağların güney yamaçları
South: Güney
They live ten miles south of Bristol. / Onlar Bristol’un 10 mil güneyinde yaşıyor.
Space: Uzay, boşluk, mesafe, alan
There is very little storage space in the department. / Bölümümüzde çok az depolama alanı var.
Spare: Yedek
I’ve lost my key and I haven’t got a spare. / Anahtarımı kaybettim ve bir yedeğine sahip değilim.
Speaker: Konuşmacı, spiker, hoparlör
He was a guest speaker at the conference. / O konferansta misafir konuşmacıydı.
Speak: Konuşmak, söylemek
The President refused to speak to the waiting journalists. / Başkan, bekleyen gazetecilere konuşmayı reddetti.
Specialist: Uzman, uzman doktor
You need to see a specialist. / Sen bir uzman doktora görünmelisin.
Specially: Özel olarak, özellikle, bilhassa
We came specially to see you. / Biz bilhsassa seni görmeye geldik.
Special: Özel
Some of the officials have special privileges. / Görevlilerin bazıları özel ayrıcalıklara sahip.
Specifically: Özellikle
I specifically told you not to go near the water! / Ben özellikle suya yaklaşmamanı söyledim.
Specific: Belirli, özel
I gave you specific instructions. / Sana özel talimatlar verdim.
Speech: Konuşma
Several people made speeches at the wedding. / Birkaç kişi düğünde konuşma yaptı.
Speed: Hız, hızla, hızlandırmak
He sped away on his bike. / O bisikletiyle hızla uzaklaştı.
Spelling: Yazım,imla, heceleme
My spelling is terrible. / Benim yazım korkunç.
Spell: Hecelemek, ayırmak, büyü
I completely fell under her spell. / Ben tamamiyle onun büyüsüne kapıldım.
Spend: Harcamak, geçiştirmek
I’ve spent all my money already. / Ben zaten bütün paramı harcadım. The company has spent thousands of pounds updating their computer systems. / Şirket, bilgisayar sistemlerini güncellemeye binlerce pound harcadı.
Spice: Baharat, heyecan
common spices such as ginger and cinnamon / zencefil ve tarçın gibi bilinen baharatlar We need an exciting trip to add some spice to our lives. / Hayatımıza biraz heyecan katmak için heyecan verici bir yolculuk gerekir.
Spicy: Baharatlı, acılı, heyecanlı
spicy chicken wings / baharatlı tavuk kanatları
Spider: Örümcek
She stared in horror to the black spider. / O, siyah örümceğe korku içinde baktı.
Spin: Dönüş, çevirmek
The plane was spinning without control. / Uçak kontrolsüzce dönüyordu.
Spirit: Ruh
the power of the human spirit to overcome difficulties / zorlukları aşmak için insan ruhunun gücü
Spiritual: Manevi, ruhsal
a lack of spiritual values in the modern world / modern dünyada manevi değerlerin eksikliği We’re concerned about your spiritual welfare. / Sizin ruhsal sağlığınız hakkında endişeliyiz.
Spite: Garez, nispet, inat
I’m sure he only said it out of spite. / Onun sadece inadına söylediğine eminim.
Split: Bölünme, yarık, ayrık, ayrılmış, çatışma
a damaging split within the party leadership / parti liderliği içindeki zararlı çatışma There’s a big split in the tent. / Çadırda büyük bir yarık var.
Spoil: Bozmak, berbat etmek, şımartmak
Don’t let him spoil your evening. / Geceni berbat etmesine izin verme.
Spoken: Konuşulan, konuşma, konuşan
The spoken language differs considerably from the written language. / Konuşma dili yazı dilinden önemli ölçüde farklıdır.
Spoon: Kaşık, kepçe
a soup spoon / bir çorba kaşığı
Sport: Spor, spor yapmak
I’m not interested in sport. / Ben sporla ilgilenmiyorum. There are excellent facilities for sport and recreation. / Spor ve dinlenme için mükemmel tesisler var.
Spot: Nokta, leke, benek
The male bird has a red spot on its beak. / Erkek kuşun gagasında kırmızı bir nokta vardır.
Spray: Sprey, püskürtmek, serpmek
Spray the conditioner onto your wet hair. / Kremi ıslak saç üzerine püskürtün.
Spread: Yayılmış, yaymak, yayılma
Shut doors to delay the spread of fire. / Yangının yayılmasını geciktirmek için kapıları kapatın.
Spring: Bahar, ilkbahar, fırlamak, sıçramak
The attacker sprang out from a doorway. / Saldırgan kapı aralığından dışarı fırladı. Flowers open in the spring. / Çiçekler bahar aylarında açar.
Square: Kare, meydan
The floor was tiled in squares of grey and white marble. / Zemin gri ve beyaz mermer kareler ile döşeli. The square of 7 is 49. / 7’nin karesi 29’dur. Taksim Square / Taksim Meydanı
Squeeze: Sıkma, sıkıştırma
a squeeze of lemon juice / limon suyu sıkma Seven people in the car was a bit of a squeeze. / Arabadaki yedi kişi biraz sıkıştı.
Stable: Kararlı, istikrarlı, sabit, ahır, ahırda durmak
I think a few days cleaning in the stable. / Ben ahırda birkaç gün temizlik yapmayı düşünüyorum.
Staff: Personel, kadro
teaching staff / öğretim kadrosu
Stage: Sahne, sahnelemek, evre, aşama
The children are at different stages of development. / Çocuklar farklı gelişim evrelerinde bulunmaktadır.
His parents didn’t want him to go on the stage. / Onun ailesi sahneye çıkmasını istemiyordu.
Stair: Merdiven
We had to carry the piano up three flights of stairs. / Biz üç sefer piyanoyu merdivenlerden yukarıya taşımak zorunda kaldık.
Stamp: Damga
The box was stamped with the maker’s name. / Kutu üreticinin adı ile damgalıydı.
Standard: Standart, normal
A standard letter was sent to all candidates. / Bütün adaylara standart bir mektup gönderildi. Televisions are a standard feature in most hotel rooms. / Televizyon, çoğu otel odasında standart bir özelliktir.
Stand: Ayakta durmak
She tried to stand. / O, ayakta durmaya çalıştı.
Stare: Gözünü dikmek, dik dik bakmak, bakma
He continued to stare at Adrienne while he spoke to Brandon. / O, Brandon’a konuşurken Adrienne’ye bakmaya devam etti.
Star: Yıldız
Stars visible in the night. / Yıldızlar gece görünür.
Start: Başlangıç
If we don’t hurry, we’ll miss the start of the game. / Biz acele etmezsek oyunun başlangıcını kaçıracağız.
Statament: Açıklama, bildirim, beyan, ifade
Your statement is misleading. / Sizin beyanınız yanıltıcıdır.
State: Devlet, eyalet, belirtmek, ifade etmek
The facts are clearly stated in the report. / Gerçekler raporda açıkça belirtilmiştir.
Station: İstasyon, durak
a railway station / bir tren istasyonu
Statue: Heykel
a statue of Apollo / Apollo’nun heykeli
Status: Durum, statü, hal
The great job brings with it status and a high income. / Büyük iş statü ile yüksek gelir getirir. What is the current status of our application? / Bizim başvurumuzun son durumu nedir?
Stay: Kalmak, durmak, ziyaret
She’ll have to stay here tonight. / O bu gece burada kalmak zorunda.
Steady: Sabit, istikrarlı, sürekli, kımıldama!
We are making slow but steady progress. / Biz yavaş ama istikrarlı ilerliyoruz.
Steal: Çalmak, hırsızlık yapmak
I’ll report you to the police if I catch you stealing again. / Ben sizi bir daha çalarken yakalarsam polise bildireceğim.
Steam: Buhar
steam power / buhar gücü
Steel: Çelik
The bridge is reinforced with huge steel girders. / Köprü muazzam çelik kirişlerle takviye edilmiştir.
Steep: Dik, sarp, keskin, aşırı
a steep hill / sarp bir tepe a steep decline in the birth rate / doğum oranında keskin bir düşüş
Steer: Yönlendirmek
He took her arm and steered her towards the door. / Onun kolunu tuttu ve onu kapıya yönlendirdi.
Step: Adım, basmak, basamak, kademe
a baby’s first steps / bebeğin ilk adımları She was sitting on the bottom step of the staircase. / O, merdivenin alt basamağında oturuyordu.
Stick: Çubuk, dal parçası, ayrılmamak, yapıştırmak
We collected dry sticks to fire. / Ateş için kuru ağaç dal parçaları topladık.
Sticky: Yapışkan, yapışkanlı, yapış yapış, rutubetli
sticky fingers covered with jam / reçelle kaplı yapış yapış parmaklar She felt hot and sticky after six hours on the bus. / O, otobüsteki altı saatten sonra sıcak ve rutubetli hissetti.
Stiff: Sert, katı, zor
stiff cardboard / sert karton The new proposals have met with stiff opposition. / Yeni öneriler katı muhalefet ile karşılaştı.
Still: Hâlâ, hareketsiz
Keep still while I brush your hair. / Ben saçını yaparken hareketsiz dur. Are you still there? / Hâlâ orda mısın?
Sting: İğne, sokmak
The scorpion has a sting in its tail. / Akrebin kuyruğunda iğnesi var.
Stir: Karıştırmak, hareketlenme
She stirred her tea. / O, çayını karıştırdı. She heard the baby stir in the next room. / O, bebeğin yan odada hareketlendiğini duydu.
Stock: Stok, mevcut, bulundurmak
That particular model is not currently in stock. / Bu özel model şu an stokta değildir.
Stomach: Mide, karın
stomach pains / mide ağrıları You shouldn’t exercise on a full stomach. / Siz tok karnına egzersiz yapmamalısınız.
Stone: Taş
Most of the houses are built of stone. / Evlerin çoğu taştan inşa edilmiştir. stone walls / taş duvarlar
Stop: Durmak, durdurmak, durak
I get off at the next stop. / Bir sonraki durakta ineceğim. We can stop here. / Burada durabiliriz.
Store: Mağaza, depo
animals storing food for the winter / hayvanlar kış için yiyecek depoluyor Thousands of pieces of data are stored in a computer’s memory. / Binlerce veri parçası bilgisayarın belleğinde saklanır. She entered the darkened store while her friend waiting outside. / Onun arkadaşı dışarda beklerken o karanlık mağazaya girdi.
Storm: Fırtına
A few minutes later the storm began. / Bir kaç dakika sonra fırtına başladı
Story: Öykü, hikaye
a story about time travel / zaman yolculuğu hakkında bir öykü adventure/detective/love stories / macera/dedektif/aşk hikayeleri
Stove: Soba, ocak
She put a pan of water on the stove. / O soba üzerine su dolu bir tava koydu.
Straight: Düz, doğru, dik
a straight line / düz bir çizgi
Strain: Gerilme, zorlama, gerginlik, baskı
Their marriage is under great strain at the moment. / Onların evliliği şu anda büyük bir baskı altında. You will learn to cope with the stresses and strains of public life. / Siz kamusal yaşamın stres ve gerginlikleriyle başa çıkmayı öğreneceksiniz.
Strangely: Garip biçimde
She’s been acting very strangely lately. / O son zamanlarda çok garip biçimde davranıyormuş.
Stranger: Yabancı
Sorry, I don’t know where the bank is. I’m a stranger here. / Üzgünüm, nerede banka olduğunu bilmiyorum. Burada bir yabancıyım.
Strange: Garip, tuhaf, yabancı
A strange thing happened this morning. / Bu sabah tuhaf bir şey oldu.
Strategy: Strateji, taktik
the government’s economic strategy / hükümetin ekonomik stratejisi
Stream: Akış, akıtmak, akarsu, dere
Stream of blood / Kan akışı mountain streams / dağ akarsuları
Street: Sokak, cadde
The bank is just across the street. / Banka caddenin tam karşısında.
Strength: Dayanıklılık, güç, kuvvet
Political power depends to economic strength. / Siyasi güç ekonomik dayanıklılığa bağlıdır.
Stressed: Stresli
He was feeling very stressed and tired. / O çok stresli ve yorgun hissediyordu.
Stress: Stres, vurgu
He stressed the importance of a good education. / O iyi bir eğitimni önemini vurguladı.
Stretch: Uzatma, esneme, germe
This sweater has stretched. / Bu kazar gergin. Stretch the fabric tightly over the frame. / Çerçevenin üzerine sıkıca bez uzatın.
Strictly: Kesinlikle, tam olarak
Smoking is strictly forbidden. / Sigara kesinlikle yasaktır.
Strict: Sıkı, katı, tam
He told me in the strictest confidence. / O sıkı gizlilik içinde bana söyledi.
Strike: Vurmak, saldırmak, grev
an air strike / bir hava saldırısı strike of teachers / öğretmenlerin grevi
Striking: Çarpıcı, dikkat çekici
She was undoubtedly a very striking young woman. / O kuşkusuz çok dikkat çekicigenç bir kadındı.
String: Tel, ip
He wrapped the package in brown paper and tied it with string. / O kahverengi kağıda sarılmış paketi tel ile bağladı.
Striped: Çizgili
a striped shirt / çizgili bir gömlek a blue and white striped jacket / mavi beyaz çizgili ceket
Stripe: Çizgi, şerit
a zebra’s black and white stripes / zebranın siyah ve beyaz çizgileri
Strip: Şerit, çizgi, soyunma, striptiz
Cut the meat into strips. / Şeritler halinde et kesin. the Gaza Strip / Gaze şeridi a strip show / strptiz gösterisi
Stroke: Okşamak
He stroked her hair affectionately. / Onun saçlarını sevgiyle okşadı.
Strong: Güçlü, kuvvetli
She wasn’t a strong swimmer. / O güçlü bir yüzücü değildi. strong muscles / kuvvetli kaslar
Structure: Yapı, bina
changes in the social and economic structure of society / toplumun sosyal ve ekonomik yapısındaki değişiklikler
Struggle: Mücadele, savaş, çaba
She will not give up her children without a struggle. / O, mücadele etmeden çocuklardan vazgeçmeyecek.
Student: Öğrenci
He’s a third-year student at the College of Art. / O, sanat lisesinde üçüncü sınıf öğrencisi.
Studio: Stüdyo
a television studio / bir televizyon stüdyosu
Study: Öğrenim, çalışma, eğitim
How long have you been studying English? / Ne zamandır İngilizce öğreniyorsun. Don’t disturb Jane, she’s studying for her exam. / Jane’i rahatsız etme, o sınavı için çalışıyor.
Stuff: Madde, şey
I don’t know how you can eat that stuff! / Ben bilmiyorum senin nasıl şeyler yiyebildiğini.
Stupid: Aptal, salak
I was stupid enough to believe him. / Ben ona inanacak kadar aptaldım.
Style: Stil, tarz, şekillendirmek
a style of management / yönetim tarzı
Subject: Konu, ders
books on many different subjects / birçok farklı konuda kitaplar Biology is my favourite subject. / Edebiyat benim favori dersim.
Substance: Madde, cisim
a sticky substance / yapışkan bir madde
Substantially: Önemli ölçüde, esasen
The plane was substantially damaged in the crash. / Uçak, kazada önemli ölçüde zarar gördü. The company’s profits have been substantially lower this year. / Şirketin kârı bu yıl önemli ölçüde daha düşük olmuştur.
Substantial: Önemli, büyük, oldukça
There are substantial differences between the two groups. / İki grup arasında önemli farklılıklar vardır.
Substitute: Yedek, vekil, yerine geçmek, değiştirme
Nothing can substitute for the advice your doctor is able to give you. / Hiçbir doktorunuzun size verebileceği tavsiyelerin yerine geçemez. Two substitutions were made during the game. / Oyun sırasında iki değiştirme yapılmıştır.
Succeed: Başarılı
You will have to work hard if you are to succeed. / Başarılıysanız sıkı çalışmak zorunda kalacaksınız. Our plan succeeded. / Planımız başarılı oldu.
Successful: Başarılı
I wasn’t very successful at keeping secret. / Ben sır tutmada başarılı değildim.
Success: Başarı, başarılı kimse
They didn’t have much success in life. / Onların hayatta çok başarısı yoktu. He’s proud of his daughter’s successes. / O kızının başarılarından gurur duyuyor.
Such: Böyle, öyle, bu gibi, o kadar
They had been invited to a Hindu wedding and were not sure what happened on such occasions. / Onlar bir Hindu düğününe davet edildi ve böyle durumlarda ne yapılacağından emin değillerdi.
Suck: Emmek, çekmek
He sucked the blood from a cut on his finger. / O parmağındaki bir kesikten kan emdi.
Suddenly: Aniden, birden
I suddenly realized what I had to do. / Aniden yapmam gerekeni anladım.
Sudden: Ani, beklenmedik, ansızın
Don’t make any sudden movements. / Ani hareketler yapmayın. His death was very sudden. / Onu ölümü çok ani oldu.
Suffering: Acı, cefa, ızdırap, acı çeken
This war has caused widespread human suffering. / Bu savaş geniş ölçüde insanın acı çekmesine neden oldu.
Suffer: Acı, acı çekmek, zarar görmek, muzdarip
Many companies are suffering from a shortage of skilled staff. / Birçok şirket kalifiye personel sıkıntısından muzdarip.
Sufficient: Yeterli, kâfi
Allow sufficient time to get there. / Oraya gitmek için yeterli zaman tanıyın. These reasons are not sufficient to justify the ban. / Bu sebepler yasağı haklı çıkarmak için yeterli değildir.
Sugar: Şeker
This juice contains no added sugar. / Bu meyve suyu şeker ilavesi içermez.
Suggestion: Öneri, teklif
Can I make a suggestion? / Bir öneride bulunabilir miyim?
Suggest: Önermek, teklif etmek
Can you suggest a good dictionary? / İyi bir sözlük önerebilir misiniz?
Suitable: Uygun
This programme is not suitable for children. / Bu program çocuklar için uygun değildir. a suitable place for a picnic / piknik için uygun bir yer
Suitcase: Bavul, valiz
He pulled a suitcase from the closet and opened it on the bed. / O dolaptan bir bavul çekti ve yatağın üzerine açtı.
Suited: Uygun
This diet is suited to everyone who wants to lose weight fast. / Bu diyet hızlı kilo vermek isteyen herkes için uygundur.
Suit: Uymak, uygun, takım elbise
Choose a computer to suit your particular needs. / Özel ihtiyaçlarınıza uygun bir bilgisayar seçin.
Summary: Özet
The following is a summary of our conclusions. / Aşağıdaki bizim sonuçlarımızın bir özetidir.
Summer: Yaz
the summer holidays / yaz tatili
Sum: Toplam, miktar, meblağ
Sum of costing £60 / Maliyet toplamı 60 pound
Sunday: Pazar
We went to picnic on Sunday. / Biz pazar günü pikniğe gittik.
Sun: Güneş
The sun was shining and birds were singing. / Güneş parlıyor ve kuşlar şarkı söylüyordu.
Superior: Üstün, üst
This model is technically superior to its competitors. / Bu model rakiplerine göre teknik olarak üstündür.
Supply: Tedarik, arz, sağlama, temin, karşılamak
foods supplying our daily vitamin needs / gıdalar bizim günlük vitamin ihitiyacımızı karşılıyor
Supporter: Taraftar, destekçi
I’m a Besiktas supporter. / Ben Beşiktaş taraftarıyım.
Support: Destek, yardım
There is strong public support for the change. / Değişim için güçlü bir halk desteği var.
Suppose: Varsaymak, farzetmek, tahmin etmek, sanmak
Prices will go up, I suppose. / Fiyatların artacağını tahmin ediyorum.
Surely: Şüphesiz, elbette, tabii
Surely we should do something about it? / Elbette biz bu konuda bir şeyler yapmalıyız.
Sure: Tabii, kesinlikle, elbette
Sure, no problem. / Tabii, sorun yok.
Surface: Yüzey
We’ll need a flat surface to play the game on. / Oyun oynamak için düz bir yüzeye ihtiyacımız var.
Surname: Soyadı
My surname is Gerrard. / Benim soyadım Gerrard.
Surprised: Şaşırmış, hayretle
Ona söylediğimde şaşırmış görünüyordu. I was surprised at how quickly she agreed. / Ben onun nasıl hızlı bir şekilde kabul ettiğine şaşırdım.
Surprise: Sürpriz, beklenmedik, şaşırtmak
It’s always surprised me how popular he is. / Onun nasıl popüler olduğu beni daima şaşırtmıştır.
Surprising: Şaşırtıcı, hayret verici
It’s surprising what people will do for money. / İnsanların para için yapacakları şaşırtıcı. She knew surprisingly little about her sister’s life. / O, şaşırtıcı bir şekilde kız kardeşinin hakkında az şey biliyordu.
Surround: Kuşatma, çevirme, çevreleme
Tall trees surround the lake. / Uzun ağaçlar gölü çevreliyor.
Surrounding: Etraftaki, çevresindeki
Oxford and the surrounding area / Oxford ve çevresindeki alan From the top of the hill you can see all the surrounding countryside. / Tepenin zirvesinden etraftaki bütün kırsal bölgeyi görebilirsiniz.
Survey: Anket, bakmak, incelemek, araştırmak
He surveyed himself in the mirror before going out. / O dışarı çıkmadan önce aynada kendine baktı.
Survive: Hayatta kalmak
She was the last surviving member of the family. / O, ailenin hayatta kalan son üyesiydi. Of the six people injured in the crash, only two survived. / Kazada yaralanan altı kişiden sadece ikisi hayatta kaldı.
Suspect: Şüphe, şüphelenmek
Five suspects have been detained for questioning. / Beş zanlı sorgulanmak üzere gözaltına alındı.
Suspicion: Şüphe, kuşku
They drove away slowly to avoid arousing suspicion. / Onlar şüphe çekmemek için yavaş yavaş uzaklaştı.
Suspicious: Şüpheli, kuşkulu
They became suspicious of his behaviour and contacted the police. / Onlar onun davranışından şüphelendi ve polisle irtibata geçti.
Swallow: Yutmak
We must to chew food before swallowing. / Biz yiyeceği yutmadan önce çiğnemeliyiz.
Swearing: Küfür, küfretmek, kaba söz
Swearing is prohibited. / Küfretmek yasaktır.
Swear: Küfür, küfretmek, yemin etmek, söz vermek
I swear (that) I’ll never leave you. / Ben asla seni bırakmayacağıma söz veriyorum. She fell over and swore loudly. / O yere düştü ve yüksek sesle küfür etti.
Sweater: Kazak
T-shirt, sweater, gloves. / Tişört, kazak, eldiven
Sweat: Ter, terlemek
His hands began to sweat. / Elleri terlemeye başladı.
Sweep: Süpürme, tarama
Chimneys must sweep regularly. / Bacalar düzenli olarak süpürülmelidir.
Sweet: Tatlı, şeker, şekerim, tatlım
a sweet shop / tatlı dükkanı Would you like some more sweet? / Biraz daha tatlı ister misiniz? Don’t you worry, my sweet. / Endişelenme şekerim.
Swelling: Şişme, şişik
Use ice to reduce the swelling. / Şişiği azaltmak için buz kullanın.
Swell: Kabarma, şişme
Her arm was beginning to swell up where the bee had stung her. / Onun kolu arının soktuğu yerden şişmeye başlamıştı. Bacteria can cause gums to swell and bleed. / Bakteriler diş etinin şişmesine ve kanamasına neden olabilir.
Swimming Pool: Yüzme havuzu
an outdoor swimming pool / açık yüzme havuzu
Swimming: Yüzme
Swimming is a good form of exercise. / Yüzme iyi bir egzersiz şeklidir.
Swim: Yüzme, dolmak
I can’t swim. / Ben yüzemem. Her eyes were swimming with tears. / Onun gözleri yaşlarla doluydu.
Swing: Salıncak, sallanma
The kids were playing on the swings. / Çocuklar salıncakta oynuyordu.
Switch: Değiştirmek, şalter
When did you switch job? / Ne zaman iş değiştirdiniz?
Swollen: Şişmiş, kabarık
Her eyes were red and swollen from crying. / Onun gözleri ağlamaktan kızarmış ve şişmişti.
Symbol: Sembol, simge, işaret
Mandela became a symbol of the anti-apartheid struggle. / Mandela apartheid (ırkçı ayrımcılık) karşıtı mücadelenin bir sembolü haline geldi.
Sympathetic: Sempatik, sevimli, cana yakın, halden anlayan
a sympathetic character in a novel / romandaki sempatik bir karakter
Sympathy: Acısını paylaşma, halden anlamak, duygudaşlık, ilgi
I wish he’d show me a little more sympathy. / Keşke o bana biraz daha ilgili gösterseydi.
System: Sistem, düzen
a new system for assessing personal tax bills / kişisel vergi faturalarının değerlendirilmesi için yeni bir sistem heating systems / ısıtma sistemleri
Table: Masa, masadakiler, tablo
a kitchen table / mutfak masası Table 2 shows how prices and earnings have increased over the past 20 years. / Tablo 2 son 20 yılda fiyatlar ve kazançlar üzerinde nasıl artış olduğunu gösteriyor.
Tablet: Tablet, hap, kitabe
Take two tablets with water before meals. / Yemeklerden önce su ile iki hap alın.
Tackle: Başarmak, becermek, uğraşmak, üstesinden gelmek, yakalamak, topu kapmak
Firefighters tackled a blaze in a garage last night. / İtfaiyeciler dün gece garajdaki yangının üstesinden geldi. He was tackled just outside the penalty area. / O cezas sahasının hemen dışında topu aldı.
Tail: Kuyruk
The dog ran up, wagging its tail. / Köpek kuyruğunu sallayarak yukarı koştu.
Take: Almak, çekmek, götürmek, tutmak
I forgot to take my bag when I got off the bus. / Otobüsten indiğimde çantamı almayı unuttum. It’s too far to walk. I’ll take you by car. / Yürümek için çok uzak. Ben sizi araba ile götüreceğim.
Talk: Konuşma, sohbet, görüşme, tartışma
We need to have a serious talk about money matters. / Bizim parasal konular hakkında ciddi bir konuşmaya ihtiyacımız var. Talks between management and workers broke down over the issue of holiday pay. / Yönetici ve çalışanlar arasındaki görüşmeler bayram harçlığı meselesi üzerine bozuldu.
Tall: Uzun
She’s tall and thin. / O uzun boylu ve zayıf. the tallest building in the world / dünyanın en yüksek binası
Tank: Tank, depo
a hot water tank / sıcak su deposu
Tape: Teyp, kaset, kaydetmek
Police seized various books and tapes. / Polis çeşitli kitaplar ve kasetler ele geçirdi.
Tap: Musluk, tıklatmak, hafifçe dokunmak
bath taps / Banyo muslukları He felt a tap on his shoulder and turned. / omzunda hafif bir doonma hissetti ve döndü.
Target: Hedef, amaç
attainment targets / kazanım hedefeleri The university will reach its target of 5000 students next September. / Üniversite bir dahaki Eylül hedeflerine ulaşacak.
Task: Görev
It was my task to wake everyone up in the morning. / Sabahleyin herkesi uyandırmak benim görevimdi.
Taste: Tat, lezzet, tadınıa bakmak, tatmak
It tastes sweet. / Tatlı tadı. You can taste the garlic. / Yemeği tadabilirsiniz.
Taxi: Taksi
I came home by taxi. / Ben taksiyle eve geldim.
Tax: Vergi, vergilendirme
Interest payments are taxed as part of your income. / Faiz ödemeleri gelirinizin bir parçası olarak vergilendirilmektedir.
Teacher: Öğretmen
There is a growing need for qualified teachers of Business English. / İş İngilizcesinin nitelikli öğretmenleri için büyüyen bir ihtiyaç var.
Teaching: Öğretim, öğretme, öğretmenlik
He has now retired from full-time teaching / O, şimdi tam zamanlı öğretmenlikten emekli.
Teach: Öğretmek, ders vermek, eğitmek, öğretmenlik yapmak
She teaches at our local school. / O, bizim yerel okulumuzda öğretmenlik yapıyor.
Team: Takım, ekip
Whose team are you in? / Sen kimin takımındasın? The team is not playing very well this season. / Takım bu sezon çok iyi oynamıyor.
Tear: Gözyaşı, yırtık
Be careful, the fabric tears very easily. / Dikkatli ol, kumaş çok kolay bir şekilde yırtılır. Her tears flowed like a flood. / Onun gözyaşları sel gibi aktı.
Tea: Çay
Do you take sugar in your tea? / Çayınıza şeker alır mısınız?
Technical: Teknik
We offer free technical support for those buying our software. / Bizim yazılımımızı satın alanlar için bedava teknik destek sunuyoruz.
Technique: Teknik, yöntem, usül
marketing techniques / pazarlama teknikleri
Technology: Teknoloji
science and technology / bilim ve teknoloji recent advances in medical technology / tıp teknolojisindeki son gelişmeler
Telephone: Telefon etmek, telefon
Please write or telephone for details. / Lütfen ayrıntılar için yazın veya telefon edin.
Television: Televizyon
We don’t do much in the evenings except watch television. / Bizim akşamları televizyon izlemek dışında yaptığımız fazla bir şey yok.
Tell: Söylemek, anlatmak
He told the news to everybody he saw. / O gördüğü herkese haberi söyledi.
Temperature: Sıcaklık
a rise in temperature / sıcaklıkta bir artış
Temporary: Geçici, eğreti
I’m looking for temporary work. / Ben geçici bir iş arıyorum.
Tendency: Eğilim, meyil
This material has a tendency to shrink when washed. / Bu malzeme yıkandığı zaman küçülmeye meyillidir.
Tend: Eğilimi olmak, yönelmek
Women tend to live longer than men. / Kadınlar erkeklerden daha uzun yaşamak eğilimindedir.
Tension: Tansiyon, gerilim
Family tensions and conflicts may lead to violence. / Aile gerilimleri ve çatışmaları şiddete yol açabilir.
Ten: On
There are ten people in the library. / Kütüphanede on kişi var.
Tenth: Onuncu
I was tenth in the competition. / Yarışmada onuncu oldum.
Tent: Çadır
camping tent / kamp çadırı
Term: Terim, dönem, süre
a technical/legal/scientific, etc. term / teknik/yasal/bilimsel vb. terim a long term of education / uzun bir eğitim dönemi
Terrible: Korkunç
a terrible experience / korkunç bir deneyim
Terribly: Korkunç, berbat bir şekilde, son derece
I’m terribly sorry, did I hurt you? / Ben son derece üzgünüm, seni incittim mi?
Test: Test, denemek, sınamak
We test your English before deciding which class to put you in. / Biz sizi hangi sınıfa koyacağımıza karar vermeden önce test edeceğiz.
Text: Metin
My job is to lay out the text and graphics on the page. / Benim işim metin ve grafikleri sayfa üzerine yerleştirmektir.
Thanks: Teşekkürler
We gave thanks to God for all our blessings. / Biz bütün nimetlerimiz için tanrıya teşekkür ettik.
Thank: Teşekkür, teşekkür etmek
In his speech, he thanked everyone for all their hard work. / Konuşmasında, o herkese bütün sıkı çalışmaları için teşekkür etti.
Thank you: Teşekkür ederim, teşekkür
The actor sent a big thank you to all his fans for their letters of support. / Aktör onların destek mektupları için bütün hayranlarına büyük bir teşekkür gönderdi.
Than: Göre, -den, -dan
I’m older than her. / Ben ondan daha yaşlıyım.
That: O, şu, -dığı
She said that the story was true. / O, hikayenin doğru olduğunu söyledi. That school. / O okul
Theatre: Tiyatro
How often do you go to the theatre? / Ne sıklıkla tiyatroya gidiyorsun?
Theirs: Onlarınki
It’s a favourite game of theirs. / Bu onların sevdikleri bir oyun.
Their: Onların
Their parties are always fun. / Onların partileri daima eğlencelidir.
Theme: Tema, konu
The naked male figure was always the central theme of Greek art. / Çıplak erkek figürü her zaman Yunan sanatının merkezi teması oldu.
Themselves: Kendilerini, kendileri
The children were arguing amongst themselves. / Çocuklar kendi aralarında tartışıyorlardı.
Them: Onları, onlara, onlar
Tell them the news. / Onlara haberleri söyle. Did you eat all of them? / Onların hepsini yedin mi?
Then: Sonra, ondan sonra, öyleyse, o halde
We lived in France and then Italy before coming back to England. / Biz İngiltere’ye dönmeden önce Fransa’da ve sonra İtalya’da yaşadık.
Theory: Teori, kuram
According to the theory of relativity, nothing can travel faster than light. / İzafiyet teorisine göre hiçbir şey ışıktan daha hızlı yol alamaz.
Therefore: Bu nedenle, bu yüzden
He’s only 17 and therefore not eligible to vote. / O sadece 17 yaşında, bu yüzden oy kullanmak için uygun değil.
There: Var, orada
There are two people waiting outside. / Dışarıda bekleyen iki kişi var. We went on to Paris and stayed there eleven days. / Biz Paris’e gittik ve orada on bir gün kaldık.
They: Onlar
‘Where are John and Liz?’ ‘They went for a walk.’ / ‘John ve Liz nerede?’ ‘Onlar yürüyüşe gitti’
Thickly: Kalınca, kalın bir şekilde
thickly sliced bread / kalın dilimlenmiş ekmek
Thickness: Kalınlık
Use wood of at least 12 mm thickness. / En az 12 mm kalınlığında ahşap kullanın.
Thick: Kalın
Everything was covered with a thick layer of dust. / Her şey kalın bir toz tabakası ile kaplıydı.
Thief: Hırsız
a car thief / araba hırsızı
Thing: Şey, eşya
Bring your swimming things. / Yüzme eşyalarını getir. There’s another thing I’d like to ask you. / Sana sormak istediğim farklı bir şey var.
Thinking: Düşünme, düşünce
I had to do some quick thinking. / Ben biraz hızlı düşünmek zorundaydım. She explained the thinking behind the campaign. / O kampanyanın arkasındaki düşünceyi açıkladı.
Think: Düşünmek, sanmak, zannetmek
I think this is their house, but I’m not sure. / Zannediyorum bu onların evi, ama emin değilim. What did you think about the idea? / Fikir hakkında ne düşündün.
Thin: İnce, zayıf
Cut the vegetables into thin strips. / Sebzeleri ince dilimler halinde kesin.
Third: Üçüncü
Our house in the third building. / Bizim evimiz üçüncü binanın içinde.
Thirsty: Susuz, susamış
We were hungry and thirsty. / Biz aç ve susuzduk.
Thirteen: On üç
Onların on üç yaşında ikizleri var. / Onların on üç yaşında ikizleri var.
Thirty: Otuz
The match will start thirty minutes later. / Otuz dakika sonra maç başlayacak.
This: Bu
How long have you been living in this country? / Ne zamandır bu ülkede yaşıyorsunuz?
Thoroughly: İyice, tamamen, adamakıllı
I’m thoroughly confused. / İyice kafam karıştı.
Through: Tamamen, ayrıntılı, baştan sona, arasından
a thorough knowledge of the subject / konunun ayrıntılı bilgisi The police carried out a thorough investigation. / Polis ayrıntılı bir soruşturma yürütmektedir.
Throw: Atmak, fırlatmak
She threw the ball up and caught it again. / O topu yukarı attı ve tekrar yakaladı.
Thumb: Baş parmak
She still sucks her thumb when she’s worried. / O hâlâ endişelendiği zaman parmağını emiyor.
Thursday: Perşembe
I don’t go to work Thursdays. / Ben Perşembe günleri işe gitmiyorum.
Thus: Böylece, bu nedenle, bunun için
Many scholars have argued thus. / Birçok bilgin bunun için tartıştı. We do not own the building. Thus, it would be impossible for us to make any major changes to it. / Biz bina sahibi değiliz. Bu yüzden her hangi bir önemli değişiklik yapmamız imkansız olurdu.
Ticket: Bilet, etiket
free tickets to the show / gösteri için ücretsiz biletler
Tidy: Düzenli, derli toplu
I spent all morning cleaning and tidying. / Bütün sabahı temizliğe ve düzenlemeye harcadım.
Tie: Kravat, bağ, bağlamak
a collar and tie / bir yaka ve kravat the ties of friendship / dostluk bağları
Tightly: Sıkıca, sıkı sıkı
He held on tightly to her arm. / Onun koluna sıkıca tutundu.
Tight: Sıkı, dar
The screw was so tight that it wouldn’t move. / Vida hareket edemeyecek kadar sıkıydı.
Timetable: Tarife, zaman çizelgesi, program
a train timetable / tren tarifesi
Time: Zaman, süre
The changing seasons mark the passing of time. / Değişen mevsimler zamanın geçişini işaret ediyor.
Tin: Kalay, teneke
a tin mine / bir kalay madeni
Tiny: Küçücük, minik
a tiny baby / minik bir bebek
Tip: İpucu, uç, bahşiş
She tipped ten dollar to waiter. / O, garsona on dolar bahşiş verdi.
Tired: Tired
I’m too tired even to think. / Ben düşünmek için bile çok yorgunum.
Tire: Lastik
a front tire / ön lastik
Tiring: Yorucu, eziyetli
Shopping can be very tiring. / Alışveriş çok yorucu olabilir.
Title: Başlık
His poems were published under the title of ‘Love and Reason’. / Onun şiirleri ‘Aşk ve Akıl’ başlığı altında yayımlandı.
Today: Bugün, günümüzde
Today is her tenth birthday. / Bugün onun onuncu doğum günü.
Toe: Ayak parmağı, parmak
Can you touch your toes? / Sen ayak parmaklarına dokunabilir misin?
Together: Birlikte, beraber
Together they climbed the dark stairs. / Onlar birlikte karanlık merdivenleri tırmandı.
Toilet: Tuvalet
I need to go to the toilet. / Benim tuvalete gitmeye ihtiyacım var.
Tomato: Domates
tomato plants / domates bitkileri
Tomorrow: Yarın
Today is Tuesday, so tomorrow is Wednesday. / Bugün Salı, yani yarın Çarşamba.
Tone: Ton, ses
a conversational tone / bir konuşma sesi
Tool: Araç, alet
Always select the right tool for the job. / İş için daima doğru aracı seçin.
Tooth: Diş
tooth decay / diş çürüğü
Too: Çok, de
The dress was too tight for me. / Elbise benim için çok dardı. Can I come too? / Ben de gelebilir miyim?
Topic: Konu, mesele, mevzu
The main topic of conversation was Tom’s new girlfriend. / Konuşmanın ana konusu Tom’un yeni kız arkadaşıydı.
Top: En, üst, tepe
He lives on the top floor. / O üst katta yaşıyor.
Totally: Tamamen, bütün olarak
They come from totally different cultures. / Onlar tamamen farklı kültürlerden geliyor.
Total: Toplam
The club has a total membership of 300. / Kulüp toplam 300 üyeye sahip.
To: İçin, -e, -a, -e doğru
I am going to tell you a story. / Ben size bir hikaye anlatacağım.
Touch: Dokunuş, temas
She played the piano with a light touch. / O hafif bir dokunuşla piyano çaldı.
Tough: Zor, sert
a tough childhood / zor bir çocukluk
Tourist: Turist
Further information is available from the local tourist office / Yerel turizm ofisinden daha fazla bilgi edinlebilir.
Tour: Tur, turne, gezme
He toured America with his one-man show. / O tek kişilik gösterisi ile Amerika’yı gezdi.
Towards: Karşı, doğru, yönünde
This is a first step towards political union. / Bu siyasi birliğe doğru ilk adımdır.
Tower: Kule
the Eiffel Tower / Eyfel Kulesi
Town: Şehir, kasaba
They live in a rough area of town. / Onlar kasabanın engebeli bir alanında yaşıyor.
Toy: Oyuncak
a toy car / oyuncak araba
Trace: İz, ipucu, belirti
Police searched the area but found no trace of the escaped prisoners. / Polis bölgeyi aradı ama kaçan mahkumların izi bulunamadı.
Track: Parça, iz, rota, izlemek
We followed the bear’s tracks in the snow. / Biz karda ayının izini takip ettik.
Trade: Ticaret, alım-satım
trading partners / ticaret ortakları
Traditional: Geleneksel
traditional dress / geleneksel elbise
Tradition: Gelenek, adet
There’s a private tradition in our family. / Bizim ailede özel bir gelenek var.
Traditional: Geleneksel
Their marriage is very traditional. / Onların evliliği çok geleneksel.
Traffic: Trafik
There’s always a lot of traffic at this time of day. / Günün bu saatlerinde her zaman çok fazla trafik olur.
Train: Tren
I like travelling by train. / Ben trenle seyahat etmeyi seviyorum.
There are regular train services to İstanbul and Ankara. / İstanbul ve Ankara’ya düzenli tren seferleri vardır.
Training: Eğitim, antrenman
staff training / personel eğitimi
Transfer: Aktarma, nakil, transfer
The patient was transferred to another hospital. / Hasta başka bir hastaneye nakledildi.
Transform: Dönüştürmek
It was an event that would transform my life. / Benim hayatımı dönüştürecek bir olaydı.
Translate: Çevirmek, tercüme etmek
Her books have been translated into 24 languages. / Onun kitapları 24 dile tercüme edilmiştir.
Translation: Çeviri, tercüme
He specializes in translation from Turkish into English. / O Türkçeden İngilizceye çeviri konusunda uzmanlaşmış.
Transparent: Şeffaf, saydam, transparan
The insect’s wings are almost transparent. / Böceğin kanatları neredeyse saydamdır.
Transport: Ulaştırma, taşıma, nakliye
the government’s transport policy / Hükümetin ulaştırma politikası.
Most of our luggage was transported by sea. / Bagajımızın çoğu deniz yoluyla taşındı.
Transportation: Taşımacılık
The club is providing free transportation to the stadium from downtown. / Kulüp şehir merkezinden stadyuma ücretsiz taşımacılık sağlamaktadır.
Trap: Tuzak
Some women see marriage as a trap. / Bazı kadınlar evliliği bir tuzak olarak görürler.
Travel: Seyahat, yolculuk etmek
I go to bed early if I’m will travel the next day. / Ertesi gün yolculuk edecek olursam erken yatarım.
Traveller: Yolcu, gezgin
Stations can be dangerous places for the unwary traveller. / İstasyonlar dikkatsiz yolcular için tehlikeli yerler olabilir.
Treat: Davranmak, tedavi etmek
My parents still treat me like a child. / Ebeveynlerim bana hâlâ çocuk gibi davranıyor.
This disease is usually treated with drugs and a strict diet. / Bu hastalık genellikle ilaç ve sıkı diyet ile tedavi edilmektedir.
Treatment: Tedavi etmek
She is responding well to treatment. / O tedaviye iyi yanıt veriyor.
Tree: Ağaç
an oak tree / bir meşe ağacı
Trend: Eğilim, akım
social trends / sosyal eğilimler
Trial: Deneme, duruşma, yargılama
She was detained without trial. / O yargılanmadan gözaltına alındı.
Triangle: Üçgen
a right-angled triangle / bir dik açılı üçgen
Trick: Hile, tuzak
He amused the kids with conjurer tricks. / O hokkabaz hileleri ile çocukları eğlendirdi.
They had to think of a trick to get past the guards. / Onlar korumaları geçmek için bir bir hile düşünmek zorunda.
Trip: Gezi, yolculuk
We went on a trip to the mountains. / Biz dağlara geziye gittik.
Tropical: Tropikal, çok sıcak
a tropical island / tropikal bir ada
Trouble: Sorun, sıkıntı, problem
She was on the phone for an hour telling me her troubles. / O bir saattir telefonda bana sorunlarını anlatıyordu.
Trousers: Pantolon
a pair of grey trousers / bir çift gri pantolon
Truck: Kamyon
a truck driver / bir kamyon şoförü
True: Gerçek, doğru, asıl
Can you prove that what you say is true?/ Sen söylediklerinin gerçekliğini kanıtlayabilir misin?
Truly: Gerçekten, hakikaten
She truly believes that none of this is her fault. / O gerçekten onun için hiçbir hatası olmadığına inanıyor.
a truly magnificent performance / hakikaten muhteşem bir performans
Trust: Güven
a partnership based on trust / güvene dayalı bir ortaklık
Truth: Gerçek, hakikat, doğru
Do you think she’s telling the truth? / Sizce o doğru söylüyor mu?
Try: Denemek, teşebbüs etmek, gayret etmek, çalışmak
What are you trying to do? / Ne yapmaya çalışıyorsun?
Try these shoes. They should fit you. / Bu ayakkabıları deneyin. Onlar size uygun olmalıdır.
Tube: Tüp
a tube of toothpaste / diş macunu tüpü
Tuesday: Salı
Tuesday is second day of the week. / Salı haftanın ikinci günüdür.
Tune: Melodi
I don’t know the title but I recognize the tune. / Ben başlığı bilmiyorum ama melodiyi tanırım.
Tunnel: Tünel
a railway tunnel / bir demiryolu tüneli
Turn: Dönüş, dönmek
The wheels of the car began to turn. / Arabanın tekerleri dönmeye başladı.
Turn Down: Geri çevirmek, reddetmek
Why did she turn down your invitation? / O, neden sizin davetinizi geri çevirdi?
Turn into: Çevirmek, dönüşmek
Our dream holiday turned into a nightmare. / Rüya tatilimiz bir kabusa dönüştü.
Turn off: Kapamak, söndürmek, sapmak
They’ve turned off the water while they repair a burst pipe. / Onlar patlak bir boruyu tamir ederken suyu kapattılar.
Turn on: Açmak, heyecanlandırmak, etkilemek, saldırmak
The dogs suddenly turned on each other. / Köpekler aniden birbirlerine saldırdı.
to turn on the heating / ısıtmayı açmak için
Turn out: Sonuçlanmak, üretmek, ortaya çıkmak
The factory turns out three thousand carpet a day. / Fabrika bir günde üç bin halı üretir.
Despite our worries everything turned out well. / Endişelerimize rağmen her şey iyi sonuçlandı.
TV: TV, televizyon
What’s on TV tonight? / Bu gece TV’de ne var?
Almost all homes have at least one TV set. / Hemen hemen her evde en az bir TV seti var.
Twin: İkiz
She’s expecting twins. / O ikiz bekliyor.
Twist: Bükülme
Twist the wire to form a circle. / Bir daire oluşturacak şekilde teli bükün.
Type: Tip, tür
different racial types / farklı ırk türleri
Bungalow are a type of house. / Bungalov bir ev tipidir.
Typical: Tipik
a typical Italian cafe / tipik bir İtalyan kafesi
Tyre: Lastik, tekerlek
a front tyre / bir ön lastik
Ugly: Çirkin
an ugly face / çirkin bir yüz
Ultimate: Nihai, son
The ultimate decision was positive. / Nihai karar olumlu oldu.
Ultimately: En sonunda, nihayet
The campaign was ultimately successful. / Kampanya nihayet başarılı oldu.
Umbrella: Şemsiye
colourful beach umbrellas / renkli plaj şemsiyeleri
Unable: Aciz, -ebilmeme
She was unable to hide her excitement. / O, heyecanını gizleyemedi.
Unacceptable: Kabul edilemez
Such behaviour is unacceptable in a civilized society. / Böyle bir davranış medeni bir toplumda kabul edilemez.
Uncertain: Belirsiz
Our future looks uncertain. / Bizim geleceğimiz belirsiz görünüyor.
Uncle: Amca, dayı
I’ve just become an uncle. / Ben yeni amca oldum.
Uncomfortable: Rahatsız edici
I couldn’t sleep because the bed was so uncomfortable. / Ben uyuyamadım çünkü yatak çok rahatsız ediciydi.
Unconscious: Bilinçsiz, kendinden geçmiş, baygın
They found him lying unconscious on the floor. / Onlar, onu yerde baygın halde yatarken buldu.
Uncontrolled: Kontrolsüz
the uncontrolled growth of cities / kentlerin kontrolsüz büyümesi
Under: Altında, altına, aşağı
Have you looked under the bed? / Yatağın altına baktınız mı?
Underground: Yer altı
underground cables/ yer altı kabloları
Underneath: Altında, altına, alt
The coin rolled underneath the piano. / Para piyanonun altına yuvarlandı.
Understand: Anlamak
Do you understand the instructions? / Talimatları anlıyor musunuz?
Understanding: Anlayış, kavrama
Try to show a little more understanding. / Biraz daha anlayış göstermeye çalışın.
Underwater: Su altı
Take a deep breath and see how long you can stay underwater. / Derin bir nefes al ve su altında ne kadar kalabileceğini gör.
Underwear: İç çamaşırı
Pajamas, underwear, socks, bras in that corner. / Pijamalar, iç çamaşırı, çoraplar, sütyenler şu köşede.
Undo: Çıkarmak, çözmek
I undid the package and took out the books. / Paketi çözdüm kitaplaerı çıkardım.
Unemployed: İşsiz
How long have you been unemployed? / Ne zamadır işsizsiniz?
Unemployement: İşssizlik
unemployment statistics / işsizlik istatistikleri
Unexpected: Beklenmedik
an unexpected result / beklenmedik bir sonuç
Unexpectedly: Beklenmedik bir şekilde
She died unexpectedly of a heart attack. / Obir kalp krizi sonucu beklenmedik bir şekilde öldü.
Unfair: Haksız, hileli, insafsız
unfair criticism / haksız eleştiri
Unfairly: İnsafsızca, adaletsiz bir şekilde
She claims to have been unfairly dismissed. / O adaletsiz bir şekilde işten çıkarıldığını düşünüyor.
Unfortunate: Şanssız, talihsiz
It was an unfortunate accident. / Talihsiz bir kazaydı.
Unfriendly: Düşmanca
an unfriendly atmosphere / düşmnca bir atmosfer
Unhappy: Mutsuz, üzgün
an unhappy childhood / mutsuz bir çocukluk
Uniform: Üniforma
The hat is a part of the school uniform. / Şapka okul üniformasının bir parçasıdır.
Unimportant: Önemsiz
This consideration was not unimportant. / Bu düşünce önemsiz değildi.
Union: Sendika, birlik
a union member / bir sendika üyesi
the European Union / Avrupa Birliği
Unique: Benzersiz, eşsiz, tek
Everyone’s fingerprints are unique. / Herkesin parmak izi benzersizdir.
a unique talent / Eşsiz bir yetenek
Unit: Birim, ünite
The basic unit of society is the family. / Aile toplumun temel birimidir.
Unite: Birleştirmek, birleşmek
Nationalist parties united to oppose the government’s plans. / Milliyetçi partiler hükümetin planlarına karşı birleşti.
United: Birleşik
the United States of America / Amerika Birleşik Devletleri
Universe: Evren, kainat
He lives in a little universe of his own. / O kendi küçük evreninde yaşıyor.
University: Üniversite
Is there a university in this town? / Bu kasabada üniversite var mı?
Unkind: Kırıcı, nezaketsiz, kaba
She never said anything unkind about anyone. / O asla herhangi biri hakkında kırıcı bir şey söylemedi.
Unknown: Bilinmeyen
The author is unknown outside Poland. / Yazar Polonya dışında bilinmemektedir.
Unless: -mezse, -mazsa, -madıkça, -medikçe
Unless something unexpected happens, I’ll see you tomorrow. / Beklenmedik bir şey olmazsa yarın seni göreceğim.
Unlike: Aksine, farklı
Music is quite unlike from other arts. / Müzik diğer sanatlardan oldukça farklıdır.
Unlikely: Olasılıksız, mümkün olmayan
They have built hotels in the most unlikely places. / Onlar en olmadık yerlerde oteller inşa etmişlerdir.
Unload: Boşaltmak, elden çıkarmak
The truck driver was waiting to unload. / Kamyon sürücüsü boşaltmak için bekliyor.
Unlucky: Şanssız
Thirteen is often considered an unlucky number. / On üç genellikle şanssız bir sayı olarak kabul edilir.
Unnecessary: Gereksiz
That last comment was a little unnecessary, wasn’t it? / Bu son açıklama biraz gereksiz değil mi?
Unpleasant: Nahoş, sıkıcı
She said very unpleasant things about you. / O, senin hakkında çok nahoş şeyler söyledi.
Unreasonable: Mantıksız, makul olmayan, akıl almaz
Unreasoble mistakes / Akıl almaz hatalar
Unsuccesful: Başarısız
His efforts to get a job proved unsuccessful. / Bir iş için harcadığı çabalar başarısız oldu.
She made several unsuccessful attempts to see him. / Onu görmek için birkaç başarısız girişimde bulundu.
Untidy: Düzensiz, dağınık
an untidy desk / düzensiz bir masa
untidy hair / dağınık saç
Until: -e kadar
Let’s wait until the rain stops. / Yağmur durana kadar bekleyelim.
Unusual: Alışılmadık, sıradışı
She has a very unusual name. / Sıradışı bir adı var.
Unwilling: İsteksiz, gönülsüz
They are unwilling to invest any more money in the project. / Onlar projeye biraz daha fazla yatırım yapmaya isteksizdir.
Up: Yukarı, çıkış, artış, ayakta, yükselmiş
He jumped up from his chair. / O sandalyesinden ayağa fırladı.
The sun was already up when they set off. / Onlar yola çıktığında güneş zaten yükselmişti.
Upon: Üzerine
The decision was based upon two considerations. / Karar iki düşünce üzerine temellendirildi.
Upper: Üst
the upper lip / üst dudak
Upset: Üzgün, alt üst olmak
Try not to let him upset you. / Onun seni üzmesine izin vermemeye çalış.
He arrived an hour late and upset all our arrangements. / O bir saat geç ulaştı ve bütün düzenlemeler alt üst oldu.
Upsetting: Üzücü, endişe verici
an upsetting experience / üzücü bir deneyim
Upside down: Baş aşağı, ters
The painting looks like it’s upside down to me. / Resim bana ters gibi görünüyor.
Upstairs: Üst katta
The cat belongs to the people who live upstairs. / Kedi üst katta yaşayan insanlara aittir.
Upward: Yukarı, yukarıya
an upward movement in property prices / emlak fiyatlarında yukarı yönlü bir hareket
Urban: Şehir, kentsel
urban life / kentsel yaşam
Urgent: Acil
‘Can I see you for a moment?’ ‘Is it urgent?’ / ‘Bir an için seni görebilir miyim?’ ‘Acil mi?’
a problem that requires urgent attention / acil dikkat gerektiren bir sorun
Us: Bizi, bize
She gave us a picture as a wedding present. / O, düğün hediyesi olarak bize bir resim verdi.
Use: Kullanmak
Have you ever used this software before? / Bu yazılımı daha önce hiç kullandınız mı?
Used to: -dım, -dim, -dum, -düm
I used to live in London. / Ben Londra’da yaşardım.
I didn’t use to like him much when we were at school. / Ben okul zamanında ondan pek hoşlanmazdım.
Useful: Faydalı, kullanışlı
a useful gadget / yararlı bir alet
Some products can be recycled at the end of their useful time. / Bazı ürünler faydalı zamanının sonunda geri dönüştürülebilir.
Useless: Faydasız, kullanışsız, işe yaramaz
This pen is useless. / Bu kalem kullanışsız.
User: Kullanıcı
computer software users / bilgisayar yazılımı kullanıcıları
Use up: Tüketmek, harcamak, bitirmek
Making soup is a good way of using up leftover vegetables. / Çorba yapmak artık sebzeleri tüketmenin iyi bir yoludur.
Usual: Olağan, alışılmış, her zamanki
He came home later than usual. / O, eve her zamankinden daha geç geldi.
Usually: Genellikle
we usually go by car. / genellikle araba ile gideriz.
- Present Continuous (I am doing) - Şimdiki Zaman
- Present Simple (I do) - Geniş Zaman
- Simple Present ve Present Continuous Arasındaki Farklar (Simple Present vs Present Continuous)
- Past Simple (I did) - Geçmiş Zaman
- Past Continuous (I was doing) - Süregelen Geçmiş Zaman
- Present Perfect Tense
- Present Perfect Tense ve Past Tense Arasındaki Farklar
- Present Perfect Continuous Tense
- Past Perfect Tense
- Past Perfect Continuous Tense
- Future Tense
- Future Continuous Tense
- Future Perfect Tense
- Future Perfect Continuous Tense
- Passive Voice-Edilgen Yapı
- YDS'de En Çok Çıkan 444 Kelime
- YDS'de En Çok Çıkan 555 Fiil
- YDS'DE EN ÇOK ÇIKAN 1111 KELiME VE TÜRKÇE ANLAMI
- Tıp Dil Sınavı İçin En Önemli 2222 İngilizce Kelime Ve Anlamı
- ingilizcede en çok kullanılan 3333 kelime
- İngilizcede En Çok Kullanılan 22222 Kelime
- Irregular Verbs-Düzensiz Fiiller