Küreselleşme
Küreselleşme farklı iki manada kullanılmıştır. Geniş manası bilimsel ve iletişim alanında yaşanan teknolojik gelişmenin insan yaşamını önemli bir şekilde etkilemesidir. Yani insan doğasındaki büyük değişimdir. Diğer tanımı ise kapitalizmin insanın değişmez gerçeği gibi algılanmasıdır.
Küreselleşme tabiri özellikle 1990’lı yıllardan sonra önem kazanmıştır. Öyle ki bu tabir her alanda kullanılmış ve toplumun ayrılmaz bir parçası olmuştur. 1980’li yıllarda ilk kez ortaya çıkan bu tabir daha çok “işletme” ve “finans” dallarında kullanılırken, 1990’lardan sonra “sosyoloji, kültür ve medya, uluslararası ilişkiler alanlarında kullanılmaya başlanmıştır.
Sinema Ödülleri
1. Oscar
Sinema dalında verilen en eski ve en itibarlı ödüldür. Her yıl bu ödül dağıtılmaktadır. 1927 yılında kurulmuştur ve merkezi California’dır. İlk ödülleri ise 1929 yılı Mayıs ayında dağıtılmıştır. 1935 yılından itibaren Oscar ödülleri belirlenirken gizli oy, 1941 yılında ise gizli zarf sistemine geçilmiştir. Bir filmin Oscar’a aday gösterilebilmesi için bir önceki yılın 31 Temmuz’una kadar California’da gösterime girmesi gerekiyordu. Fakat bu 1 yıllık gösterim süresi daha sonraları 17 aya çıkarılmıştır. Ödül töreni 1954’e kadar Perşembe günleri, 1955-1958 yılları arasında Çarşamba günleri, 1959’dan itibaren 1999 yılına kadar Pazartesi günleri yapılmıştır. Günümüzde ise (son 10 yıldır) bu ödül töreni Pazar günleri yapılmaktadır.
2. Cannes Film Festivali
Fransa’nın güneyinde bulunan Cannes şehrinde düzenlenen bir film festivalidir. Uluslararası festivalde büyük ödül “Altın Palmiye”dir. Bu film festivali Avrupa’da en önemli festivallerden biridir. Festivalde her yıl ortalama 20 civarında film yarışmaktadır. Jüri başkanı ve jüri üyeleri değerlendirme yaparlar. Bu festivalde şu ödüller verilmektedir: Altın Palmiye, Büyük
Jüri, En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Senaryo, En iyi Kısa Film ve Altın Kamera Jüri Ödülü. Bu festivalin ilki 1945 yılında Auguste ve Lois Lumière tarafından gerçekleştirilecekti. Fakat II. Dünya Savaşı’ndan sonra ertelenmek zorunda kalmıştır. Bundan dolayı festival ilk olarak 1946’da yapılmıştır. Politik bazı sıkıntılardan dolayı 1968’de yapılamadı. Festivalin en şok gelişmesi 1975 yılında gerçekleşti. Bir grup azınlık festivali protesto etmek için saldırı gerçekleştirdi. Festival bombalandı. Ama ölen ya da yaralanan olmadı. Bu festival hâlâ yapılmaktadır. 2008’de bu ödülü Fransa kazanmıştır.
3. Berli Film Festivali
Adı Berlin Uluslararası Film Festivali’dir. Berlinale olarak da bilinir. 1951 yılından beri düzenlenmektedir. Her yılın şubat ayında gerçekleştirilen bu film festivalin ödülleri ise Berlin şehrinin sembolü olan ayılardır. Yarışmada altın ve gümüş ayı verilmektedir. Açılış Berlinale Palas’ta yapılır.
En iyi film ve yaşam boyu başarı dallarında verilmektedir. Gümüş Ayı Ödülleri;
- En İyi Yönetmen
- En İyi Erkek Oyuncu
- En İyi Kadın Oyuncu
- En İyi Müzik
- Olağanüstü Sanatsal Performans
- Jüri Büyük Ödülü (Kısa Film) dallarında verilmektedir.
Bu ödülü alan ilk ülke İsveç’tir. 2008 yılında ise José Padilha adlı film ile Brezilya Altın Ayı ödülüne layık görülmüştür.
Ayrıca Oscar, Berlin Film Festivali ve Cannes’in dışında Venedik Film Festivali de prestijli bir film festivalidir.
Uluslararası Spor Müsabakalarının Sosyal ve Ekonomik Boyutu
Spor bir eğlence olarak ortaya çıksa da siyasi ve ekonomik yönü de oldukça önemlidir. İnsanların toplu yaşamaya başlamaları ile spor ortaya çıkmıştır. Günümüzde spor daha çok ticarileşme yolundadır, diyebiliriz. Çünkü çoğu spor dalında rekabet düzeyinde uluslararası federasyonlar, ligler ve ekipler ortaya çıkmıştır.
Ayrıca bu müsabakalardaki gelirler, reklamlar, televizyon gelirleri de azımsanmayacak kadar büyük bir yer tutmaktadır. Ekonomi, spor ve politika bugün iç içedir. Politika ile sporun en önemli ilişkisi ise spora verilen açılım imkânıdır. Ekonomi ve spor halkın mutluluğunu sağlamalıdır. Günümüzde sporun yapılanması devletlerin siyasi ve ekonomik yapılanmasıyla yakından ilgilidir. Çağdaş toplumlarda spor hayatın vazgeçilmezleri arasında yer alırken, geri kalmış ülkeler bu önemi henüz anlayamamışlardır. Yani spor aslında gelişmişliğin de bir göstergesidir. Ayrıca boş zamanların değerlendirilmesinde spor ekonomisinin doğmasına neden olmuştur. Bu şekilde boş zaman açığı spor ile doldurulmuştur. Ayrıca 1980 sonrası reklam, yayın hakları ve sponsorluk gibi meselelerin düzenlenmesi ile spor ekonomi ile olan bağını daha da güçlendirmiştir. Devletlerde sporun gelişmesi için kampanyalar düzenlemişlerdir. “Herkes İçin Spor” ve “Hayatın İçinde Olun” bunlardan sadece birkaçıdır. Spor, toplumla iç içedir. Siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelere paralel olarak önem kazanmaktadır. Son zamanlarda dünyada FİFA ve UEFA gibi örgütlenmeler spor ve sporcular için önemli bir süreçtir. Bu kuruluşlar sayesinde hem sporcuların korunması sağlanmış hem de spor adeta kayıt altına alınmıştır.
Fifa Dünya Kupası
FIFA Dünya Kupası, Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği (FIFA)’nin dört senede bir düzenlenen futbol organizasyonudur. 1930 yılında yapılmaya başlanmış, 19 ve 1946 yılında II. Dünya Savaşı nedeniyle yapılamamış olan Dünya Kupası’na gitmek için dünya üzerindeki 200 milli takım 2 sene boyunca mücadele verirler. Yapılan 18 şampiyonadaki en başarılı takım, kupayı 5 kez kazanan Brezilya’dır.
Olimpiyat Oyunları
Beş kıtayı temsilen ilk kez 1920 Olimpiyatları’nda kullanılan Olimpiyat Bayrağı, mavi daire Avrupa’yı, sarı daire Asya’yı, siyah daire Afrika’yı, kırmızı daire Amerika’yı, yeşil daire de Avustralya’yı temsil etmektedir. Bu beş kıtanın üzerinde bir tek güneş parlar. Güneş ışınlarından yararlanılarak bir büyüteçle yakılan olimpiyat meşalesi de oyunlar devam ettiği sürece söndürülmez. Olimpiyat Oyunları veya kısaca Olimpiyatlar, dört yılda bir yapılan geniş kapsamlı bir spor organizasyonudur.
Antik şekli Eski Yunan’da yapılan oyunlar Fransız soylusu Pierre de Fredy, Baron de Coubertin tarafından 19. yüzyılın sonlarında modernize edilmiştir. Olimpiyat Oyunları’nın yaz sporlarını içeren ve daha iyi bilineni olan Yaz Olimpiyatları, 1896’dan beri Dünya Savaşları istisnaları hariç her dört yılda bir yapıla gelmiştir. Kış Oyunları ise 1924’te yapılmaya başlanmıştır ve 1994’ten beri Yaz Oyunlarının yapıldığı yıllardan iki sene sonra yapılmaktadır.
Antik (Klasik) Olimpiyatlar
Antik Olimpiyatların tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte hakkında pek çok söylenti vardır. Olimpiyatların tarihinin M.Ö. 14. yüzyıla kadar uzandığı tahmin edilmektedir. Oyunların Yunanistan’ın Olympia Yöresi’nde başladığı tahmin edilmektedir. M.Ö. 776 yılından itibaren ise oyunların tarihi kesin olarak tutulmaya başlanmıştır.
Oyunlar 12 yüzyıl boyunca hiç ara verilmeden, her dört yılda bir yapıldı. Bir süre Yunan Yarımadası’nın, daha sonraları da Yunanistan’ı ele geçiren Romalılar yoluyla tüm Roma İmparatorluğu’nun katılması ile devam etti.
Tanrılar veya yöresel bir kahraman adına yapıldığı tahmin edilen bu büyük şölenin, ilkel de olsa, mutlaka dine dayalı bir başlangıcı bulunuyor. M.Ö. 776 yılında yapılan ve I. Olimpiyatlar olarak adlandırılan bu oyunların programında yer alan ve 192 metrelik sahanın boyuna eşit “Stadion” olarak tanımlanan yarışmanın galibi Coroebus da ilk Olimpiyat Şampiyonudur. Geleneklere göre, her Olimpiyat Oyunu bu yarışı kazanan atletin adı ile anılıyor.
Zamanla yarışma sayısı artırıldı. Program bir günden beş güne uzatıldı.
XIV. Olimpiyatlardan sonra, sahanın geliş - gidişini kapsayan bir yarış eklendi. Sonraları mesafe koşuları, boks, güreş, boks ve güreş karışımı Pankration (Pentatlon) denen beşli yarışma, zırhları ile yarışan askerlerin koşuları ve atlı araba yarışları ile program genişletildi. Olimpiyat Oyunları’nın ilk 600 yılı içinde, Yunan günlük hayatının vazgeçilmez unsuru olan kölelerin yarışmalara katılmasına izin verilmedi. Katılacak yarışmacıların tamamının Yunan kanından gelmesine özen gösterildi.
Yunan Yarımadası’nın Romalıların eline geçmesi ile durum değişti ve imparatorluk sınırları içinde yaşayan herkese Olimpiyatlara katılma hakkı tanındı. M.Ö. 146 yılından itibaren, o zamana kadar genellikle Peloponez yörelerinden gelen Olimpiyat şampiyonları, zamanla “Küçük Asya” denilen Anadolu’dan gelenlere boyun eğdiler.
Antik Olimpiyatlarda kadın sporcular yer alamıyordu. Hatta kadınlar, seyirci olarak dahi sahaya giremiyorlardı. Zaman içinde Olimpiyatlar sırasında, ancak olimpiyat alanı dışında olmak üzere Tanrıça Hera adına bayanlar için yarışmalar düzenlendi. Oyunlar kademeli olarak Romalılar Yunanistan’daki gücünü arttırdıkça etkisini kaybetmeye başladı. Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olunca oyunların din dışı ve Hıristiyan etkisine karşı bir durum olduğu düşünülmeye başlandı. 393 yılında İmparator Theodosius bin yılı aşkın tarihi olan oyunları kaldırdı.
Modern Olimpiyatlar
393 yılında Olimpiyat oyunları tam olarak bitmedi. 17. yüzyılda dahi İngiltere’de bu isimle bir spor festivali gerçekleşmekteydi. Bu arada Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerde pek çok festival düzenlenmekteydi. Ama bu organizasyonlar daha ufak boyutlu ve yerel düzeydeydi. Oyunları tekrar organize etme çabası 19. yüzyılın ortalarında Alman arkeologların Olympia antik kentinin kalıntılarını bulmasından itibaren arttı.
Bu dönemde, Baron de Coubertin 1870 - 1871 yıllarında Almanya ve Fransa arasındaki savaşı neden Fransa’nın kaybettiğini araştırıyordu. Baron de Coubertin’in düşüncesine göre yenilginin nedeni Fransa’da gerçek anlamda fiziksel eğitimin verilmemesidir. Bunu sporla aşma düşüncesine girer. Ona göre gençlik sadece kapalı sınıflarda değil aynı zamanda, açık havada spor yaparak yetişmelidir. Baron, Fransa’da çağın gerisinde kalan eğitim ve spor kuruluşlarına yeni bir sistem getirmek istedi. Aynı zamanda ülkeleri spor ile daha yakınlaştırarak ve sporla yapılan rekabet ile savaşları önlemenin daha doğru yol olduğunu düşündü.
16 Haziran - 23 Haziran 1894 arasında Paris, Sorbonne Üniversitesi’nde düzenlenen bir kongrede bu düşüncelerini farklı ülkelerden dinleyicilere aktardı. Kongrenin son gününde ilk modern olimpiyat oyunlarının da antik oyunların doğum yeri olan Atina’da, 1896 yılında yapılmasına karar verildi. Oyunları organize etmek için Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) kuruldu. Komitenin ilk başkanı olarak Yunan Demetrius Vikelas seçildi.
Kongrede kabul edilen ilkeler şöyle sıralandı:
- Olimpiyatlar, eskiden olduğu gibi, her dört yılda bir yapılacak.
- Olimpiyatlar, Klasik Yunan’da olduğunun aksine, tüm dünya sporcularına açık olacak ve yarışma programı, günün sporlarını içerecek.
- Yarışmalarda sadece büyükler yer alacak.
- Amatörlük kuralları, kesinlikle uygulanacak.
- Olimpiyat organizasyonu “gezici” olacak ve her olimpiyat başka bir ülkede yapılacak.
İlk oyunlar Atina’da 1896’da başarı ile tamamlandı. Toplam katılan sporcu sayısı 250’den az olmasına rağmen, oyunlar o tarihe kadar yapılan en çok katılımlı spor organizasyonu oldu. Ve ikinci oyunların düzenlenmesi için IOC, Paris’i tercih etti.
1896 yılında 15 ülkeden 245 sporcu ile başlayan oyunlar, 2000 yılına gelindiğinde Sidney’de 200’ü aşkın ülkeden 10 bin 500 katılımcıya kadar çıktı. Yine Sidney’de 16 bin gazeteci ve televizyon muhabiri bu organizasyonu takip etti. Bu şekilde oyunlar dünyanın en büyük medya olaylarından biri durumuna geldi. Bugün oyunları 4 milyara aşkın kişinin televizyonlardan izleyebildiği bilinmektedir. Bu denli büyük büyüme yine de sorunlara neden olmaktaydı. 1980’lerdeki finansal sorunlar, sponsorlar ve yayın hakları ile bir şekilde çözülse de bu denli yüksek sayıda katılımcı, medya ve seyirciyi konuk etmek şehirler için oldukça büyük yük getirmektedir. Yunanistan Devleti’nin Olimpiyat Oyunlarını boykot etme ve yapılmamasını isteme gibi bir hakkı vardır.
Sporlar
Beysbol, Basketbol, Plaj Voleybolu, Boks, Kano, Bisiklet, Dalma, Binicilik, Futbol, Eskrim, Judo, Hentbol, Çim Hokeyi, Pentatlon, Ritmik Jimnastik, Kürek, Yelken, Atıcılık, Softbol, Yüzme, Senkronize Dalma, Senkronize Yüzme, Masa Tenisi, Trambolin, Tekvando, Tenis, Triatlon, Voleybol, Sutopu, Halter, Güreş.
Olumsuzluklar
Küreselleşen dünyada birçok olumsuz gelişme yaşandı. Dünya savaşları, bloklaşmalar ve soğuk savaş dönemi bu olumsuzlukların en önemlileriydi.
Dünya Savaşları
Modern olimpiyatlar yapılmaya başladığı 1896 yılından itibaren iki kez dünyayı saran savaş nedeniyle duraklatıldı. I. Dünya Savaşı nedeniyle bir kez, II. Dünya Savaşı nedeniyle ise iki kez oyunlar iptal edildi.
İskenderiye ve Budapeşte’nin de aday olduğu ve sonunda Berlin’de yapılmasına karar verilen 1916 yılındaki 6. Olimpiyatlar, I. Dünya Savaşı nedeniyle iptal edildi. Oyunlar 20 yıl sonra 1936 yılında Berlin’de yapılabildi.
Berlin’de yapılan ve Hitler’in gövde gösterisine dönüşen bu oyunlardan 4 sene sonra 1940 yılında Helsinki’de yapılması gereken oyunlar bu defa II. Dünya Savaşı nedeniyle iptal edildi. 1939 yılında savaş başlamadan 1944 yılındaki oyunların da Londra’da yapılmasına karar verilmişti. Ancak 1944’e gelindiğinde savaşın hâlâ devam etmesi nedeniyle 1944 Olimpiyatları da yapılamadı. II. Dünya Savaşı’nın bitmesi ile oyunlara ev sahipliği yapamayan bu iki şehir 1948 ve 1952’deki Olimpiyatları düzenleme hakkını elde etti.
Politika
Politika, oyunlar üzerine her zaman etkisini göstermiştir. Bunun ilk ve en önemli örneği 1936 Berlin Olimpiyatları’nda yaşanmıştır. Adolf Hitler, oyunları bir güç gösterisi ve Nazi propagandası için araç olarak kullanmış ve bunda da başarılı olmuştur. Hitler’in yaptığı açılış konuşması tüm dünyada radyodan dinlenmiştir. 1936 Olimpiyatları’na damga vuran olay ise ABD’Ii siyahî atlet Jesse Owens’in çıplak ayakla dört altın madalya kazanıp, rekorlar kırması ve ırkçı Hitler’in stadyumu terk etmesine neden olmuştur. Sovyetler Birliği 1952 yılına kadar olimpiyatlara katılmadı. Bunun yerine 1928 yılından itibaren Spartakiads adıyla kendine yakın ülkelerin katılmasıyla başka bir spor organizasyonu düzenledi.
1962 yılında çoğunluğu bağımsız sosyalist ülkelerden oluşan ve önderliğini Endonezya’nın yaptığı bazı ülkeler tarafından Games of the New Emerging Forces (GANEFO) -Yeni Ortaya Çıkan Güçlerin Oyunları olarak tercüme edilebilecek yeni bir organizasyon hazırlığı başlatıldı. Bunun üzerine Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC), bu organizasyonda yarışacak sporcuların Olimpiyatlara katılma haklarının olmayacağı şeklinde bir deklarasyon yayınladı. Bir kez 1963’de Jakarta’da yapılan oyunlar, 1967’de Kahire’de yapılması planlandığı halde yapılamadı.
1968 Olimpiyatları iki siyahî atletin olimpiyat tarihine geçecek gösterisine şahit olmuştur. 200 metre yarışında rekor kırarak altın madalya alan Tommie Smith ve aynı yarışta 3. olarak bronz madalya alan John Carlos madalya töreninde siyah eldivenli ellerini yumruk şeklinde havaya kaldırarak adına yarıştığı ABD’deki ırk ayrımcılığını protesto etmişlerdir. Bunun sonucu iki atlet de milli takımdan uzaklaştırılmışlardır.
1996 ile 2002 yılları arasında Afganistan’ın oyunlara katılması ülkedeki Taliban rejimi nedeniyle engellendi. Afganistan bu hakkı 2004 yılında tekrar kazandı.
Şimdiye kadar düzenlenen olimpiyat oyunlarına hiçbir Müslüman ülke ev sahipliği yapamamıştır.
Boykotlar
Ülkelerin çeşitli protestolarını göstermek için Olimpiyatlara katılmayı boykot etmesi oyunları özellikle Soğuk Savaş döneminde oldukça etkilemiştir. Boykotların oyunların gücüne en büyük etkisi ise 1980 ve 1984’de peş peşe yapılan Moskova ve Los Angeles’deki oyunlarda görülmüştür. 1979 yılında Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesini protesto eden ve ABD’nin başını çektiği 64 ülke Moskova’yı protesto etti. Oyunlara sadece 80 takım katıldı.
Dört sene sonra bu defa ABD’de yapılan olimpiyatları Doğu Bloğu ülkeleri boykot etti. SSCB’nin önderliğinde aralarında Doğu Almanya ve Küba’nın bulunduğu 13 ülke olimpiyatlara katılmadı.
Ancak olimpiyatlar tarihinde ilk boykot 1956 yılında Hollanda, İspanya ve İsviçre tarafından Macaristan’daki ihtilali protesto için yapıldı. Bunun yanında Kamboçya, Mısır, Irak ve Lübnan Süveyş Bunalımı (Savaşı) olarak da bilinen Arap - İsrail Savaşı’nın protesto için bu olimpiyatlara katılmadı.
1968 ve 1972’de pek çok Afrikalı ülke Yeni Zelanda, Zimbabwe (Rodezya) ve Güney Afrika’nın Olimpiyatlara katılması engellenmesi nedeniyle lOC’nin karar almasını istemiş ve boykotla tehdit etmişlerdir. Son olarak 1976 Montreal Olimpiyatları’na Yeni Zelanda Rugby takımının ırkçı yönetimi nedeniyle sportif ambargo uygulanan Güney Afrika Cumhuriyeti’nde bir turnuvaya katıldıktan sonra olimpiyatlara kabul edilmesini protesto etmek için bu oyunlara katılmamıştır. 22 ülke oyunları boykot etmiştir.
1988’de Kuzey Kore, Seul’deki (Güney Kore) oyunlara katılmadı. Bu oyunlara Küba, Etiyopya ve Nikaragua da katılmadı.
1972 Münih Olimpiyatları’nda, oyunlar tarihinin ilk ve en önemli terör olayı gerçekleşmiştir. Kara Eylül Örgütü’ne bağlı Filistinli 8 terörist İsrail adına yarışan 11 sporcuyu esir almıştır. İki sporcuyu hemen öldüren teröristler diğer 9 sporcuyla beraber Almanya’yı terk etmek üzere havaalanına geldiklerinde Alman güvenlik güçlerinin operasyon hazırlığında olduğunu fark etmiş, 9 sporcuyu öldürüp çatışmaya girmişlerdir. Toplam 18 saat süren olayda 11 sporcunun yanı sıra bir Alman polisi ve 5 terörist de ölmüştür.
Yine 1972 Olimpiyatlarında kapanışın yapılacağı 11 Eylül günü Stuttgart’tan bir uçak kaçırıldığı ve Arap teröristlerin törene bomba atacağı haber alındı. Yetkililer kaçırılan uçağı iki adet savaş uçağının takip ettiğini ve Münih’e yaklaşması halinde düşürüleceğini açıkladılar. Ancak bir süre sonra radarın takip ettiğinin başka bir sivil uçak olduğu ortaya çıktı. Kaçırılan uçak ise bir daha bulunamadı.
1996 Atlanta Olimpiyatları’nda Olimpiyat Parkı’nda bir bomba patladı. Patlama sonucu bir seyirci öldü ve 100’den fazla kişi yaralandı. Melih Uzunyol adlı TRT kameramanı ise olayı çekmek üzere koşarken kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Soruşturmaların sonucunda bombayı Eric Robert Rudolph adlı bir ABD vatandaşının koyduğu ortaya çıktı.
Doping Skandalları
Olimpiyatların ruhuna en çok zarar veren etkenlerin başında son yıllarda kullanımı gittikçe artan doping etkisi olan ilaç kullanımı gelmektedir. Özellikle Atina Olimpiyatları’nda başta halter gibi güce dayalı sporlar olmak üzere pek çok doping vakası ile karşılaşıldı ve alınmış pek çok madalya iade edildi.
Aslında ilk olimpiyatlarda doping etkili ilaç kullanımı yasak değildi. Hatta 1904 yılında maratonu kazanan Thomas Hicks’e yarış içinde dahi antrenörü tarafından güçlendirici ilaçlar verildi. Ancak zaman içinde bunun spor ruhuna aykırı olması ve ileri safhalarda sağlık problemleri yaratması nedeniyle yasaklanması söz konusu oldu. İlk olarak 1956 Melbourn’da konu gündeme geldi. Olimpiyat tarihinin dopinglerle ilgili en dramatik olayı ise 1960’da gerçekleşti. Danimarkalı bisikletçi Knut Enemark Jensen yarış sırasında bisikletten düşerek öldü. Daha sonra ölümünün kullandığı dopingli ilaçlardan kaynaklandığı ortaya çıktı. Bu olay üzerine 1963 yılında Avrupa Komisyonu’nda doping konusu ele alındı ve ilk kontroller yetersiz de olsa, 1964 Tokyo Olimpiyatlarında yapılmaya başladı. Ancak pek çok spor federasyonunun koyduğu dopingli sporcuya men cezasını uygulama kararını IOC ilk olarak 1967’de verdi. Ve olimpiyatlar tarihinde ilk doping testi pozitif çıkan sporcu 1968 yılında İsveçli atlet Hans-Gunnar Liljenvvall oldu. Sporcu kazandığı bronz madalyayı alkol kullanımı nedeniyle kaybetmiş oldu.
Olimpiyatların en bilinen doping olayı ise 100 metre yarışında Seul Olimpiyatları’nda ortaya çıktı. Kanadalı Sprinter Ben Johnson yarışı rekor kırarak kazanmış ve bu oyunların belki de en önemli madalyalarından birini kazanmıştı. Ancak doping testleri sonucu pozitif çıkınca madalyayı iade etmek zorunda kaldı ve 2 yıl men cezası aldı.
Voyager Uydusu
Voyager Uzay Araçları, Güneş sisteminin ötesinde çalışmak ve buralardan Dünya’ya bilgiler göndermek üzere düzenlenmiştir, ikiz araçlar olan Voyager 1 ve Voyager 2, 1977 yılında uzaya gönderilmişlerdir. Voyager 1, Mart 1979’da Jüpiter’in 286.000 km uzağından geçti ve gezegenin dört doğal uydusuyla ilgili önemli bilgileri Dünya’ya iletti.
Daha sonra Kasım 1980’de Satürn’ün 124.000 km uzağından geçti ve gezegenin halkalarıyla uydularını inceledi. Bundan sonra, Voyager 1 güneş sisteminin dışına çıkabileceği bir rotaya yerleşti. Voyager 2, Temmuz 1979’da Jüpiter’in ve uydularının Ocak 1986’da Uranüs’ün ve Ağustos 1989’da da Neptün’ün yakınından geçti ve bu gezegenlere ait görüntüleri Dünya’ya ulaştırdı. Voyager 2’nin son durağı olan Neptün’e ulaşması tam 12 yıl sürdü. Bu yolculuk sırasında, Neptün üzerindeki koyu leke ve gezegendeki fırtına sistemi keşfedildi. Neptün’ün daha önceden bilinmeyen altı küçük uydusunun fotoğrafı çekildi. Voyager 2, Neptün’ün bilinen uydusu Triton hakkında tahminlerin yanlış olduğunu gösteren veriler gönderdi. Voyager 2, son durağı olan Neptün’den ayrıldıktan sonra Güneş sisteminden çıktı. Voyager 2, Güneş sisteminden çıktıktan sonra fotoğraf çekemeyecek duruma gelmiştir. Fakat, 2015 yılına kadar Dünya’ya bazı sinyaller gönderebilecek. Her şey planlandığı gibi giderse, 42.000 yılında Voyager 2, Ross 248 yıldızının, 296.000 yılındaysa Sirius yıldızının yakınlarından geçecek.
Bu yıldızların yakınlarındaki bir aracının kenarına takılmış bakış diski ve nasıl kullanılacağını gösteren tarifi bulacaklardır. Bu diskte, Türkçe dahil, 55 Dünya dilinde ve bir balina lehçesinde, kendilerine binlerce yıl öncesinden gönderilmiş şu mesajı dinleyeceklerdir: “Bu, bizim uzak, küçük dünyamızdan bir hediye. Sizin zamanınızda yaşayabilmek için kendi zamanımızı aşmaya çalışıyoruz.”
Türk Dış Politikasındaki Gelişmeler
Balkanlar
Türkiye’nin Balkan politikasının temelinde Yunanistan’la yaşanan sorunlar gelmektedir. Daha önceye giderek Soğuk Savaş dönemine bakalım.
Soğuk savaş döneminde Yunanistan’ın komşuları olan Arnavutluk ve Makedonya ile problem yaşaması Türkiye ile sakin bir dönem yaşanmasına neden olmuştur. Bu dönemde iki ülke arasında sadece Ege’de yaşanan 12 mil sorunu vardı.
Türkiye, Bosna konusunda da büyük çaba harcamıştır. Sorunun çözümü için İslam Konferansı bünyesinde bir Temas Grubu kurulmasına önayak olmuştur. Hatta BM Barış Gücü’ne asker (1400) ve 18 tane F-16 göndermiştir.
Türkiye, Balkanlardaki Yugoslavya’nın parçalanmasını istemiyordu. Çünkü bu parçalanma Balkanlardaki istikrar ve işbirliğini bozabilirdi. Dolayısıyla Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünü savundu.
Bulgaristan’daki rejimin yıkılması Türkiye’yi mutlu ettiği söylenebilir. Çünkü yeni durumda Türk-Bulgar ilişkileri gelişecek ve Türk azınlık rahatlayacaktı. Türkiye ayrıca ABD'nin girişimleriyle Mart 1994’te kurulan Boşnak-Hırvat Federasyonu’nun büyük destekçisi olmuştur. Kısacası Türkiye bir ülkedeki bir azınlığın kendi başına devlet kurması ve ardından da kendine akraba ve dost saydığı bir ülke ile birleşmesine karşı olduğu gibi, Balkanlardaki bir çatışmaya da karşıdır. Balkanlar; Türkiye için çok önemlidir. Çünkü batıya giden yol üzerindedir. Ayrıca Türkiye Balkanlarda ne kadar barış ve huzurun koruyucusu olursa o kadar da Avrupalı sayılmış olacaktı.
Kafkaslar
Kafkaslardaki en önemli sorun Sovyet Rusya idi. Yani bu devletin tehdit oluşturabilecek tavırları idi. Türkiye Kafkaslar konusunda Soğuk Savaşın sonlarına doğru rahatlamıştır.
Çünkü Gorbaçovlu Rusya tüm çabasını içerideki reformlara harcıyordu. Ayrıca Rusya Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması ile Türkiye için Kafkaslarda tehdit olmaktan çıkmıştı. 1991 yılında Sovyetlerin dağılması Türkiye’yi daha da rahatlatmıştır. Çünkü Türkiye’nin kuzey doğu sınırında artık güçlü bir Rusya yoktu. Onun yerine küçük küçük devletler vardı. Bu dönemde (1993) Türkiye’nin Rusya ile ticareti 2 milyar doları aştı. Bu da şunu gösteriyor ki, taraflar birbirinden endişe etmemektedir.
Türkiye Kafkaslardaki bazı gelişmelerde kendini tarafsız kabul etmemiştir. Örnek verecek olursak Ermeni-Azeri çatışmalarında Türk Devleti ve kamuoyu etnik bağdan dolayı Azerbaycan’ın yanında yer almıştır. Bu destek olayında şüphesiz ki Azeri lider Ebulfez Elçibey’in “Panturanizm" söylemi de önemli bir etkendir.
Türkiye Kuzey Kafkasya’da yaşayanlara karşı da çok ılımlı bir politika takip etmiştir. Türkiye’nin bu bölgeye karşı sloganı; Bağımsızlık ve Lâik, demokratik rejimlere sahip olmaktı. Yani yapıcı bir politika uygulanıyordu.
Türkiye Balkanlarda olduğu gibi Kafkasya’da da bu yapıcı politika sayesinde çok çabuk dostluklar ve iyi ilişkiler kurmuştu. Hatta bir zamanlar (Azerbaycan işgali) sıkıntılı olduğu Ermenistan’a dahi buğday yardımı başta olmak üzere yardım gönderiyor ve batının gönderdiği yardımların bu ülkeye ulaşmasını sağlıyordu.
Türkiye Kafkas ülkeleriyle (Ermenistan, Azerbaycan, Nahçıvan, Gürcistan) ticari faaliyetlerini yoğun bir şekilde sürdürmektedir.
Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ)
25 Haziran 1992’de İstanbul’da imzalanan Karadeniz çevresindeki ülkelerin ekonomik işbirliği projesidir.
Kurucu Üyeler
Arnavutluk, Azerbaycan, Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Romanya, Rusya, Türkiye, Ukrayna ve Yunanistan’dır.
Sırbistan sonradan katılmıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti ve Karadağ’ın katılım isteği ise Türkiye ve Yunanistan’ın vetosu yüzünden gerçekleşmemiştir.
Bu birliğe üye olmak için Karadeniz’e sahili bulunma şartı aranmamıştır. Karadeniz Ekonomik İşbirliği’ni uluslararası bir örgüte dönüştüren KEİB Antlaşması, 5 Haziran 1998’de Yalta’da imzalanmıştır. Bu antlaşma ile KEİT kurumsallaşma dönemine son vermiş ve proje uygulamasına geçmiştir.
Amacı
KEİ’nin amacı ticari, ekonomik, bilimsel ve teknolojik işbirliğini geliştirmek ve Karadeniz Bölgesi’nin barış, işbirliği ve refah bölgesi haline gelmesini sağlamak. Taraflar arasında mal ve hizmet ticaretinin artırılması amaçlanmıştır.
Uzun vadede ise mal, sermaye ve hizmetlerin serbest dolaşımını sağlamaktadır.
Çalışma Grupları
- Bankacılık ve Finans
- İstatistik Veri ve Ekonomik Bilgi Değişimi
- Ulaştırma
- Ticaret ve Endüstriyel İşbirliği
- İletişim
- Çevre Koruma
- Turizm Alanında İşbirliği
- Tarım ve Tarımsal Sanayi
- Yasalara İlişkin Bilgi
- Enerji
Yapısı
Dışişleri Bakanlar Konseyi: En yüksek karar alma organıdır. Yılda iki kez toplanır. İlk iki dönem başkanlığını Türkiye yapmıştır.
KEİ Parlamenterler Asamblesi (KEİPA): Alınan kararların uygulanabilmesi için gerekli yasal çalışmaları yapar.
Karadeniz Ekonomik İşbirliği Konseyi (KEİK): Üye ülkelerin iş çevrelerini temsil etmektedir.
Türkiye'nin Ortadoğu Politikası
ABD ve Avrupa kaynaklarındaki Orta Doğu ifadesi oldukça geniştir. Batılıya göre Orta Doğu; Kuzey Afrika, Arap Yarımadası, Orta Doğu Ülkeleri, Körfez ülkeleri, Afganistan, hatta Orta Asya ve Kafkas ülkelerini kapsamaktadır.
Bu ülkelerin birçoğunda demokratik rejimler yoktur. Ekonomik gelişme az olsa da enerji gelirleri ile bu açıklarını kapatmaktadırlar. Sosyal hayat gelişmediği gibi uluslararasındaki hukuk sistemi de bu ülkelerin çoğunda yoktur. Ayrıca bu bölge uluslararası terörizmin yoğun yaşandığı bölgedir.
Türkiye Soğuk Savaş döneminde yaşanan Arap-İsrail Savaşları’nda Araplardan yana bir tavır almıştır. İsrail - Filistin Savaşları’nda da bu tavrını sürdürmüştür. Filistin konusunda BM’nin “taksim" planına da Türkiye aynen Arap dünyası gibi karşı çıkıyordu. Çünkü Türkiye’ye göre bölünme bölgede istikrarı bozabilirdi. Tek ve bağımsız bir Filistin Devleti daha mantıklı idi. Fakat Türkiye daha sonraları Arap - İsrail konusundaki sıkıntıları çözmek için oluşturulan Filistin Uzlaştırma Komisyonu’nun içinde yer aldı. Bu durum Arap dünyasında tepki ile karşılanmıştır.
Türkiye Ortadoğu’da daha da aktif bir politika izleyerek güvenlik doğrultusunda bazı paktların kurulmasında aktif rol oynadı. Örneğin, 1955’te Bağdat Paktı’nın kurulmasında aktif sorumluluklar yüklenmiştir. (Pakt; Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında kurulmuştur.) Türkiye, Mısır’da ise Nasır yönetimi ve güçlerine karşı mücadele ediyordu. Süveyş Kanalı buhranında Türkiye; Mısır’a saldıran İngiltere ve Fransa’yı hukuk ihlâli yapmakla suçlarken, olayların sorumlusu olarak da Mısır Devlet Başkanı Nasır’ı suçlamıştır.
Irak’ta 1957’de Kral Faysala karşı yapılan darbe sonrası Türkiye bölgeye müdahale yapmak istemiş; fakat ABD engellemişti. Bu gelişme üzerine Irak, Bağdat Paktı’ndan ayrılmış ve paktın adı CENTO (Merkezi Anlaşma Teşkilatı) olmuştur.
Türkiye, Irak’taki darbeden etkilenen ve ABD’den yardım isteyen Ürdün’ün bu tavrını destekleyerek, bu esnada ABD’ye İncirlik Üssü’nü kullandırtmıştır.
Türkiye Soğuk Savaş döneminden sonra da Orta Doğu’da aktif siyaset İzlemeye devam etmiştir. Devamlı ezilen toplumun yanında yer almaya devam etmiştir. Bölünmüş bir Irak’a karşı çıkmıştır. Ülkeye zarar veren terörden dolayı komşularıyla ilişkilerini gözden geçirmiştir. Ayrıca en son 2009 başlarındaki Gazze saldırılarında açıkça İsrail’e tepkisini göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve halkı masum Filistin halkının manevi olarak yanında yer aldığı gibi maddi olarak da bu ülkeye olan desteğini esirgememiştir.
Türkiye Ordusunun Sınır Dışı Görev Alması
Uluslararası barışın sağlanması amacıyla BM ve NATO kararlarıyla Türkiye Cumhuriyeti 63.686 askerini dünyanın değişik bölgelerine göndermiştir. Halen Kabil, Bosna - Hersek, Kosova ve Letonya’da 1045 civarında askerimiz görev yapmaktadır.
Türk Askerlerinin Aldığı Görevler
Kore: Türk askerinin uluslararası ilk görevidir. 1950 - 1953 arası 3 yıl sürmüştür. Dönüşümlü olarak 52 bin asker görev almıştır.
Somali: 1993-1994 yıllarında görev yapmıştır. Somali’deki insani yardım hareketi olarak düzenlenen Ümit Operas- yonu’na 300 asker ile katılmıştır.
Bosna - Hersek: UNPROFOR Hareketi’ne katılmıştır. 1464 kişi ve 18 uçak ile katılan Türk askeri 1993-1995 arası görev yaptı. NATO bünyesindeki harekâta da katılan Türkiye 1995-2004 yılları arasında da bölgede görev yapmıştır.
Ariyatik Deniz: NATO’nun düzenlediği SHARPGUAR harekâtına katılmıştır. Bölgede 1992-1996 arası kalmıştır. Bu harekâta 5 bin asker, 18 firkateyn, 2 denizaltı ve 4 akaryakıt gemisi ile katılmıştır.
Arnavutluk: Bu ülkede yaşanan olaylar üzerine insani yardım dağıtan ALBA Harekâtına katıldı. (Nisan 1997-Ağustos 1996 arası) 779 kişiden oluşan 1 deniz piyade taburu bu göreve dahil olmuştur.
İran - Irak: BM gözetiminde 10’ar kişilik askeri heyete dönemler halinde katıldı.
Kuveyt: Irak’ın Kuveyt’e saldırısı ile BM harekâtına 75 askerimiz katılmıştır.
Doğu Timor: 2000-2004 arası dönemler halinde 8 subayımız görev yaptı.
Afganistan: Uluslararası Güvenlik ve Yardım Harekâtı adı verilen göreve 3.350 asker ile katıldı. (2002-2005 arası)
Gürcistan: AGİT Harekâtına 2000-2004 arası 10 subay ile katılmıştır.
Kongo Demokratik Cumhuriyeti: Bu ülkede 30 Temmuz 2006’da yapılan seçimlerde BM Çokuluslu Barış Gücü’ne destek amacıyla katıldı. (15 askeri personel)
Makedonya: Makedonya’daki silahlı militanların silahsızlandırılması maksadıyla NATO’nun Essential Harvest Harekâtına bir bölük timi ile katılmıştır. (Ağustos-Ekim 2001)
2009 yılı başlarında ise Somalili korsanlara karşı mücadele amacıyla TBMM’nin aldığı kararla Körfez’e Türk askeri gönderilmesine karar verilmiştir.
Türk askeri bu görevlerin yanı sıra Katrina Kasırgası sonrası ABD’ye bir C-130 uçağı göndermiştir (2005). Pakistan depreminde bölgeye yardımlar Türk Hava Kuvvetlerine ait kargo uçakları ile taşınmıştır (2005).
Türk Kızılayı ve Yardımları
Türk Kızılayı Osmanlı Devleti döneminde 1868 yılında kurulmuştur. Kurulduğu zaman adı "Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti’ idi. Kurulduğu andan günümüze kadar dünyanın dört bir yanına ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşmuştur.
Türk Kızılayı’nın amacı nerede olursa olsun hiçbir ayrım yapmaksızın insanın acısını önleme ve hafifletmeye çalışma, insanların hayatını ve sağlığını korumak, onun kişiliğine saygı gösterilmesini sağlamak ve insanlar arasındaki karşılıklı anlayışı, dostluğu işbirliği ve sürekli barışı getirmeye çalışmaktır. Türk Kızılayı, ihtiyaç anında dayanışmanın, ıstırap anında şefkatin, savaşın en yoğun olduğu anda insancılığın, tarafsızlığın ve barışın sembolüdür.
Türk Kızılayı tarafsızlığını hiçbir zaman bozmamıştır. Örneğin Kafkasya’daki Rusya-Gürcistan (2008) savaşından hemen sonra Gürcü halkının yardımına koşmuştur. Kızılay birçok bölgeye yardım göndermiştir. Türk Kızılayı, halen dünyanın en büyük 5. yardım kuruluşudur.
Ayrıca Uluslararası Yardım kuruluşu olan Kızılay - Kızılhaç Konfederasyonu’nun 5 yönetici ülkesinden birisidir.
Türk Kızılayının ülke genelinde 680 şubesi bulunmaktadır. Genel merkezi Ankara’dır. Ülkemizde de çok çalışan Kızılay, deprem, tabii afet gibi olaylardan hemen sonra o bölgelere ulaştığı gibi Ramazan ayında da 50 bin aileye gıda yardımı yapmaktadır.
Türkiye'de Meydana Gelen Gelişmeler
Terör Olayları ve Nedenleri
Bugün dünya genelinde bakıldığında terörün önemli bir sorun olduğu hemen göze çarpmaktadır. İspanya, İngiltere, ABD gibi devletleri etkileyen terör olayları maalesef ülkemiz için de önemli bir sorundur. Bugün ülkemiz kamuoyunu önemli ölçüde etkileyen terörün izlerini geriye doğru 1950’lere kadar götürmek mümkündür. 1950’ler, II. Dünya Savaşı sonrası idi. Dolayısıyla tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de sosyoekonomik sıkıntılar had safhada idi. 1960 - 1980 yıllarında Türkiye’yi tehdit eden en önemli sorun sağ - sol çatışması, 1980’den günümüze kadar ise Türk - Kürt ayrımı ile terör canlandırılmak istenmiştir. Ayrıca bu olayların ortaya çıkış zamanı da oldukça manidardır. Türkiye’nin tam da siyasi, sosyal ve ekonomik sıçrayışa geçeceği zamanlarda terör olayları patlak vermektedir. Bu bağlamda terörün çok farklı nedenleri olabilir. Ekonomik ve sosyal nedenlerden tutalım da bölgesel özelliklere kadar birçok neden sayılabilir. Terörde bu nedenler etkili olduğu gibi; kültürel farklılık, bazı sosyal değerlerin değişmesi, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına saldırı, topluma yabancılaşma, nesillerin birbirine olan bağlılığın azalması da gösterilebilir. Ayrıca terör olaylarında dış güçlerin de etkisi unutulmamalıdır. Zira dünya hakimiyetine aday olduğunu düşünen devletler kendilerinden güçlü bir ülke istemediklerinden bazen terör olaylarına alet olabiliyorlar.
Yıllardan beri terör belası ile uğraşan güvenlik güçlerimiz (asker ve polis) yeterince tecrübe kazanmışsa da bu yeterli değildir. Terör örgütlerinin sistematiği, gerçekleştirmek istedikleri hedefler, taktikleri, mücadele usulleri konusunda tam bir bilgilenme sağlanmalıdır. Ayrıca kurulacak çok ciddi bir istihbarat ağı ile bu örgütler tam olarak kontrol altına alınmalıdır.
Bir de terörle mücadele konusunda bilimsel verilerden yararlanmak gerekiyor. Yani neler yapılırsa, çözüm yolları bulunursa bu sorun ortadan kalkar? Galiba bu soruların cevabını bulmak gerekiyor. Bulamadığımız zamanlar "terörizm” ile mücadeleden çok “terörist” ile mücadele etmek zorunda kalırız. Bir şekilde terör örgütlerinin çoğalmaması sağlanmalı. Yoksa her öldürülen terör örgütünün yerine yenileri katılabilir.
Bir de şu unutulmamalıdır. Terörle mücadele etmek sadece güvenlik güçlerinin görevi olmamalı. Terörü bir bütün olarak düşünmek zorundayız. Çünkü terörizm sadece bir güvenlik sorunu değil, terörün siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel boyutu da vardır. Yani ülkedeki tüm kurumlar ve kuruluşlar bu tehlikeye karşı tek vücut olmalıdır.
Terörü Önleme Yolları
Terörle mücadele hususunda atılması gereken en önemli adım gençliğin terör tehlikesinin ağına girmemesini sağlamaktır. Zira bazı şeylerin hâlâ oturmadığı, duygunun her şeyin önünde olduğu, araştırma ve merakın üst seviyede olduğu gençler terör örgütlerinin ağına çok çabuk düşebiliyorlar. Bunu önlemenin de tek yolu eğitimden geçmektedir. Nesillerin cahil yetişmemesine bağlıdır.
Çünkü çok iyi eğitim alan bir genç, devletine, milletine, tarihine barışık olup, milli birlik ve beraberliğin bozulmaması için çalışır.
Zihnen, bedenen ve ruhen iyi yetişen gençler hiçbir zaman terör örgütlerinin ideolojilerine alet olmazlar. Bunu yapacak olan da bütün bir Türk milletidir. Güvenlik güçleri bu kısmın sadece silahla mücadele boyutunda yer almakla birlikte olayı bir bütün olarak ele alırsak medyadan tutup üniversitelere ve hatta tüm bireylere bazı sorumluluklar düşmektedir. Terörü önlemenin bir diğer yolu da terörün daha çok yaşandığı yerlere her alanda hizmet götürülmesidir. Halk kendini terör örgütlerinin kolları altında değil devletin şemsiyesi altında görmelidir. Bu da o bölgeye yapılacak yatırımlarla olacaktır. İşsizlik giderilmeli, alt yapı - su ve elektrik gibi gereksinimler karşılanmalıdır. Yani halk devletini her zaman kendi yanında hissetmelidir. Halkın aydınlatılması açısından yazılı ve görsel medyaya çok iş düşmektedir. Terör olayları haber yapılırken özendirilmemelidir. Hiçbir zaman bir teröristin reklamı da yapılmamalıdır. Sonuç olarak söylemek gerekirse en ciddi olarak 1984’te başlayan ve günümüzde hâlâ devam eden terörden ülkemizde bir gün mutlaka kurtulacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti bunu başaracak güçtedir. İnanıyoruz ki jeopolitik önemi, doğal güzellikleri, her geçen gün artan genç nüfusu ile her devleti kıskandıran ülkemiz bu badireyi de atlatacak ve 21. yüzyılın parlayan, dostuna güven, düşmanına ise korku salan ülkesi olacaktır.
1999 Marmara Depreminin Sosyal ve Ekonomik Sonuçları
17 Ağustos 1999’da tüm Türkiye Marmara Depreminin şoku ile uyanmıştır. Richter ölçeğine göre gece saat 03.02’de 7,4 büyüklüğünde bir deprem yaşanmıştır. Bu deprem Türkiye’nin ve milletimizin yaşadığı en büyük felaketlerdendi.
Deprem Kocaeli, Sakarya, Yalova, Bolu, İstanbul, Bursa ve Eskişehir’de çok ciddi hissedilmiş; ama en büyük can ve mal kayıpları Kocaeli, Sakarya ve Yalova’da yaşanmıştır.
Resmi rakamlara göre 15.466 insanımız yaşamını yitirirken, 23.954 kişi de yaralanmış, 100 binin üzerinde bina hasar görmüştür.
Depremin yaşandığı bölge Türkiye nüfusunun %23’üne denk gelmektedir. Deprem özellikle konut, ticari ve sanayi yapı, otoyol, köprü, alt yapı, ulaşım, makine, teçhizat, mamul mal stoklarında önemli kayıplara neden olmuştur. Yine deprem sonrası sanayinin kalbi olan bölgede üretim durmuş veya düşük kapasite ile çalışmıştır. Bu durum ise milli hâsılada kayıplara neden olmuştur.
17 Eylül 1999’da açıklanan rakamlara göre depremin ülkemize faturası 9-13 milyar dolar arasındadır.
Kamu kesimi bu depremden çok ciddi etkilenmiştir. Altyapı ve üretim tesislerinin uğradığı hasarların telafisi için yapılan harcamalar, ayrıca depremden dolayı vergi ertelemeleri ve vergi kayıpları kamu finansmanını zora sokmuştur. Tüm bunlar birleştirilince depremin kamu finansmanına zararı 6,2 milyar dolar olduğu tahmin edilmiştir. Bunun 2,5 milyar doları kredi ve hibe yoluyla gelen dış yardımlarla sağlanmıştır. Depremin bu ekonomik boyutundan başka sosyal boyutu da unutulmamalıdır. 17Ağustos’u takip eden 12 Kasım 1999 Düzce depremi yaşanmış ve o soğuk günleri insanımız çadırda geçirmek durumunda kalmıştır. Depremin akşam saatlerinde (Düzce Depremi) ve Ağustos depreminin de gece meydana gelmesi kurtarma çalışmalarını zorlaştırmıştır. Bu durumda göçük altında bir yakını bulunan kişileri isyan ettirmiştir. Kargaşalar yaşanmış ve bundan dolayı pek çok insana ulaşılamamıştır. Ayrıca bu depremlerde itfaiye binası da yıkılmış ve itfaiyeciler göçük altında kalmıştı. Durum böyle olunca itfaiye birçok yerde çıkan yangınlara müdahale edememişti. Sonuçta birçok insanımız yanarak veya boğularak yaşamlarını yitirdi. Depremin bir diğer boyutu da insan ruh sağlığında açtığı yaralardır. Çünkü doğal afetlere bağlı olarak Travma Sonrası Stres Bozukluğu ve Depresyon vakaları görülmektedir. Depremler ruh sağlığını etkilediği gibi bu konudaki çalışmaları da etkilemiştir. Mesela Türkiye’de 1970 - 2003 arası ruh sağlığı ile ilgili yazıların %25’i depremle ilgilidir. Yine depremden sonra ruhsal travma çalışmaları iki katına çıkmıştır. Depremlerin bu kadar olumsuz yanının dışında bazı olumlu yanları da göze çarpabiliyor. Deprem ve afetler, toplumda derin acılara neden olmakla birlikte toplumun içindeki bazı güçlerin de ortaya çıkmasını sağlıyor. Bu da insanımızdaki yardım hassasiyeti, özellikle bu depremden sonra yapılan yardım kampanyaları ve devletin bazı ürünlere koymuş olduğu ek vergilere rıza gösterme milletimizin içindeki o yardım yapma güzelliğini göstermektedir. Yine bu depremde dayanışma zemininin ortaya çıktığı görülmüştür. İnsanlarımız birbirlerine tek vücut olarak nasıl yardım edebileceklerini gösterdi. Birçok insanımızın dünya görüşü ve hayata bakışı değişti. Yardım severlik, dostluk ve komşuluk gibi çok güzel değerler bir kez daha ön plâna çıktı. İnsanımızın olağanüstü çalışması birlikteliğe, dayanışmaya, aç kalmış birçok insan için yalnız olmadıkları hissini vermiştir. Güçlü olduğumuz ve bu işin de üstesinden gelebileceğimiz anlaşılmıştır. Yine 1999 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinde dünyanın dört bir yanından Türkiye’ye yardımlar gelmiştir. Dünya bir kere daha karşılıksız vermeyi ve halkların birbiri ile temasını başarmıştı. Dünya milliyetçilik propagandasını geride bırakıp yardımımıza koşmuştur. Ayrıca Türk halkı şunu da bir kez daha hissetmişti: Yurt dışındaki komşularımız için Türkiye’nin ne kadar değerli olduğunu. Örneğin Yunanistan’la Türkiye arasındaki geçmişte yaşanan sıkıntılar bir anda unutulmuş ve bu devlet Türk halkının yardımına koşmuştu. Tüm bunlarda depremin sonunda yaşanan güzellikler olsa gerek.
Türk Dünyasında Eğitimde İşbirliği
Bu alandaki projelerin en önemlisi 1990’larda Türkiye’nin başlattığı “Büyük Öğrenci Projesi” dir.
Amacı
Türk Cumhuriyetleri ve toplulukların eğitim düzeyini artırmak, yetişmiş insan gücü gereksinimini karşılamaya yardımcı olmak. Türkiye dostu genç nesiller yetiştirmek ve Türk dünyasıyla kalıcı bir kardeşlik ve dostluk kurmak amaçlanmıştır.
Projenin Başlangıcı ve Kapsamı
Projeye 1992 - 1993 eğitim öğretim yılında başlanmıştır. Başlangıçta sadece beş Türk Cumhuriyeti ile başlayan projeye daha sonra diğer Türk toplulukları da eklenmiştir. Planlamaya göre başlangıçta 10.000 öğrenci hedeflenmişti. Bunların 7000’i yükseköğrenim, 3000’i ise ortaöğrenim için planlanmıştır.
Öğrenci kabulü için Türk Cumhuriyetleri ve Akraba Toplulukları Sınavı (TCS) yapılacaktır. Öğrencilerin kayıt, devam, başarı, disiplin durumlarını izlemek ve Dışişleri Bakanları aracılığıyla ilgili ülkelere bildirmek ve mezun olan öğrencilerle işbirliğini sürdürmek ÖSYM ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın görevidir. Yükseköğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu da bu öğrencilere barınma imkânı sunmuştur.
Burs sağlanan ülkeler aynı zamanda eğitim temsilcileri de gönderiyorlardı. Bu kişilerin görevi öğrencilerini izlemek, onların iş ve işlemlerini yürütmektedir.
Burslu öğrencilerden Türkçesi yetersiz olanlar için Türkçe öğretim merkezleri açılmış ve burada 1 yıl ders görmektedirler. Ankara, Gazi, Ege ve Abant izzet Baysal Üniversiteleri bünyesinde TÖMER bölümleri açılmıştır. Türkiye’nin şu ana kadar sağladığı bursların %76’sı kullanılmıştır. 1992-1999 arası 2.981 öğrenci mezun olmuştur. Yine bu süre zarfında kayıt yenileme, başarısızlık gibi nedenlerden dolayı 9.185 öğrencinin bursu kesilmiştir.
Yükseköğretim için hedeflenen 7.000 burslu öğrenci hedefi 2001 yılı itibariyle aşılmıştır. Bu sayı 24.000’i bulmuştur. Ortaöğretim için hedeflenen 3.000 sayısına ise ulaşılamamıştır.
T.C. Hükümeti Tarafından Öğrencilere Sağlanan Maddi Destekler
2000 yılı itibariyle; Lisans öğrencilerine aylık 40 milyon, lisansüstü öğrencilerine aylık 45 milyon verilmişti ilk 6 ay için. İkinci altı ayda ise bu rakamlar 45 ve 50 milyon TL yapılmıştır. Ayrıca;
Giyecek yardımı: 25 milyon lira, kırtasiye yardımı: 22 milyon lira üniversite öğrenci katkı payı ve İkamet tezkeresi ücreti devlet tarafından ödenmektedir.
Yurtlarda ücretsiz barınma imkânı sağlanmaktadır. Toplu taşıma imkânı ücretsiz sağlanmaktadır. Ayrıca acil durumlarda İl Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarınca tedavi giderleri karşılanmaktadır.
Sonuç olarak; Sovyetlerin dağılması ile bağımsızlığını kazanan Türk Devletleri ve diğer Türk toplulukları yeni umut ve beklenti içine girmişlerdir. Böyle bir ortamda Türkiye de üzerine düşeni yapmış ve tarihsel ve kültürel bağları nedeniyle ortaklıkları canlandırma ve geliştirme fırsatı bulmuştur.
Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi (TÜRKSOY)
Kuruluşu
Türkçeyi konuşan ülkelerden olan Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkiye ve Türkmenistan arasında kültürel işbirliğini artırmak amacıyla
12 Temmuz 1993’te Almatı’da imzalanan bir belgedir. Kısa adı TÜRKSOY’dur.
Bu kuruluşa Başkurdistan, Hakasya, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Tataristan ve Tuva Cumhuriyeti gözlemci olarak katılmıştır.
TÜRKSOY, üye ülkeler arasında kültür ve işbirliğini sağlamayı amaçlamış, üye ülkelerin iç politikalarına karışmayan bir kuruluş olup üye ülkeler eşit haklara sahiptir. Çalışma alanı ve prensipleri bakımında UNESCO’ya benzer.
TÜRKSOY’un resmi dili Türkçe olup, merkezi Ankara’dır.
TÜRKSOY ile üye ülkeler arasında dostluklar kurulacak, ortak Türk kültürü, dili, sanatı, tarihi ve tarihi miras araştırılarak ortaya konulacaktır. Bir diğer amaç da ortak Türk kültürünü ve sanatını kalıcı kılmaktır.
Çalışma Alanları
- Üye ülkeler arasında kültürel ve sanatsal faaliyetler yapmak
- Ortak Türk kültürünü, dilini, sanatını, sporunu, oyunlarını ve diğer kültürel değerlerini ortaya çıkarmak
- Ortak değerleri tanıtan filmler yapmak, radyo ve televizyon programları hazırlamak
- Tiyatro, müzik, halk dansları ve festivaller düzenleyerek bu konuda diğer kuruluşlara öncülük etmek
- Güzel sanatlar alanında çalışmaları teşvik etmek ve sergiler açmak
- Süreli, süresiz etkinlikler yapmak
- Türk kültürüne hizmet etmiş önemli şahsiyetler adına anma günleri düzenlemek
- Konferans, sempozyum ve paneller düzenlemek
- Bazı vakıf, dernek ve uluslararası kuruluşlarla ilişkiler kurmak ve ortak çalışmalar yapmak
TÜRKSOY ile UNESCO; eğitim, bilim, kültür ve sanat alanında işbirliği ve evrensel değerlerin korunmasını içeren antlaşma imzalamışlardır.
Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP)
Kısa adı GAP olan Güneydoğu Anadolu Projesi, Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde yapılan barajlar, hidroelektrik santraller ve sulama tesislerinin yanı sıra kentsel ve kırsal alt yapı, ulaşım, sanayi, eğitim, sağlık gibi alanlarda yapılması öngörülen projeler bütünüdür. Yukarı Mezopotamya olarak bilinen Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin sosyal ve ekonomik kalkınmasını amaçlayan insan endeksli bir projedir. Amaç devletin o bölge halkına hizmet götürmesidir. Proje hâlâ devam etmekte olup en büyük eseri Atatürk Barajı’dır.
Atatürk Barajı ile enerji üretimi sağlanmış ve ayrıca bölgeye sulama imkânı da sağlanınca yılda birkaç ürün yetiştirilebilmiştir.
İnsan endeksli olan GAP projesi ile bölge halkının daha iyi bir yaşam kalitesine ulaşmasını ve diğer bölgelerle arasındaki gelişmişlik farkının ortadan kaldırılması hedeflenmektedir. Teknik özellikleri, fiziki büyüklüklerinin yanı sıra insani ve yenilikçi yaklaşımları ile bu proje bugün dünyanın ilgisini çekmektedir. Proje sayesinde iş alanları açılacak, halkın gelir düzeyi yükselecektir. Proje henüz tamamlanmamasına rağmen elde edilen sonuçları; tarihin ilk uygarlıklarına tanıklık etmiş bu bölgede yeni ve daha parlak bir uygarlık ortaya çıkarabileceği konusunda Türkiye’ye ve dünyaya olumlu mesajlar vermektedir.
GAP; Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa ve Şırnak illerini kapsamaktadır.
GAP’ın tamamlanması ile bölgede sanayi %16’dan %24’e çıkacak. Hizmetler %44’ten %53 olacaktır. Ayrıca hızlı nüfus artışına rağmen fert başına düşen re- el gelir artışı önemli ölçüde artacak ve ekonomi kendi kendine büyüme sürecine girecektir.
Sendikalar
Sendikalar dünyada buharlı makinelerin kitlesel üretimde kullanılmasıyla başladı. İngiltere, Fransa ve Almanya’da kötü çalışma koşullarını iyileştirmek isteyen işçilerin dayanışma dernekleri kurmaları sonucu sendikalar ortaya çıkmıştır.
Türkiye’de ise Cumhuriyetin ilânından önce sendikaya benzer örgütlenmeler olsa da ciddi olarak 1970’li yıllardan sonra ortaya çıkmıştır. Fakat bunlar daha çok yardım sandığı şeklindeydi. Bunların ilki Ameleperver Cemiyeti’dir. Bugün ülkemizde bol miktarda sendika vardır. Bunların önemlilerini sıralayalım.
- Türk-İş’e Bağlı Sendikalar (Harb İş, Ağaç İş, Haber İş gibi)
- Disk’e Bağlı Sendikalar (Birleşik Metal İş Sendikası, Türkiye Basın İşçileri Sendikası gibi) Hak-İş’e Bağlı Sendikalar (Hizmet İş, Çelik İş, Öz Gıda İş Sendikası gibi)
- Memur Sendikaları
- Kesk’e Bağlı Sendikalar
- Mermer-Sen’e Bağlı sendikalar
- Türkiye Kamu-Sen’e Bağlı Sendikalar
- Hürriyetçi Kamu-Sen’e Bağlı Sendikalar
- Anadolu Kamu-Sen’e Bağlı Sendikalar
- Ayrıca Bağımsız Sendikalar (Eğitim ve Bilim İş- görenleri Sendikası, Tüm Eğitimciler ve Eğitim Müfettişleri sendikası gibi)
Dernekler
Dernekler günümüzde hayatın bir parçası haline gelmiştir. Bazıları kuruluş amaçlarıyla, bazıları da isimleriyle ön plâna çıkmıştır. İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı rapora göre bugün Türkiye’de 80 bin 757 dernek var. Dernekler en az 7 kişi ile kuruluyor. Dernek sayısı olarak İstanbul (13.670), Ankara (6.986), İzmir (4.029), Bursa (2.965), Konya (2.244) gibi sıralama yapılmaktadır.
Türkiye'de Öğrenci, Kadın ve İşçi Hareketleri
Öğrenci Hareketleri
Türkiye’de ilk ciddi öğrenci olaylarına 27 Mayıs 1960 ihtilâlinde rastlıyoruz. Menderes hükümetinin devrilmesinde öncelikle olaylar öğrenci olayları ile başlamıştır. Bu olaylar cılız olsa da sonraki bazı olaylara örnek teşkil etmiştir.
Öğrenci olaylarında 1968 yılı dünyada olduğu gibi Türkiye’de de önemli bir yıldır. Çünkü bu tarihte tüm dünyada ve Türkiye’de kapitalist - emperyalist hegemonyanın varlığı sorgulanmaya başlamıştır. 1968’in öncesinde 1961 anayasasının getirdiği özgürlükçü ortam etkili olmuştur. Bu bağlamda Türkiye İşçi Partisi (TİP) meclise girmiş, Fikir Kulüpleri Federasyonu kurulmuş (sonradan adı Dev - Genç olmuştur), ayrıca Devrimci İşçi Sendikası Konfederasyonu’nun (DİSK) kurulması 1968’i adeta tetiklemiştir. Bu tarihlerde üniversite olayları yoğun olarak yaşanmıştır.
Yine 1970’li yıllardan sonra İlerici Gençler Derneği’nin (İGD) kurulması gençliğin yeniden ele alınmasını gündeme getirmiştir. Öğrenci olayları Türkiye’de hemen hemen her darbe öncesinde kendini hissettirmiştir. 1960, 1971 darbelerine 12 Eylül 1980 ihtilâli öğrenci faaliyetlerine çok ciddi darbe vurmuştur. Birçok öğrenci tutuklandığı gibi hemen hemen bütün öğrenci dernekleri de kapatılmıştır.
Anavatan Partisi’nin 1983’te iktidara gelmesiyle öğrenci derneklerine yeniden izin verilmiştir (1984). Yine bu yıllarda Türkiye Öğrenci Dernekleri Federasyonu (TÖDEF) kurulmuştur.
1993-1995 yılları yine öğrenci olayları ile geçmiştir. Harç zamları ve paralı üniversiteler yurt genelinde protesto edilmiştir.
Kadın Hareketleri
Türkiye’de kadın hareketleri, 1980’li yıllarda başlamış dense de bu hareket çok eskilere dayanmaktadır. Osmanlı döneminde 1870’lerden itibaren Osmanlı kadını söz söyleme hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı gibi konularda mücadele ettikleri gibi gazete, dergi ve romanlar yazarak yayın hayatına, iş hayatına girdiler ve hatta dernekler dâhi kurdular.
Yirminci yüzyıl başlarında kadın derneklerinin sayısı daha da arttı. Kadınlar 1919’dan itibaren oy hakkı istemeye başladılar. Cumhuriyetin kurulmasında ciddi çalıştılar. “Kadınlar Halk Fırkası” adlı bir parti kurmak istedilerse de buna izin verilmedi. “Türk Kadınları Birliği” adlı derneği kurdular. Türk kadını 1926’da Medeni Kanun ile yeni haklara, 1930’da Belediye seçimlerine, 1933’te Muhtarlık seçimlerine ve 1934’te ise Milletvekili seçimlerine katılma hakkını elde etmiştir. Meclise ilk kadın milletvekili bile gönderilmişti.
1935 - 1975 arası, kadın hareketleri konusunda çok sönük geçmiştir. Bu dönemde kadınlar daha çok hayır derneklerinde çalışmaya teşvik edilmişlerdir. 1975’te ise kadınlar “İlerici Kadınlar Derneği”ni kurarak mücadelelerini sürdürmüşlerdir.
Yeni kadın hareketi ise ancak 1980’lerde başladı. Bu harekete feminist hareket de denebilir.
Akademisyen ve eğitimli kadınların oluşturduğu "bilinç yükseltme” grupları ve 1989’da yayınladıkları Feminist Manifestosu ile toplumdaki erkek hegemonyasına karşı mücadeleyi hızlandırmışlardır.
2001 ve 2002’de yürürlüğe giren yeni Medeni Kanun kadın hareketinin en somut başarısı olarak görülmektedir. Kadınlar aile içi şiddet konusunda “kadın sığınakları” modelini (Mor Çatı) benimsediler. Ayrıca 1998’de devlet "Aileyi Koruma Yasası”nı kabul etti. Bu da kadın hareketi konusunda önemli bir başarıdır.
Kadın hareketi, namus cinayetlerini önlemek için Diyarbakır’da KAMER örgütünü kurmuştur. Yine bu örgütlerden bir diğeri de Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği’dir. (KA-DER)
İşçi Hareketleri
Osmanlı Devleti döneminde kurulan en ciddi işçi derneği Amele-i Osmanlı Cemiyeti’dir. Fakat Osmanlı Devleti’nde 1908’e kadar ciddi bir işçi eylemi görülmemektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde 1946’da sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağı kaldırılınca sendikaların kurulması da hızlanmıştır.
1960’larda sendikaların geniş haklarının olduğu bir dönemdir. Fakat 12 Eylül 1980 darbesinde sendikalar ve faaliyetleri askıya alınmıştır. 1987’den sonra grevler çoğalmış, yeni yasalar yapılmış, bazıları yasal, bazıları ise açıkça yasaklanmasına rağmen grev-dışı faaliyetlerde çok ciddi artışlar olmuştur.
1989 sonrası dönemde sendikalı işçilerin mücadelesi artmış, bu hem maaşlarına yansımış, hem de siyasal düzlemde önemli bir yer tutmuştur.
1990’lı yıllarda ise kamuda çalışan işçiler örgütlenmişlerdir. Memurların sendikal ve siyasal hakları daha sınırlayıcı idi. Grev ve toplu istifaları yasaklanmıştı. Bu yasaklar için çeşitli cezalar getirilmişti. Ayrıca üniversite öğretim üyeleri ile öğretmenlerin derneklere üye olmaları ön izne bağlanmıştır.
- Sendikalar birer kitle örgütleridir.
- İşçi sınıfının hak ve çıkarlarını koruduklarından dolayı birer sınıf örgütleridirler.
- Siyasi parti, işveren ve devletten bağımsız olmaları yönüyle bağımsız örgütlerdir.
- Üyelerini ve yöneticilerini özgürce seçtiklerinden sendikalar demokratik örgütlerdir.
Küresel Isınma
Dünyadaki gözlemlenen iklim değişikliği önemli sorunları da beraberinde getirmektedir. Bunun için bazı önlemlerin alınması gerekmektedir. Bu konuda Birleşmiş Milletler (BM) bazı kararlar almıştır. (31 Mart 2007) Bu rapora göre 100 yıl içinde küresel ısınmaya bağlı olarak dünyadaki ortalama hava sıcaklığı 1.8 derece artacak. Denizler 59 cm yükselecek ve İstanbul gibi kıyı şehirlerinin önemli bir bölümü sular altında kalacak, 3 milyar insan su sıkıntısı çekecek ve 600 milyon insan ise su sıkıntısından dolayı ölümle karşı karşıya gelecek.
Bu konuda çalışmaları olan bir önemli organ ise TİME Dergisi’dir. Bu dergi, araştırmaları soncu bazı çözüm yolları sunmuştur. Şimdi bunları inceleyelim:
- Mısır yakıtı kullanın. Bu sayede küresel ısınmaya yol açan gazların atmosfere salınımı %7 düşer.
- Evinizi izole edin. Küresel ısınmaya yol açan gazların %16’sı konutlardan oluşuyor. İzole sonrasında konutların ısınma enerjisi %40 düşer.
- Ampulleri değiştirin. 7 wattlık çevre dostu ampulleri kullanın.
- Sokakta LED ampulü %40 daha az enerji harcıyor.
- Organik kıyafet giyinin. Organik kıyafetler hazırlanırken %60 oranında daha az enerji harcanıyor.
- Yolculuğu paylaşın. Araştırmaya göre insanların %38’i yalnız seyahat ediyor. İşe gidip gelirken arabalarda toplu seyahat edin. Trafikteki araç sayısı azalmış olsun.
- Jeotermal ısıtma kullanın.
- Hybrld otomobil kullanın. Bu otomobilde elektrik ve benzin olmak üzere iki motor bulunuyor. %20’ye yakın yakıt tasarrufu sağlıyor.
- Ekolojik makyaj. Diğer makyajlar çevreye zarar veriyor. Bunun yerine bitki özlerinden yapılan organik makyaj kullanın.
- Plâstik kullanmayın. Yılda 500 milyar poşet kullanılıyor. Bir plâstik ancak 1000 yılda doğadan temizleniyor.
- Geri dönüşümlü kâğıt. Bu kâğıdın üretim safhasında %60 daha az enerji harcanıyor. Ayrıca kâğıt yapımı için yılda 900 milyon ağaç kesiliyor.
- Toplu taşıma kullanın. Atmosfere yayılan gazın %14’ü araçlardan kaynaklanmaktadır.
- Bekleme modu. Evlerde harcanan elektriğin %75’i bekleme moduna alınan televizyon ve bilgisayardan kaynaklanmaktadır.
- İnmiş lastiklere dikkat edin. Çünkü havası inmiş bir lastik %10 yakıtı artırır.
- Küçük evde oturun. Çünkü 200 m2’lik bir evi ısıtmak için 100 m2’lik bir evden 215 kat daha fazla yakıt tüketiliyor.
- Eski kıyafeti verin. Çünkü eski kıyafetlerin eritilip kumaşa dönüşmesiyle %76 enerji tasarrufu sağlanıyor.
- Gökdelene izin verin. Cam dış cepheli binaların aydınlatma ve ısınması beton binalara göre daha ekonomiktir.
- Mecburi olmadıkça kravat takmayın. Çünkü kravat takmayınca daha az terlersiniz. Klimalar daha az çalışır. Dolayısıyla daha az enerji harcanmış olur.
- Ofis değil evde çalışın. İmkânı olanlar ofis yerine evde çalışırsa ulaşım azalacak ve havaya salınan sera gazlarında da düşüş olacak.
- Yazın pencere açın. Klima yerine 1 pencere açarsanız yıllık 22i7 ton olan kişi başı karbon gazı salınımını 1.8 ton azaltırsınız.
- Bahçenize bambu. Çapı geniş dallara sahip olan bitkiler, saldıklarından daha çok karbon gazını emebiliyor.
Çevre Kirliliği
Çevre; Dünya üzerinde yaşayan canlıların yaşamlarını boyunca ilişkilerini sürdürdüğü dış ortamdır. Eko- sistem adı da verilebilir. Toprak, hava, su bu sistemin fiziksel yapısını; insan, hayvan ve bitkiler ise biyolojik yapısını oluşturur. Hava, su ve toprak üzerinde olumsuz etkilerin oluşması ile ortaya çıkan ve canlıların hayati aktivitelerini olumsuz yönde etkileyen ve cansız çevre üzerinde yapısal zararlar meydana getiren yabancı maddelerin hava, su ve toprak ile karışması sonucu ortaya çıkan karmaşık duruma “çevre kirliliği” adı verilmektedir. Gelişen teknoloji aslında insan hayatını kolaylaştırsa da çevreye de çok ciddi zararlar vermektedir. Bu zararın boyutu ise her geçen gün artmaktadır. Fabrikalardan çıkan duman ve atıklar, araba egzoz gazları ev ve işyerlerindeki yakıtın oluşturduğu kirlilik bunlardan sadece birkaçıdır. Özellikle fabrikaların bazen zehirli olan atıklarının göl ve denizlerle karışması sonucu binlerce kuş veya balık türü ölüme sürüklenebiliyor. Çevre kirliliği bırakın sadece hayvanları, insanları dahi tehdit edebiliyor. Yaşamı daha mükemmel hâle getirmek, daha sağlıklı bir ömür sağlayabilmek amacıyla kırsal olsun, şehir merkezi olsun fark etmez çevre konusunda duyarlı olan nesiller yetiştirmek her insanın önemli görevlerindendir.
Terör
Terörden dünya olduğu kadar ülkemizde çok çekmiştir. Terör örgütleri geçmişte olduğu gibi günümüzde de faaliyetlerini sürdürmektedir. Terörde çoğu zaman sivil kayıplar söz konusu oluyor. Masum insanlar bir anda ölüm gerçeği ile yüz yüze kalabiliyorlar. Terör ile mücadele konusunda bazı hususların hayata geçirilmesi gerekmektedir. Bunlardan birkaçını şu şekilde sıralayabiliriz.
- Tüm kurumlar bu konuda üzerine düşeni yapmalıdır.
- Vatandaşa devletin şefkati hissettirilmelidir. Bağnazlık, önyargı ve etnik milliyetçilikten kaçınılmalıdır.
- Terörün beslendiği bölgelere iş sahaları açılmalı ve o yöre insanları istihdam edilmeli.
- Terörü besleyen ideolojiler film, tiyatro, belgesel gibi görsel ve yazılı basın aracılığı ile çürütülme- lidir.
- Terörle mücadele konusunda uzmanlaşmış insanlara konferans ve seminerler verdirilmelidir. Örgütlerin tutarsızlıkları tespit edilip örgütten kopma sağlanmalıdır.
- Suç öncesi önleyici tedbirler alınmalıdır.
- Toplumu ayakta tutan birlik ve beraberlikten taviz verilmemelidir.
- Sivil toplum örgütleri aracılığı ile halk-devlet kaynaşması sağlanmalıdır.
- Gençleri terör örgütlerinin tuzaklarından uzak tutmak için onlara tarih şuuru, birlik ve beraberlik, doğruluk, sevgi gibi konular işlenmelidir.
Açlık ve Yolsuzluk
Dünya Gıda Örgütü verilerine göre, dünyada yaklaşık 925 milyon insan açlık tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu sayının artmasında gıda fiyatlarındaki artış ve küresel ısınma gelmektedir. Bir başka raporda Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü tarafından hazırlanmıştır. Rapora göre dünyada 37 ülke gıda krizi ile yüz yüzedir. Bu ülkelerde gıda fiyatları son 9 ayda yaklaşık olarak %45 artmıştır. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı yoksullukla mücadele konusunda önemli çalışmalar yapmıştır. BM, bu doğrultuda fonlar ayırıyor ve yapılan çalışmaları destekliyor. Peki, kime yoksul diyebiliriz? Bu sorunun cevabını da yine BM cevap veriyor. BM verilerine göre günlük 1 ABD dolarının altında yaşam sürdürenler yoksul sayılıyor. Bu oranın Türkiye için 2 ABD doları olduğu söylenir. Eskiden şöyle bir inanış vardı: Sanayileşme yoksulluğa çare olabilirdi. Sanayileşme sonrasında kurulan fabrikalar birçok insana iş imkânı açmışsa da yoksulluğu tamamen ortadan kaldıramamıştır. Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçilince birçok insanın yapabileceği şeyleri makineler yapmaya başlamış. Bu da büyük oranda işsizliğe neden olmuştur. Yoksulluk aslında beraberinde dışlanmışlığı da getirmiştir. Toplumsal dışlanmışlık. Gelişmiş ülkeler için yoksulluk sınırlarına dayanan yoksul mülteciler değildi. Bizzat ülkenin içinde bir sınıf doğuyordu ve bu sınıf kendini tam bir ikinci sınıf olarak görüyordu. Yani sorun aslında ekonomik olmaktan çıkmış küresel boyutlara ulaşan sosyal, kültürel ve ahlâki bir karakter kazanan ve sayılanda giderek artan toplumdan dışlanmış bir kesim ortaya çıkmıştır.
Salgın Hastalık
Salgın; belli bir insan popülâsyonunda, belirli bir periyotta yeni vakalar gibi görünen ancak önceki tecrübelere göre beklenenden fazla etki gösteren hastalıktır. Bir salgın yerel olabildiği gibi dünya çapında (global) da olabilir. Şimdi bu salgın hastalıklardan bazıları üzerinde duralım.
Tifo
Kirli içme suları ve pis yiyeceklerle bulaşan bir hastalıktır. Yaz ve sonbahar aylarında daha çok görülür. Kalp, beyin, böbrek, akciğer, karaciğer, göz ve kulak sinirlerini etkiler. Hastalık mikrobunun adı Salmomella Tuphi adlı bir bakteridir. Vücuda girdikten 7-15 gün sonra hastalık ortaya çıkar. Mikrop, tifolu hastaların dışkı veya idrarlarında, kanlarında, tükürüklerinde veya vücutlarında görülen deri döküntülerinde bulunur.
Belirtileri
- Yorgunluk ve baş ağrısı
- Yavaş yavaş yükselen ateş
- İştahsızlık
- Burun kanaması
- İshal
- Tansiyon düşmesi Kilo kaybı
- Pire ısırığına benzer kırmızı lekelerin vücutta oluşması
- Bademciklerin iltihaplanması
Tedavi
Bol su içilmelidir.
Protein yönünden zengin ve sindirimi kolay besinler seçilmelidir.
Bazı antibiyotikler kullanılmalıdır. (Amoksisilin, Kloramfenikol gibi)
Grip
Sağlıklı insanlarda bir haftada geçen bir hastalıktır. Kronik hastalığı olan kişilerde (şeker gibi) ölümle sonuçlanabilen etkisi vardır.
Grip virüsü bir RNA virüsüdür. Grip, virüs enfeksiyonu olduğu için tedavisi yoktur. Antibiyotikler tedaviye yaramaz. Hastalık 2-3 hafta içinde kendiliğinden geçer. Doktora gitmek ve 2-3 gün dinlenmek en iyi tedavi yöntemidir. Bu hastalıkta bol sıvı tüketilmelidir.
Virüs, öksürme, hapşırma, tokalaşma gibi nedenlerle bulaşır. Bu durumda o kişilerle temastan ve ortak eşya kullanmaktan (havlu gibi) kaçınılmalıdır. Bu hastalıktan korunmak için koruyuculuğu %80’i bulan aşılar yapılmaktadır.
Veba
Kara Ölüm veya Kara Veba adı da verilen bu hastalık Avrupa’da 1347-1351 yıllarında büyük ölümlere yol açmıştır. Salgına Yersiniapestis adı verilen bir bakteri yol açmıştır. Bu salgından Avrupa nüfusunun üçte biri öldüğü söylenir (Fransız vakanüvist Jean Froissort’ın araştırmasına göre). Salgın, Ortadoğu, Çin ve Hindistan’da da etkili olmuş ve yaklaşık olarak 75 milyon insan hayatını kaybetmiştir.
Bu salgından başka Viyana Salgını (1679), Marsilya Salgını (1720-1722), Moskova Salgını (1771) örnek olarak verilebilir.
Bu hastalığa Kara Ölüm denmesinin nedeni, deri altı kanamalar yüzünden vücudun siyahlaşmasıdır. Bu hastalık sonucu kasıklarda şişme meydana gelmektedir. Pire ve fare tarafından taşınan bir hastalıktır.
Sars
Hastalığın orijinal adı Sarstır. (Ağır akut solunum yolu yetersizliği sendromu). Bu hastalık ilk olarak Şubat 2003’te Asya, Kuzey Amerika ve Avrupa’da görülmüştür. Hastalığın kuluçka dönemi 2-7 gündür. Belirtisi daha çok öksürük, ateş, titreme ve baş ağrısı şeklindedir. (Hasta ile aynı evi paylaşanlara bulaşmaktadır.)
hastalığın Belirtileri
38 derecenin üzerinde ateş Soğuk terleme, baş ağrısı Kuru öksürük Boğaz ağrısı Solunum zorluğu
Hastalık genellikle öksürük yolu ile yayılır.
Tedavi Şekli
Bu hastalığın nedeni henüz belirlenmediğinden doktorlar hastalara daha çok belirtilere yönelik ilaçlar vermektedirler. Bu hastalığa yönelik antiviral ilaçlar denenmektedir.
12.04.2003 tarihine kadar WHO (Dünya Sağlık Örgütü) dünyada 2960 SARS vakası bildirmiştir. Bu vakalardan 1425’i iyileşmiş ancak 119’u yaşamını yitirmiştir.
Kolera
Vibrio Cholerae isimli bakteriden meydana gelen bağırsak enfeksiyonuna bağlı bir hastalıktır. Bu hastalıkta şiddetli ishal görülür. Hastalık genellikle dışkı bulaşmış kirli su ya da bu sularda yıkanmış gıdalar yoluyla geçer. Kanalizasyon eksikliği bu hastalığın en önemli nedenidir. Yılda 100.000 insan bu hastalıktan dolayı ölmektedir. Gelişmiş ülkelerde bu hastalığa rastlanmazken 2. ve 3. dünya ülkelerinde çok sık görülmektedir.
Bakteri vücuda girdikten 1-5 gün arası hastalık başlar. Sonuç; kusma ve ağır ishaldir. Vücut çok su kaybeder. Tedavisi çok basittir. Hastanın kaybettiği su oranında bir tür tuz ve glikoz karışımı içirilir. Hasta bunu ağızdan içemeyecek durumdaysa damardan verilir.
Ayrıca anti bakteriyel ilaç ve aşı tedavisi vardır. Hastalık için önlem ise içilen suların çok temiz olmasıdır. Temiz değilse kaynatılıp içilmelidir. Pişmemiş yiyeceklerden ve çiğ gıdalardan kaçınılmalıdır.
Kuş Gribi
Tavuk vebası olarak bilinen bir hastalıktır. Kanatlı hayvanlardan bulaşır. Hayvanlarla yoğun temas durumunda insanlara da bulaşan bir hastalıktır. Bu hastalık insandan insana bulaşmaz.
Hastalığın insandaki belirtisi ateş, boğaz ağrısı, kas ve eklem ağrıları, kuru öksürük, solunum güçlüğü, karın ağrısı ve ishaldir.
Kanatlı hayvan yetiştiren insanlara bulaşma olasılığı daha fazladır. Kanatlı hayvan etlerinin, iç ısıları 70 derece olan ortamda pişirilmesi durumunda insana bulaşma riski yoktur. Yumurtalar sabunlu suyla yıkanmalı ve en az 5 dk. kaynatılmalıdır. Bu hastalığa yönelik herhangi bir aşı bulunamamıştır.
Hastalıktan korunmak için antiviral ilaçlar kullanılmalıdır. Hastalıklı veya ölmüş hayvanlara temas edilmemelidir. Temas edilecekse eldiven kullanılmalıdır. Ölen kanatlı hayvanlar yakılmalıdır.
Kırım - Kongo Kanamalı Ateşi
Keneler yoluyla bulaşan bir hastalıktır. Evcil hayvanların yanı sıra insanlara da bulaşabilir. Doğu ve Batı Afrika’da yaygın bir hastalıktır. Tarım ve hayvancılık ile uğraşan kişiler için büyük risk vardır. Bu hastalığa ilk kez 1944’te Batı Kırım’da rastlanmıştır. Hastalığa Orta Asya’da daha önce Kara Humma adı veriliyordu. Afrika dışında Türkiye dahil Asya ve Doğu Avrupa’da da görülmüş bir hastalıktır. Türkiye’de ilk kez 2002’de görülmüştür. Hastalık kene ısırığı ile oluşmaktadır. Bu hastalığı bulaştırdığı bilinen 30 kene türü vardır. Sığır, keçi, koyun gibi hayvanlarda da bu virüse rastlanmıştır. Göçmen kuşlar etkisiyle virüs kıtalararası yayılmıştır. Henüz bu hastalık için bir aşı bulunamamıştır. Hastalığı geçirenlerin ömür boyu bağışıklık kazanabileceği bilinmektedir.
Türkiye’de bu hastalığa ilk olarak 2002 yılında Tokat ilimizde rastlanmıştır.
Hızlı Nüfus Artışı
Belirli bir alan veya bölgede yaşayan insan sayısına nüfus denir. Nüfus bir ülke için hem bir güç, hem de önemli bir kaynaktır. Sanayi İnkılâbından (1750) günümüze kadar insan nüfusu 7,5 kat artarak 800 milyonlardan 6 milyara yükselmiştir. Tahminlere göre 2050 yılında dünya nüfusu 9,1 milyara çıkacak. Devamlı bir artış söz konusu. Yapılan araştırmalara göre dünya nüfusu her yıl yaklaşık olarak 76 milyon artıyor. Yine yapılan araştırmalara göre nüfus artışı 50-100 yıl daha sürecek ve dünya nüfusu 15 milyarları bulunca bu artış duracaktır. Dünya nüfusunun dağılışına bakıldığında nüfusun yaklaşık olarak %90’ı Asya ve Avrupa kıtasında yaşamaktadır. Ekvatoral kuşak ve kutup kuşağı iklim şartlarından dolayı nüfus bakımından yoğun değildir. Gelişmiş ülkelerde 65 yaş ve üzeri nüfus 150 milyondur. Daha da artacağa benziyor. Bu nedenle bu ülkelerde yaşlılık sorunu olacağı tahmin ediliyor. Az gelişmiş ülkelerde ise hızlı nüfus artışı bazı sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu sorunlar şunlardır:
- İşsizliğin hızla artması.
- Kalkınma hızının düşmesi.
- Enflasyonun artması.
- Kişi başı milli gelirin düşmesi.
- Demografik (nüfus) yatırımların artış göstermesi.
- Çevre kirliliğinin artması.
- İç ve dış göçler.
Dünya Sağlık Örgütü
Dünya Sağlık Örgütü (World Health Organization-WHO), Birleşmiş Milletlere bağlı olan ve toplum sağlığıyla ilgili uluslararası çalışmalar yapan örgüt.
Kuruluşu
1945 yılında ABD’nin San Francisco kentinde toplanan Birleşmiş Milletler Konferansı, bu dönemde bütün halkların sağlığının, dünya barış ve güvenliğinin sağlanması açısından temel önem arz ettiğini kabul ederek Çin ve Brezilya’lı delegelerin bir “Uluslararası Sağlık Örgütü” kurulması amacıyla toplantı düzenlemesi oybirliğiyle kabul edilmiştir.
Birleşmiş Milletler (BM) Ekonomik ve Sosyal Konseyi, söz konusu toplantının hazırlanması için Belçikalı Prof. Dr. Rene Sard başkanlığında 15 kişilik bir teknik komite oluşturmuştur. Teknik komite kısa bir süre içinde toplantının gündemini saptamış, kurulacak uluslararası sağlık örgütü için Anayasa taslağını hazırlamış ve alınması gereken kararları belirlemiştir.
19-22 Temmuz 1946 tarihlerinde New York’da düzenlenen Uluslararası Sağlık Konferansı’nda BM’e üye 51 ülkenin temsilcisi ile Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), OIHP (Merkezi Paris’te bulunan Uluslararası Halk Sağlığı Bürosu), PAHO, Kızılhaç, Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu ve Rockefeller Vakfı temsilcileri Dünya Sağlık Örgütü anayasasını oluşturmuşlardır. DSÖ Anayasası’nın yürürlüğe girdiği 7 Nisan her yıl “Dünya Sağlık Günü” olarak kutlanmaya başlanmıştır.
DSÖ’ne, Mayıs 2000 itibariyle 191 ülke üyedir ve 2 ülke de ortak üye statüsündedir.
Görevleri
Örgütün amaçları vardır ve bu amaçları yerine getirmek için uygulanan görevler şunlardır:
- Sağlık alanında uluslararası nitelik taşıyan çalışmalarda yönetici ve koordinatör makam sıfatıyla hareket etmek.
- BM- İhtisas Kuruluşları, sağlık idareleri, meslek grupları ve uygun görülecek diğer örgütlerle fiili işbirliği kurmak ve sürdürmek.
- Hükümetlere, istek üzerine, sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi için yardım yapmak.
- Uygun teknik yardım yapmak ve acil durumlarda, hükümetlerin istekleri ya da kabulleri ile gereken yardımı yapmak.
- BM’in isteği üzerine, manda altındaki ülkelere sağlık hizmetleri götürmek ve acil yardımlar yapmak ya da bunların sağlanmasına yardım etmek. Gerektiğinde diğer İhtisas Kuruluşları ile işbirliği yaparak kazalardan doğan zararları önleyebilecek önlemlerin alınmasını teşvik etmek. Gerektiğinde diğer İhtisas Kuruluşları ile işbirliği yaparak, beslenme, mesken, eğlence, ekonomik ve çalışma koşullarının ve çevre sağlığı ile ilgili diğer bütün unsurların iyileştirilmesini kolaylaştırmak.
- Sağlığın geliştirilmesine katkıda bulunan bilim ve meslek grupları arasında işbirliğini kolaylaştırmak.
- Uluslararası sağlık sorunlarına ilişkin sözleşmeler, anlaşmalar ve tüzükler teklif etmek, tavsiyelerde bulunmak ve bunlardan dolayı Örgüt’e düşebilecek ve amacına uygun görevleri yerine getirmek.
Çernobil Reaktör Kazası
Çernobil reaktör kazası, 20. yüzyılın ilk büyük nükleer kazasıdır. Ukrayna’nın Kiev iline bağlı Çernobil kentindeki Nükleer Güç Reaktörünün 4. ünitesinde 26 Nisan 1986 günü erken saatlerde meydana gelen nükleer kaza sonrasında atmosfere büyük miktarda fisyon ürünleri salındığı 30 Nisan 1986 günü tüm dünya tarafından öğrenildi.
Kazanın Nedeni
Çernobil 4. reaktörün felaketten sonraki durumu 1972’de Ukrayna’daki (O dönem SSCB’nin bir parçasıydı) Kiev’in 140 km kuzeyinde kurulan Çernobil Nükleer Santrali’nde ortaya çıkan kazaya, her biri 1.000 Megevvatt (MW) gücünde dört reaktördeki tasarım hataları ile reaktörlerden birinde deney yapmak için güvenlik sisteminin devre dışı bırakılması sonucu oluşan bazı hatalar dizisi sonucunda meydana geldi. Deneyin yapılacağı 25 Nisan 1986’da önce reaktörün gücü yarıya düşürüldü, ardından da acil soğutma sistemi ile deney sırasında reaktörün kapanmasını önlemek için tehlike anında çalışmaya başlayan güvenlik sistemi devre dışı bırakıldı. 26 Nisan günü saat 01:00’i sularında teknisyenler deneyin son hazırlıklarını tamamlamak üzere ek su pompalarını çalıştırdılar. Bunun sonucunda gücünün yüzde 7’siyle çalışmakta olan reaktörde buhar basıncı düştü ve buhar ayırma tamburlarındaki su düzeyi güvenlik sınırının altına indi. Normal olarak bu durumda reaktörün güvenlik sistemine ulaşması gereken sinyaller de teknisyenler tarafından engellendi. Su düzeyini yükseltmek için buhar sistemine daha fazla su aktarıldı ve saat 01:23’te deneyin fiilen başlatılması için koşulların oluştuğuna karar verildi.
Deneyin amacı; reaktörün çalışması ansızın durdurulduğunda, buhar türbinlerinin daha ne kadar süre çalışmayı sürdüreceklerini ve böylece ne kadar süre acil güvenlik sistemine güç sağlayabileceklerini öğrenmekti. Geri kalan öteki acil güvenlik sinyali bağlantılarını da kestikten sonra türbinlere giden buhar akışı durduruldu. Bunun sonucunda dolaşım pompaları ve reaktörün soğutma sistemi yavaşladı. Yakıt kanallarında ani bir ısı yükselmesi görüldü ve yapım özellikleri nedeniyle reaktör tümüyle denetimden çıkmış oldu. Tehlikeyi fark eden teknisyenler reaktörün durdurulmasını sağlamak amacıyla bütün denetim çubuklarını derhal sisteme sokmaya karar verdiler. Ama aşırı derecede ısınmış bulunan reaktörlerde saat 01:24’te yeni deneye başlanmasından bir dakika sonra iki patlama oldu. Bu patlamanın ayrıntıları tam olarak bilinememekle birlikte, denetim dışı bir çekirdek tepkimesinin gerçekleşmiş olduğu anlaşılmaktadır. Üç saniye içinde reaktörün gücü %7’den %50’ye fırladı. Yakıt parçacıklarının soğutma suyuyla karşılaşması, suyun bir anda buhara dönüşmesine yol açtı. Oluşan aşırı buhar basıncı reaktörün ve santral binasının tepesini uçurdu. Reaktördeki zirkonyum ve grafitin yüksek sıcaklıktaki buhar karşılaşması sonucu oluşan hidrojen yanarak bütün santral alevler içinde kaldı.
Kyoto Protokolü
Kyoto Protokolü; Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne bir ek sayılan uluslararası çerçeve antlaşmasıdır.
11 Aralık 1997’de Japonya’nın Kyoto şehrinde imzalanmıştır. 16 Şubat 2005 tarihinde ise yürürlüğe girmiştir. 2009 yılı itibariyle 181 ülke (Türkiye dahil) bu protokole dâhil olmuştur.
Amacı
Küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda mücadeleyi sağlamaya yönelik bir antlaşmadır. Protokole imza atan devletler karbondioksit ve sera etkisine neden olan diğer 5 gazın salınımını azaltmaya veya bunu yapamıyorlarsa salınım ticareti yoluyla haklarını artırmaya söz vermişlerdir. Protokolde hedeflenen şey, havaya salınan karbondioksit miktarını 1990’lı yıllardaki orana çekmektir. Antlaşmanın 8 yıl sonra yürürlüğe girmesinin nedeni ise; onaylayan ülkelerin 1990’daki atmosfere saldıkları karbondioksit miktarının yeryüzündeki toplam miktarın %55’ini bulması gerekiyordu. 1995’te Rusya’nın katılımı ile bu miktara ulaşılmıştır.
Kyoto Protokolünden hedeflenenler
- Atmosfere salınan sera gazı miktarını %5’lere çekme.
- Endüstri, motorlu taşıtlar ve ısıtmadan kaynaklanan sera gazı miktarını azaltmaya yönelik mevzuatları düzenlemek.
- Daha az enerji ile ısınma, daha az enerji tüketimi ile uzun yol alan araçlar üretme.
- Ulaşım ve çöp depolamada çevreciliğin esas alınması.
- Atmosfere bırakılan metan ve karbondioksit oranının düşürülmesi için alternatif enerji kaynaklarına yönelme.
- Çimento, kireç, demir-çelik gibi yüksek enerji tüketen işletmelerde atık işlemlerinin yeniden düzenlenmesi.
- Fosil yakıt yerine bio dizel yakıt kullanma.
- Termik santrallerde daha az karbon çıkartan sistemler, teknolojiler devreye sokulacak.
- Güneş enerjsiinin önü açılacak. Karbon oranı sıfır olan nükleer enerjinin önü açılacak.
- Fazla yakıt tüketen ve fazla karbon üretenden daha fazla vergi alınacaktır.
Kyoto Protokülü’ne göre; gelişmiş ülkelerde sera gazı salınımının gerçekleştiği, gelişmemiş olan ülkelerde kişi başı gaz salınımının düşük olduğu, gelişmekte olan ülkelerde ise bu miktarın sosyal ve gelişmişlik ihtiyaçlarına göre artacağı kabul edilir.
Kyoto Protokolü ve Türkiye
Uzun yıllar Kyoto Protokolünü imzalamayan Türkiye 30 Mayıs 2008’de protokolü imzalayacağını resmen ilân etmiştir. Bunun üzerine Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu bir taslak hazırladı. 5 Haziran 2008’de Protokolün imzalanmasına ilişkin tasarı meclise sunulmuştur.
Tasarının maddeleri görüşüldükten sonra tümü üzerinde oylamaya geçilmiştir. Kanun tasarısı açık oylamada 3’e karşı 243 oyla kabul edilmiştir.
Türkiye’nin Kyoto Protokolü’ne katılmasının uygun bulunduğuna ilişkin kanun tasarısı 05.02.2009 tarihinde, TBMM Genel Kurulunda kabul edilerek yasalaşmıştır. 6 milletvekili ise çekimser kalmıştır.